Dr. Nevin Sütlaş
Hiç âdetim olmadığı halde Fatih Altaylı’nın nehir (!) sohbetlerinden birini izledim. Konu başlığı “bilim tarihi” olunca izlemesem olmaz diye düşündüğüm için. Düşünbilimci Ahmet Arslan ile Yerbilimci Celal Şengör konuşmacıydı. Anlatım biçimleri ve anlattıkları başlı başına bir yazı konusu olabilir ki bu benim haddimi aşar çünkü bilimin tarihini azıcık bilirsem de ne jeolojiden anlarım ne de felsefeden. Benim niyetim sadece dedikodu yapmak.
Bu upuzun yayının kütüphanecilik ile ilgili bölümünde Şengör bir anısını anlattı. Bir dostuna İskenderiye’den sonra ilk çağının en büyük kütüphanesi olan Bergama kütüphanesinden söz ediyormuş. Almanca yapılan bu sohbet sırasında kütüphanenin kalıntılarını gezmek üzere bilet almaktalarmış. Antik şehrin gişe memuru söze karışıp, “Biz bu kütüphaneyi bir fahişeye hediye etmişiz” deyivermiş. Bu müdahale Şengör’ü çok mutlu etmiş ki, “Arada cam olmasa adamı öpecektim” diye duygularını dışa vurdu yayında. Düşünün, gariban (Şengör’ün betimlemesi bu) bir müze bekçisi Almanca yapılan konuşmayı anlıyor, üstelik de kapısında beklediği o antik kütüphanenin başına gelenleri biliyor. Dil bilmez, tarih bilmez, hemen hiçbir şey bilmez gariban(!)ların ülkesinde bu adam (ve de söyleşiyi yapan adamlar) ne büyük bir lütuf…
Bilmem ne nedenle yok olan İskenderiye Kütüphanesinin yerine geçsin diye Marcus Antonius Bergama Kütüphanesini İskenderiye’ye göndermiş. Bu muhteşem kütüphaneyi kuran Bergamalılar kim? Eski devrin Batı Anadolu şehir devletlerini kuran eski Yunanlılar. Hediye edenler kim? Ege’nin her iki yakasındaki Yunan şehirlerini ele geçirip burası da Doğu Roma’dır diyenler Romalılar. Antik Mısır’a bu görkemli hediyeyi bizzat sunan Marcus Antonius kim? Bergama’nın da içinde olduğu Doğu ve Batı Roma’nın o zamanki imparatoru. Peki bekçinin “biz hediye etmişiz” derken “biz” diye bahsettiği bugünkü sahipler o asırda neredeler? Ta uzak Asya’nın göbeğindeler, Anadolu’yu daha rüyalarında bile görmemişler…
“Biz bu kütüphaneyi bir fahişeye hediye etmişiz” diyen bekçiyi Celal hoca öpmek istiyor. Çünkü dil ve tarih bildiği için takdire şayan olduğunu düşünüyor. Şengör’ün bu bekçili anısının “fahişe” kelimesi yayın ortamını bir anda keyfe boğuyor. Söz edilen fahişenin kim olduğunu herkes biliyor ama gene de Ahmet hoca “Klepopatra’dan söz ediyor değil mi” diye soruyor doğrulatmak için. “Evet” cevabı ile de kahkahaları katmerleniyor…
Bir fahişeye altınlar zümrütler değil de niye bir kütüphane hediye edilir ki? Asıl soruysa şu: Dünyanın en muhteşem ve en devasa kütüphanesi ayağına serilen dillere destan bu kadın bir fahişe midir?
Kleopatra denince akla esmer güzeli bir afet gelmesinin sebebi onun hakkında yapılan filmde efsanevi güzel Elizabet Taylor’ın oynamasıdır. Kleopatra’nın çok güzel olmasını boş verin, az güzel olması bile şehir efsanesi olabilir. Çünkü aslında neye benzediğini bilen yok. Bu eski zaman dilberinin ne bir resmi var, ne bir heykeli, ne de hakkında yazılmış fiziksel bir betimleme. Harikulade heykellerin yapıldığı bir dönemde yaşayan Kleopatra’nın fiziksel görüntüsü üstündeki bu sır perdesinin nedenini anlamak için yaşam öyküsünü bilmek gerekiyor.
Milattan 69 sene önce bir Yunan ailesine doğuyor Kleopatra. Yunan diyarının karşı yakasında, Afrika’nın kuzey kıyalarındaki İskender’in şehrinde büyüyor. Zaten aslen Mısır halkından biri değil. Makedonyalı Büyük İskender’in sülalesinden. Doğduğu şehri de büyük büyük dedesi İskender kurduğu için adı İskenderiye. Kleopatra çok zeki ve çok meraklı. Ülkesinin kültürü de aile ortamı da uygun; matematik ve bilim eğitimi alıyor ki o sıralar Mısır bu konularda dünya öncüsü. Yunan, Latin ve Mısır dilleri dâhil pek bir düzine dil biliyor. On sekizine geldiğinde de Mısır’ın kraliçesi oluyor. Kralla evlenip kraliçe olmak gibi bir şey değil bu. Ülkenin bizzat hükümdarı ve ordularının komutanı oluyor. Gencecik yaşına rağmen, bilgisi, yaratıcılığı, hırsı ve yönetim becerisi ile de dillere destan oluyor. Nil Nehri ve kendisinin başına geçtiği kadim uygarlığın ürettikleri sayesinde Mısır, dünyanın imrenerek baktığı her açıdan çok zengin bir ülke o zamanlar. Onun iktidarı bu zenginliği daha da büyütüyor.
Mısır uygarlığına göre çok yeni olan ama artık epeyce güçlenmiş olan Roma İmparatorluğunun gözü ise Mısır topraklarında. Askeri açıdan çok güçlü olan Romalılar defalarca Mısırı işgal etmeyi deniyorsa da bir türlü başaramıyorlar. Kleopatra ordusunun başında, bir yandan bu açgözlü ve saldırgan Romalılar ile savaşırken, bir yandan da küçük erkek kardeşi Ptolemy ile taht kavgası yapıyor. Meşhur Sezar, o sıralar Roma ordusunda imparator değil sadece bir komutan. Kleopatra, düşman ordunun bu komutanı ile işbirliği yaparak önce kardeşini devre dışı bırakıyor. Sonra da “İki ülke savaşacağımıza güçlerimizi birleştirelim” diyerek Sezar’ı ikna ediyor. Böylece Mısır Roma ordularının işgalinden kurtulurken, Kleopatra da Sezar’ın karısı oluyor. Sezar da imparator. Bu evlilik Mısır halkını hiç rahatsız etmiyor, tersine sürekli savaşmaktan kurtularak rahatlamalarına neden oluyor.
Kleopatra 22 yaşındayken Sezar’dan bir oğlu oluyor. İşler yolunda giderken ve Kleopatra hâlâ taptazeyken, Milattan 44 yıl önce, Sezar öldürülüyor. Kleopatra da kocasının katilini ajanlarına öldürtüyor ve böylece 3 yaşındaki oğlu Roma tahtının tek varisi oluyor. Ancak bir yandan ülkesindeki Nil taşkının neden olduğu büyük ekonomik ve psikolojik yıkımla, bir yandan da onun oğluna kalmış olan Roma’ya imparator olmak isteyen Brutüs ve diğerleri ile uğraşması gerekiyor. Roma iktidarını ele geçirmek isteyen her aday Kleopatra ile anlaşmak zorunda olduğu için tarihi entrikalar alıp başını gidiyor.
Kleopatra bu dönemde güçlü adaylardan birini seçmek yerine Marcus Antonius ile yakınlaşıyor ve bugünkü Tarsus şehrinde gözden uzak bir buluşma ile onunla anlaşıyor. Kıbrıs Adası başta olmak Mısır ve Roma topraklarının yönetimi konusunda da aralarında anlaşmaya varıyorlar. Bu sırada Antoniyus, üçüncü karısı ile evli ve çocukları da olan bir adam ama ailesini terk edip Kleopatra’nın yanına taşınıyor. Bu birliktelik sırasında Kleopatra Antonyus’tan ikiz çocuk sahibi oluyor. Antonyus eşi ölünce politik zorlama ile hanedandan bir başka kadınla evleniyorsa da bu evlilik uzun sürmüyor. Sonunda ülkesindeki yıkımı epeyce toparlamış ve yapıp ettikleriyle ününe ün katmış Kleopatra’nın yanına dönüyor. Kleopatra’nın ondan bir oğlu daha oluyor ki bu sırada takvimler milattan önce 36. yılını gösteriyor. Antoniyus, Keopatra’nın Sezardan olan oğlu ile kendisinden olan oğullarının tahtın varisi olduğunu açıklayınca evlatlığı Oktavyus ayaklanıyor. Romalıların yaşamak için bağımlı oldukları tahıl ambarı Mısırı elde etme hırslarını iyi yöneten Oktavyus ordularıyla yeniden Mısıra yöneliyor.
Milattan önce 30 yılının yazında, nihayet Roma orduları Mısır’ı işgal etmeyi beceriyor. Bu işgali engelleyemeyen Antonyus ve Kleopatra birlikte kendilerini öldürüyorlar (!). Bu yenilgi Mısır imparatorluğunun sonu olurken 39 yaşındaki Kleopatra’yı da Mısır’ın son firavunu olarak tarihe gömüyor.
Kleopatra ölüyor ama hakkındaki efsane sonlanmıyor. Ülkesinde herkesin baş tacı olan bu firavun hakkındaki söylenceler büyüdükçe büyüyor. İşgalci Romalılar ise Mısırlıların artık Kleopatra’yı yani eski özgür günlerini hatırlamasını istemiyor. Ölü kadının şöhretinden öylesine korkuyorlar ki sürekli olarak hakkında dedikodular çıkarıp halkının gözünden düşürmeye çalışıyorlar. Yetmiyor, onun diktiği ne kadar abide veya eser varsa yıkıyorlar. Onunla ilgili her ne varsa tek tek yok ediyorlar. Üstüne bir de deprem olunca, onun güzelim şehri İskenderiye’de taş üstünde taş kalmıyor, kalanları da yükselen deniz sularının altında kalıyor. Hem insan hem de doğa işbirliği ile güzelim İskenderiye şehri tarihten siliniyor. Günümüz arkeologları İskenderiye yakınlarındaki sulara dalıp duruyor ve Kleopatra döneminin kalıntılarını su yüzüne çıkarmaya çalışıyor…
Hatırlayacaksınız, geçen sene Mısır hükümeti çok görkemli bir törenle firavunlarının mezarlarını olduğu yerlerden alıp başka bir yere nakletti. Ancak son Firavun olan Kleopatra’nın mezarına hatta bir mezarı olup olmadığına ilişkin bilgiye erişilmiş değil. Bunun nedeni Mısır zenginliğini iktidarı süresince Romalılara yağmalatmama konusundaki becerisi elbette. Onun Mısırlılarca sevilip sayılmasında ise pek çok etken var. Firavunlarının mezarları dünya çapında ünlü olan bir uygarlıkta, ona alelade bir mezarın bile çok görülmesinin, asırlar sonra çokbilmiş adamların ağzında aşağılayıcı kahkahalarla anılmasının, eğitimini, bilgisini ve yeteneklerini kullanarak yarattığı uygarlık abidelerinin tek tek yıkılıp yok edilmesinin nedeni ne ola ki?
Ege sahillerini gezenler bilir. Nerde güzel bir kumsal varsa orası Kleopatra kumsalıdır. Dünyanın neresinde bir güzellik tanımlansa Kleopatra adıyla anılır. Hâlâ Kleopatra kolyeleri taçları kıyafetleri yok satar. Kleopatra’nın cismi ve yarattığı bütün eserler yok edildiği halde binlerce yıldır Kleopatra efsanesi sürer durur. Erkek egemenliği onu “güzel fahişe” kalıbından çıkarmamakta kararlıdır.
Erkek egemen dünyanın kadın egemenliğine tahammülü yoktur. Kelopatra’dan bahseden uyduruk filmde dünyanın en güzel oyuncusunu oynatmak, aslında onu yüceltir gibi yaparken indirgemektir. Kendi ülkesinin en değerli kütüphanesini Kleopatra’nın şehrine hediye diye gönderten Antonyus’un kitaplar sunarak gönlünü kazanmak istediği lider bir kadını “fahişe” diye ananlara söylenecek bir çift laf olmalı.
Ayrıca diyelim ki Kleopatra’nın Roma hakimlerine karşı davranışı fahişeliktir. Bu durumda bir fahişenin peşine düşüp ülkesinin çıkarlarından vazgeçen adamların yaptıklarının adı nedir?
Öldürseler de mezarını yok etseler de, adını cinsel küfre dönüştürmeye çalışsalar da, halkının gönlünü kazananı akıllardan silemeyeceklerini Kleopatra binlerce yıldan beri varlığı ile kanıtlıyor. Eğitimli, dirayetli ve yetenekli bir kadının akıl gücüyle başa çıkamayınca, adını küfre dönüştürerek onu yok etmeye çalışmak ancak bulanık beyinlerin marifetidir. Zaten bütün küfürler ve de kadının cinselliğine yönelik bütün aşağılayıcı laflar, bir tek şeyi kanıtlar: O ağızlara kumanda eden beyinlerin bulanıklığını. Çamurluğunu desem daha mı uygun olurdu acaba?
Keşke Bergama antik kentinin bekçi kulübesinin camı olmasaymış da Celal Şengör hoca Kelopatra’ya “fahişe” diyen adını bilmediğimiz o bekçiyi öpebilseymiş. Hadi onu öpemedi, bari fahişe Kleopatra lafıyla gevrek kahkahalara boğulan Ahmet Arslan hocayı öpseydi. Yakışırdı, hem de çok yakışırdı…
Ahmet Arslan hoca, bu programa telefonla katılan Coşkun Özdemir hocanın memleket aydınlarının başına örülen çoraplara azıcık değinmesinden bile rahatsız olup, aydınların politikaya bulaşmaması gerektiğini söyleyerek kıvırtmasının çok yakışması gibi…