Birçok akıl hastalığının lityum ile tedavi edildiğini biliyor muydunuz? Lityumun bir zehir olduğunu biliyor muydunuz? Besin, ilaç ve zehir denilen şeyin aynı şey olduğunu biliyor muydunuz? Demedi demeyin, bu 3 cümleyi hatmetmemiz şart.
Sodyum, potasyum ve magnezyum doğada bolca bulunan tuzlar. Biz de doğal bir yaratık olduğumuza göre bizim bedenimizde de bolca varlar. Vücut tuzlarının azalması önemli bir sorun. Vücut tuzlarının artması da önemli bir sorun. Aşırı azlıkta bedenimiz çalışamadığı için ölürüz, aşırı fazlalıkta da zehirlenir gene ölürüz. Eh, öldürmeyip çektiren sorunlar da cabası…
Tuz meselesi kesinlikle hayati bir meseledir. Biz bu hayatiyeti sadece sodyum tuzu yüzünden biliriz. “Sodyum tuzu” dediğimiz bildiğimiz sofra tuzunun fazlalığında tansiyonun yükseldiğini iyi biliriz. Tansiyona “gizli katil” dendiğini de iyi biliriz. Tuzlu yemekten korkarız. İyi ederiz.
Tam tuzsuz yemekten de korkmamız gerektiğini ise yeterince bilmeyiz, oysa tuzsuz kalırsak da ölürüz. Tuzluk denilen şeyi hayatımızdan çıkarsak aslında hiçbir şey olmaz. Çünkü sebze ve meyvelerde zaten yeterince sodyum var. Ancak normal dışı durumlar da var. İshalde çok tuz kaybederiz. (Özellikle bebek ve ihtiyar ishallerinde durum ölümcül olabilir.) Terlemeyle de çok tuz kaybederiz. Açık alanda özelikle rüzgârlı zamanlarda kuruyarak terlemeden de tuz kaybederiz vb.
Bu ve benzer durumlarda hissedilen halsizliğin nedeni fiziksel aktivite yüzünden yorulmamızdan çok tuz kaybetmiş olmamızdır. O yüzden “tuzlu” sıvılar (sade su değil), mesela çorba içmemiz gerekir. Bunu yapmazsak konu hastanede serum bağlanmasına (!) kadar gidebilir, daha ötesine de.
Tuz kaybının en önemli nedenlerinden biri da tansiyon ilaçlarıdır. Hem tuz attıran ilaç içer hem de “hiç tuzsuz” yersek iş ummadığımız noktalara sürüklenir. Bu nedenle ölen pek çok yaşlımız olduğu ne yazık ki bir gerçektir.
Madem doktor tuz yeme dedi, öyleyse biz de “tuzsuz tuz” yiyelim diyerek eczaneden bilinçsizce kaptırıverdiğimiz “potasyum” tuzlarını yememizin yanlış olduğunu da pek bilmeyiz (En başta kalbinki olmak üzere kas hücrelerimizin dengesini altüst ederiz). Sodyum yerine potasyum tuzu kullanarak hiç iyi etmeyiz. Tıpkı tam tuzsuz beslenerek iyi etmediğimiz gibi.
“Magnezyum” ise sodyum ve potasyuma göre eskiden daha az bilinirken günümüzde epeyce moda olmuştur. Ona iyi buna iyi diyerek habire magnezyum hapları yutmamızın da sakıncalı olabileceğini bilmeyiz ama onu da bilmeliyiz.
İnsan vücudu pek çok farklı parçadan oluşan karmakarışık bir makinedir. Ancak her bir parçası yani organının yapı taşı hücredir. Her bir hücre de işini düzgün yapabilmek için tuzlara muhtaçtır. Hücreyi çalıştıran tuzların miktarları arasında kuyumcu terzisiyle bile tartılamayacak bir oran yani çok hassas bir denge vardır. Öyle hassas bir dengedir ki biri azıcık eksilince diğerinin etkisi de bozulur. Biri fazlalaştırdığında rakibi azalacağı için gene denge bozulur. Hücrenin dengesini bozan sağlığını da bozar, ömrüne de kasteder. O yüzden vücut tuzların miktarları ile oynanmaz.
Kesinlikle bilinmesi gereken, bir şeyin besin ilaç ya da zehir oluşunu belirleyen cinsi değil miktarıdır. Kendi kendine ya da tavsiye üzerine takviye hapları yutanlar, neyin miktarını neye göre ayarladıklarını nasıl bilebilirler ki. Eş dost eczane tavsiyelerine bir de çokbilmiş internetin tavsiyelerini ekleyin, gelsin yarı cahilin candan etmesi meselesi…
Lityuma gelince…
Diğerleri kadar meşhur değildir ama o da bir tuzdur. Lityumu diğer tuzlardan farklı kılansa bedenden çok akıl sağlığı için önemidir. Gerçi yanlış anlaşılmasın, sofra tuzu bile beyin ve akıl sağlığı için çok önemlidir. Ancak lityum akıl sağlığı için bambaşka bir önem taşır. Çünkü lityum atomik benzerliği yüzünden yarıştığı sodyumun yerine sinir hücrelerine girip hücre içindeki kalsiyum iyonunun ve bazı enzimlerin işlevlerini etkileyerek beynin noradrenalin, dopamin ve seratonin gibi en önemli hormonların artırdığı gibi başka bazı şeyleri de düzenler.
Lityum dengesi sodyum ve magnezyum miktarı ile bağlantılıdır. Lityum eksikliğinde özellikle duygu durumu negatif tarafa doğru bozulur. Azaldıkça önce depresyona yakınlaştırır, sonra depresyon derinleşir ve iş intihara kadar gidebilir. Ayrıca takıntılı durumlarla da dolaylı ilişkisi var.
Duygu durumundaki bozukluklar iki uçludur. Beden ve beyin olarak durgunlaşmak ve yavaşlamak bu uçlardan biriyse, coşmak ve taşmak da öteki uçtur. Duygulanım olarak yavaşlamaya depresyon, taşmaya da mani denir. Bazı insanlar bunlardan birinden muzdaripken bazıları ömür boyunca bir o tarafa bir bu tarafa savrulurlar ki o zaman onların durumuna iki uçlu (bipolar) denir.
Bipolar bozukluk lityum tuzu ile doğrudan ilişkilidir. Gerçi bipolarlık kişiye soyundan gelir. Ancak kalıtımın açığa çıkması için dış etkenler de gerekir ki bu durumda lityum çevresel faktörlerin önde gidenidir.
Ülkemizin bazı bölgelerinde akıl ve duygu hastalıklarına daha çok rastlanır. Karadeniz bu konuda başı çeker. Karadeniz’in doğası ilginçtir. Dağlar kıyıya paralel uzanır. Kuzeyli rüzgârlar bölgeye gelirken Karadeniz’in suyuyla dolar ve kıyıda önlerine çıkan dağlara çarparak arka tarafa geçemeden sularını boşaltırlar. Bu yağmurlu coğrafya bize harikulade yeşil bir doğa örtüsü yaratır ki bu büyük bir şanstır. Ancak her yazının bir de turası olur. Sürekli yağan yağmur toprağı devamlı yıkar. Bu aşırı yıkanmanın bedeli olarak toprağın iyodu azalır. İyot ise guatr (Tiroid) organının çalışabilmesi için gereken maddedir. Guatr, vücudun çalışma hızını (metabolizmayı) belirleyen ayarlama organıdır. İyot az olunca guatr bezi metabolizma için gereken hormonları üretebilmek için fazladan çalışmak zorunda kalır. Hep aşırı çalışınca da tıpkı fazla çalışan kasların büyümesi gibi o da büyümeye başlar. Özetle boynunun önünde fazladan bir şişkinlik olanlar az iyot içeren toprakta yetişen besinlerle besleniyor demektir ve iyotlarının artırılması gerekir.
Toprağın dolayısıyla da o toprakta yetişen besinlerden kaynaklanan insanın iyot azlığını gidermek için devlet kararı ile sofra tuzuna iyot katılmıştır. Bunun nedeni nasılsa herkes her yemeğe sodyum katıyor diyedir. Böylece eksiği olsun olmasın herkese iyot takviyesi yapılmış olunur ki aslında zararı yok dense de bu konu da biraz (!) tartışmalıdır.
Guatırı gibi bipoları da bol olduğuna göre Karadeniz’in toprağında ve orada yetişen sebzelerde iyot gibi muhtemelen lityum da eksiktir. Bu konuda halk sağlıkçıların ne kadar çalıştıklarından haberim yok ama suya lityum katılsın diyen de yok şimdilik. Çünkü fazlalığının zehirleyici olduğu iyi biliniyor.
Benzer bir uygulama da Amerika’da suya flor katılmasıdır. Flor özellikle diş sağlığı ile ilgili bir mineraldir ve eksikliğinde dişler çürümektedir. Bu eksikliği gidermek lazım diyerek neredeyse bir asırdan beri çeşmeden akan bütün sulara flor eklenmektedir. O tarihten sonra kimsenin ağzındaki dişler daha uzun ömürlü olmamıştır ama belli ki flor satıcıları zengin olmuştur. Aşırı florun korumanın tersine düş çürüklerini artırdığı da gösterilmiştir. Dişi çürütenin bizzat şeker olduğu, şekerin aslen vücudun her yeri için bir zehir olduğu ise pek konuşulmamakta, konuşulsa da yasaklamaya gitmek düşünülmemektedir. Diş sağlığımızı dert eden Amerika’da su yerine gazoz içilmesinin kasten adet edilmesini bırakın, her şeye ama her şeye, ekmeğe bile şeker katılması sürmektedir…
Daha pek çok örnek var ama daha da uzatmayayım. Eğer beslenmede sorun varsa yani yedikleriniz vitamin ve minerallerin bazılarından eksikse, vücutta sorunlar oluşur. Tıp bilimi bu sorunlar konusunda mükemmel değilse de kritik bilgilere sahiptir. Çoğu vitamin ve mineralin miktarı kan tahlili ile ölçülebilir ve eksikliği giderilebilir durumdadır. Bunu yapacak olan da doktordur çünkü “her ihtimale karşı ben kendim alıp içeyim de eksik kalmasın” derseniz fazlalığına neden olabilirsiniz.
Daha dün bir hikâye dinledim. Çok güzel ve çok cici bir kızın hikâyesi bu. Günümüzdeki güzelliğine düşkün bütün kızlar gibi o da yedilerine dikkat edenlerden. Bunun anlamı elbette diyet (!) yapıyor olması. Diyetlerin hemen hepsinde bazı şeylerin eksik kalabileceğini de biliyor bu eğitimli kızımız. O nedenle de takviye hapları yutuyor. Günün birinde olağan kontrollerinde guatrında bir sorun saptanıyor. Defalarca biyopsi yapılıyorsa da sorunun ne olduğu anlaşılamayınca bir cerrah guatrını ameliyatla kesip çıkarıyor. Böylece tanı konulabilmesi için biyopsiye /patolojiye gereken tam malzeme de elde edilmiş oluyor. Ancak ilginçtir ki kesilip alınan organda kanser falan yok, hiçbir bozukluk yok. Cerrah “iyi ki ameliyat ettik, bak tertemizmiş” diye övüne dursun, sonunda teşhisi hormonlar konusunda uzman bir iç hastalıkları doktoru koyuyor. Yuttuğu takviyeler yüzünden bozulmuş tiroidin çalışması…
Başta da dediğim gibi vitamin ve mineraller ile oyun oynanmaz, oynanmamalıdır. Ancak adet olmuş sürdürülmektedir. Takviye etmek lazım denilerek yani “tedavi” yerine “takviye” adı kullanılarak hepimizin beyni sürekli olarak yıkanmaktadır.
Oysa tedavi, sorun varsa yapılır. Sorun yokken ilaç alınmaz. Önlem almak ilaç almak değildir. İlaç şişelenip rafa dizilen şeylere denir. Şişelenmiş ama üzerinde bilimsel araştırmalar yapılmamış, hele hele kişinin özel durumuna göre ayarı yapılmamış olan şeyler, adı ne olursa olsun içilmemelidir.
Özel durumlar özeldir. Bipolar bozukluğunuz varsa lityum içeceksiniz ve de doktor kontrolünde ayar tutturacaksınız ki iyileşeyim derken zehirlenmeyesiniz. Guatrınız varsa iyod içeceksiniz ki zavallıcık aşırı çalışmaktan perişan olmasın. Osteopozunuz varsa kalsiyum içeceksiniz ki kemikleriniz daha da erimesin, falan filan. Ancak gözden kaçırdığımız bir şey var: Önlem.
Önlemek takviye almak değildir. Önlem, diyet yapmamak ama şeker ve unu sofradan kovalamaktır. Önlem, meyve suyu yerine taze meyve ile beslenmektir. Önlem, doğada yenilebilir ne varsa elimiz erdiğince gücümüz yettiğince onları yemektir. Onu yerim bunu yemem diye bazı doğal yiyeceklere burun kıvırmamak, çikolataya ve pizzaya verdiğimiz parayı sebzelere ayırmaktır. Önlem, dört duvara kendini hapsedip ekran karşısına çakılmak yerine yürüyerek pazara gidip sebze seçmektir. Daha iyisi bahçe yapmak, onu da yapamıyorsak saksıya maydonoz ekmektir. Önlem, doğaya yüzünü döndürmektir. Onların hiçbirini yapmıyorum, bari takviye alayım demek ne yazık ki kurtuluş değildir. Önlem, doğal diye kakalanan hapları yutmaktan geçmez.
Bu arada önlem için özel bir ipucu da vermiş olayım: Minik besin (micronutrient) denilen mineraller konusunda eksiğiniz olmasın istiyorsanız, özellikle fındık ceviz badem muskat gibi bitkisel tohumları yemeği ihmal etmeyin. Yenilebilir tohumlar doğanın bize lütfudur ve bir avuç tohum bir şişe ilaçtan daha çok işe yarar.
Tekrar tekrar söylüyorum. Eksiklik olup olmadığı bilinmeden ve eksiklik varsa o kişinin durumuna göre özel ayarlamalar yapılmadan takviye alınmaz. Alınmamalıdır…
Takviye bizi iyi etmez kötü eder. Takviye kullanmamız bize değil satıcısına iyi gelir…
Takviyeler masum değildir. “Aman canım altı üstü vitamin ve mineral bu” demek “ben sağlık konusunda bilgi yoksunuyum” demektir. Her cehaletin de mutlaka bir bedeli olur…
Takviye yuttukça olası bir sorunumuzu yolcu edeceğiz derken gerçek sorunları buyur etmiş oluruz…
Ne diyelim, az bilen (yarı cahil) candan eder…
Satmasını bilen de bayram eder…