Ömer Yalçınkaya
Dil bilimi literatüründe olmayan bir kavram “dil devrimi”. Bazı dillerde yapılan reform ya da sadeleşme çalışmaları var. Ancak “devrim” olarak nitelenebilecek bir eylem görülmüş değil.
Her dil, yaşayan bir organizmadır ve sürekli değişime tabidir. Türkçenin geçirdiği değişim süreçleri içinde dil devrimi olarak adlandırılan dönem, çok keskin bir dönemeç ve çok da önemli bir süreçtir.
Dil devriminin aslında ne anlama geldiğini ve neden önemli olduğuna burada değineceğiz.
Bir görüşe göre yapılan dil devrimi değil, harf devrimiydi. Doğru, dilde devrim yapılabilmesi bugün bile aklımızın kavramakta zorlandığı bir durum. Dilerseniz yaşananlara daha derinlemesine bakalım.
Türk tarihine baktığımızda Göktürklerden günümüze kurulmuş devletler içinde Büyük Selçuklu Devleti’nin devlet dili Farsça olmuştur. Orduda ise her zaman Türkçe konuşulmuştur. Bunun dışında tüm Türk devletleri, Türkçeyi devlet dili olarak kullanmışlardır.
Osmanlı İmparatorluğu, her ne kadar resmi devlet dili olarak Türkçeyi kullanmışsa da, bu halktan kopuk, kendinden uzaklaşmış, aslından koparılmış bir Türkçedir. Bugün sanki ayrı bir dilmiş gibi “Osmanlıca” olarak adlandırılan bu dil aslında içi bozulmuş bir Türkçedir. Yani ayrı bir dil değildir. Arap ve Farsça sözcükler, kalıplar ve tamlamalar, Türkçenin kuralları ile birleştirilerek ucube bir dil çıkarılmıştır ortaya. Bunun da ötesinde Arapça ve Farsça sözlerden ne Arap’ın ne de Acem’in anlayabileceği bileşik sözler türetilmiştir. Eczane sözü buna bir örnektir.
Osmanlı’da bir Türk tebaa için dahi, devlet dili, okuma yazma öğrenmenin ötesinde özel bir çaba getirir. Bu eğitimi almayanlar başarılı bir devlet memuru olamazlar. Her memur da dili düzgün kullanamadığı için katiplik gibi bir meslek türemiştir.
Türkçe, yüzyıllardan bu yana Arap alfabesi ile yazılmıştır. Arap alfabesinin, dilimizin ses yapısına uymadığı bilinen bir gerçektir. Üstelik Arap alfabesini öğrenmek, Latin alfabesine göre, çok daha zordur ve uzun zaman alır. Bu da halkın büyük çoğunluğunun okur yazar olmasının önüne geçmiştir. Halk dili ile devlet dilinin arası daha da açılmıştır.
Edebiyatımız bile, Divan Edebiyatı ve Halk Edebiyatı olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Saray kendini halktan koparmıştır. Anlaşılmaz olmayı seçkinlik sayan, kendini halkın üstünde gören bir zihniyettir bu. Günümüzden sekiz yüzyıl önce yaşamış Yunus Emre’yi anlamakta zorlanmazken, sadece iki yüzyıl önce yazılmış divan şiirlerini anlayamıyoruz. Yunus’un Türkçesi, halkın Türkçesidir. Diğeri ise kendini halkının çok üstünde gören sarayın.
Böyle bir ayrımı başka hangi ülkede gördünüz? Bu denli keskin bir dil ayrışması başka hiçbir yerde olmamıştır.
Bu nedenle, öncelikle yeni bir alfabe, bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır.
Alfabe değişiklikleri diğer Türk dillerinde de yaşanmıştır. 1930’lara kadar Arap Alfabesi kullanan Türk dilleri, bu yıllarda Türkiye’deki gelişmelerin de etkisi altında kalarak, Latin alfabesine geçtiler. Seçilen alfabe tam olarak Türkiye’dekinin aynısı değildi, ama en azından karşılıklı olarak anlaşılmaya olanak tanıyordu. 1940’lı yıllarda Stalin, Türk dillerinin Kiril alfabelerine geçmelerini emretti. Alfabelerine diyorum, çünkü SSCB’de konuşulan her bir Türk dili için ayrı bir alfabe icat edildi. Bu ülkede resmi olarak yirmi iki Türk Dili ve Lehçesi konuşuluyordu. Hiçbirinin alfabesi bir diğeriyle aynı değildi. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından birçok Türk Dili, yeniden Latin alfabesine dönüş kararı aldı. Bir kısmı bunu başarırken, bazıları henüz çalışmalarını sürdürüyor.
Alfabe değişikliğini yaşayan diller sadece Türk dilleri değildir. Moğolca, Korece, Japonca, Vietnamca gibi dillerde de alfabe değişiklikleri yaşanmıştır.
Neticede alfabe değiştirmek bir devrim sayılmaz. İnsanlara hangi alfabeyi dikte ederseniz onu öğrenir ve kullanırlar.
Atatürk’ün dilimizde yaptığı değişim, alfabe değişikliğine indirgenemeyecek kadar ciddi bir iştir.
Onun farkına vardığı durum, devlet dilinin halktan kopmuş olduğu gerçeğiydi. Saltanat kaldırılmıştı. Artık halkın kendisini yöneteceği bir yönetim biçimi getiriliyordu. Yüzyıllar boyunca devlet dili, halktan kopuk olarak, küçük bir zümrenin tekelinde kalmıştı. Yeni ülkeyi yönetecek olan halk kitlesi bu dilden çok uzaktı. Kanunlar ve yönetmelikler anlaşılır gibi değildi. Devlet dilini anlamayan bir halk, devleti nasıl yönetebilirdi? Bunun tek çıkar yolu halkın dilini, devlet dili yapmaktı. Bu kaçınılmazdı!
Dilin her alanında çok kapsamlı bir sadeleşmeye gerek duyuluyordu. Bu sadeleşmenin üzerine oturtulması gereken temel, halkın kullandığı dilin kendisi olmalıydı. Tarihten gelen derinliği ve zenginliği olan dilimiz, kendi özüne döndürülmeliydi.
Osmanlı’nın kullandığı devlet diline bakıldığında yapılan değişimin boyutları daha iyi anlaşılır. Gerçek bir başarı hikayesi olan bu değişim, o günlerde “inkılap” yani “reform” olarak anıldıysa da, bu denli köklü bir değişimin eşine dünyada rastlanmaz. Var olan yapı temelinden değiştirilmiştir. Eşi görülmez bir değişimdir, çünkü tarihinde hiçbir dönem sömürge olmadığı halde, Türkçe kadar aslından koparılmış, kendinden uzaklaştırılmış başka bir dil daha dünya üzerinde yoktur! Bu nedenle yapılanlar, “dil devrimi” tanımlamasını sonuna kadar hak eder!
Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu da, dil devriminin sürekliliğinin sağlanması ve devamlı gelişen dilin ihtiyaçlarının karşılanması amacını taşır. Bugüne kadar TDK’nin dilimize yaptığı katkılar yadsınamaz. Pek çok ülke, dilin bilimsel yoldan gelişmesinin önünü açan bir kuruma sahip değildir. Bu büyük öngörüyü de Ata’mıza borçluyuz.
Eğer bugünkü kuşaklar, yüzyıl önce yazılanları anlayamıyorlarsa bunun vebali ne Atatürk’e ne de onun aydınlık yolundan gidenlere yüklenebilir. Bu durumun gerçek sorumluları, Türkçeyi halktan kopararak bir “ucube“ haline getirenlerdir. Dil devrimini hâlâ içine sindiremeyenler de, o halktan kopuk zihniyeti sürdürenler ve oturdukları fildişi kulesinde kendilerini ayrıcalıklı sananlardır.
Anlamamız gereken gerçek budur…
Not: Bu yazı “Harf Devrimi”nin yıl dönümü nedeniyle yeniden yayınlanmıştır.