Ömer Yalçınkaya
Beni Bangkok’tan Ho Chi Minh City’ye taşıyan uçak, yıllardır ziyaret etmek istediğim Vietnam’a yaklaştıkça, içimde tuhaf bir tedirginlik başlamıştı.
Nasıl bir Vietnam ile karşılaşacağımı bilmezliğin tedirginliği. Bu ülke hakkında çok az şey bildiğimi düşünüyordum. Hakkında okuduklarımın da, ya taraflı ya da ön yargılı olduklarını hissetmiştim. Kimisi usandıracak kadar sıkı kontrollerin yapıldığı bir ülke, kimisi de rüşvet cenneti bir yer olduğunu yazıyordu. Birine göre Vietnam çok güvenli bir ülkeydi, bir başkasına göre, her an bir şeyinizi kaptırabileceğiniz bir yerdi. Bir kitapta yabancı turiste çok sıcak davrandıklarını yazıyordu, bir diğerinde Batılılardan fazla hoşlanmadıkları belirtiliyordu. Peki hangisi doğruydu?
Bu karmaşık duygularla indim Ho Chi Minh City’nin Tan Son Nhat Havaalanı’na. Pasaport kontrolünde diğer yolculara göre daha fazla bekletiliyorum. Ancak bunun nedeni muhtemelen o günkü pasaportlarımızın düşük kalitesi ve teknik yetersizliğiydi.
Beni bekletmek zorunda kalan görevli, güler yüzlü bir şekilde bana “Hoş geldiniz” diyerek pasaportumu verme nezaketini gösteriyor. Daha sonra didik didik arama yapıldığı belirtilen gümrük kontrolünden kimse bir şey sormadan geçiyorum.
Havaalanı terminalinden çıkınca pist kenarına dizili uçak hangarlarına dönüp bakıyorum. Bu havaalanı, Vietnam Savaşı’nda Amerikan Hava Kuvvetleri’nin üssü olarak kullanılmıştı. Bu hangarlar da Amerikan savaş uçaklarının saklandıkları yerdi. Sayıları otuzun üzerindeydi. Savaş döneminde Amerikan Hava Kuvvetleri’nin en büyük filosu Vietnam’da bulunuyordu. Bugün bu hangarlar, bir ibret anıtı olarak bu ülkeye gelenleri karşılıyor ve onlara savaşın boyutları hakkında bir ön izlenim veriyor.
Ho Chi Minh City’nin kalabalık yollarında güçlükle ilerleyen taksi 7 kilometrelik yolu yarım saatten fazla sürede alabiliyor. Yol boyu sosyalist propaganda afişleri ve bol miktarda reklam panosu görüyorum. Bu da, pazar ekonomisine geçmeye çabalayan fakat sosyalist yönetimden vazgeçmeyen bir ülkenin çelişkili bir görüntüsü.
Otele vardığımda son derece güler yüzlü insanlar tarafından karşılanıyorum. Bu sıcak karşılama, yaptığım yaklaşık 14 saatlik Moskova-İstanbul-Bangkok-Ho Chi Minh City uçuşun yorgunluğunu üzerimden atmaya yetiyor.
Kaldığım otel Vietnam Savaşı’nda Amerikan subaylarının “bekar evi” olarak kullandıkları ünlü Rex Oteli. Şehrin tam göbeğinde. Sömürge dönemindeki Hotel de Ville (Fransız yönetim sisteminde valiliğin karşılığı), bugünkü Halk Komitesi binasının yanında yer alıyor.
Otelin kapısı, lider Ho Chi Minh’in bir çocukla beraber heykelinin olduğu parka açılıyor. Heykelin altında “Bac Ho” yazıyor. Bu sözün anlamı “Ho Amca”. Asıl adı Nguyen (Muyen okunuyor) Ai Quoc olan Ho Amca Vietnam’ın kaderini yazan devrimci lider. Ho Chi Minh “Işığı getiren, aydınlatan” anlamına geliyor. Ülkemizde genellikle ismin Fransızca okunuşundan dolayı Ho Şi Min deniliyor, orijinal okunuşu ise Ho Çi Mın.
Ho Chi Minh City, 1975 yılında tarihe karışan Güney Vietnam Cumhuriyeti’nin başkentiydi ve adı Saygon’du. Vietnamlılar “Şai Gon” diyorlar. Güney Vietnam’ın, Kuzey Vietnam ve güneyde savaşan Vietkong güçlerinin eline geçmesinden sonra iki ülke, Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti adı altında birleşti. Kente adını veren aslında Saygon Nehri. Bugün, kentin merkez ilçesinin de adı aynı zamanda. Hem bu nedenle hem de kolaylık açısından, ben de yazının devamında Saygon adını kullanacağım.
Saygon, sadece Güney Vietnam’ın değil, Laos, Kamboçya ve Vietnam’ı içine alan Fransız Hindiçin sömürge yönetiminin de başkenti olmuştu. Diğer bir deyişle büyük bir coğrafi bölgenin de en önemli şehriydi.
İlginç gelecek belki ama, bu kenti ilk kuranlar Kmerler yani Kamboçlar. Onların verdikleri ad “orman kent” anlamına gelen Prey Nokor. Kamboçlar, bugün dahi, Saygon’u bu adla anıyorlar.
Kmer Kralı 2. Chey Chettha, 1623’de Vietnam’da süren iç savaştan kaçan Vietnamlıların buraya yerleşmelerine izin vermiş. Daha sonra Vietnamlıların sayısı o kadar artmış ki, kente kültürel olarak egemen olmuşlar. Kamboçya yazımda da okuyacağınız gibi, Kmer Krallığı’nın çöküşe geçmesiyle, kent 1698’de Vietnam’ın kontrolü altına girmiş.
Ben Saygon sokaklarına çıkmak için sabırsızlanıyorum, ya siz?..
Havanın kararmasına birkaç saat kaldığından, duşumu aldığım gibi kendimi dışarı atıyorum.
Oldukça düzenli ve temiz sayılabilecek sokaklar motosikletten geçilmiyor. Bir süre öncesine kadar bisikletlerle dolu olan cadde ve sokaklar, bugün motorlarla dolu. Bir kırmızı ışıkta bekleme süresi içinde ordu halinde motorlu birikiyor. Yeşilin yanmasıyla da düşmanın üzerine doğru saldırıya geçercesine ileri fırlıyorlar.
İlk birkaç dakika içinde dersimi alıyorum: Motorlulara dikkat! Özellikle kavşaklarda ve dönüşlerde size bir yaya olarak yol vereceklerini sanıyorsanız, aldanıyorsunuz…
Saygon, genelde eski görünümlü koloni tarzı yapıları, az da olsa Güneydoğu Asya’ya özgü geleneksel mimarisi ve son zamanlarda inşa edilen modern binalarıyla bir çeşitlilik sergiliyor. Onca yaşanılan savaşlara rağmen, Budist tapınakları ve pagodalar iyi korunmuş durumdalar. Görülmeye değer yerler. Bu tapınaklarda Çin’in mimarî stili hâkim. Bu da Vietnam’ı Güneydoğu Asya’nın diğer Budist kültürleri olan Tayland, Kamboçya ve Laos’dan belirgin bir şekilde ayırıyor. Vietnam’ın 900 yılı aşkın bir süre Çin hanedanlığı tarafından yönetilmiş olması bunda en önemli etken.
Saygon sokaklarında gezinirken, küçük mağazaların ve sokak satıcılarının bolluğu dikkatimi çekiyor. Vietnam’da yüz binlerce küçük işletme var. Sayıları giderek artan bu küçük işletmeler yeni filizlenen kapitalist düzenin bir göstergesi.
Saygon sokaklarına kimliğini veren satıcılar, anlatılmaya değer…
Hasırdan yapılmış konik şapkalı ve omuzlarında taşıdıkları değneğin iki ucunda sepetler asılı kadınlar, bu satıcıların en ilginç olanları. Genelde meyve sebze satıyorlar ya da krep benzeri bir tatlı yapıyorlar.
Satıcıların bazıları işi ilerletmişler ve buz kutuları içinde meyve ve içecekleri soğutarak satıyorlar. Saygon’un nemli sıcağında buza yatırılmış bir Hindistan cevizi suyunun yerini başka hiç bir şeyin tutabileceğini sanmıyorum. Ayrıca Hindistan ve Pakistan’da da sıkça rastladığım taze sıkılmış seker kamışı suyu satılıyor. Çok tatlı olacağını düşündüğümden o sıcakta denemek istemiyorum.
İstanbul’da, içinde pilav üstü tavuk satılan seyyar camekanlı tezgahlar da var burada. Bu tezgahlarda bol soslu ve acılı yemekler yapılıyor. Uzak Doğu mutfağından hoşlananlar için ortaya yayılan kokular iştah kabartıcı. Ama yine de bu güzel kokulara kanmayıp, temizliğini kontrol etmekte yarar var. Tayland’da bu tip yerlerde çok lezzetli şeyler yedim. Ancak orada temizliğe daha fazla dikkat edildiğini söyleyebilirim.
Saygon’un turist yoğun sokaklarında en fazla rastlayacağınız satıcı tipi ise hediyelik ve süs eşyası satanlar. Bu insanlar, turistlere çok alışıklar ve hiç çekinmeden yakanıza yapışıyorlar.
Saygon genelinde halkın turiste yaklaşımı son derece sıcak ve sempatik. Az da olsa bildikleri İngilizce ile sizinle sohbet etmeye, hatta şakalaşmaya hazırlar. Bayan satıcılar sizinle konuşurken mutlaka teninize dokunmaya çalışıyorlar ve ne kadar güzel bir teniniz olduğunu söylemeden de edemiyorlar. Bunun ön koşulu beyaz tenli olmak. Burada genç kızların dikkatini çekebilmek için Beckham kadar yakışıklı olmanıza gerek yok. Beyaz tenli olun yeter. Hiçbir zaman bronzlaşmayan beyaz tenimin faydasını ilk defa Vietnam’da görmüş oluyorum…
Anlaşılan erkeğin olduğu kadar, kadının da makbulü açık tenli olanları. Bu yüzden Vietnamlı kadınlar tenlerinin koyulaşmaması için 32 derece sıcakta yüzlerini mendille, ellerini de uzun eldivenle örtüyorlar. Onları motorların üzerinde ilk gördüğünüzde, bir eyleme hazırlanan teröristler olduklarını düşünebilirsiniz!..
Daha birkaç yıl önce Vietnam hakkında yazılan kitaplarda, kadınların büyük çoğunluğunun “ao dai” adı verilen tuniklerle dolaştıkları yazıyordu. O şık ve sevimli ulusal giysilere bugün ne yazık ki pek fazla rastlanamıyor. Genç kızların büyük kısmı blucinleri çekmişler. Blucin imparatorluğu bir kaleyi daha düşürmüş durumda…
Havanın kararmasıyla birlikte biraz dinlenmek üzere kendimi odama bitap bir şekilde attığımda bir şeyin farkına varıyorum.
Burası hâlâ sosyalizm ile yönetilen bir ülke olmasına karşın, insanlar oldukça hareketli bir tempo içindeler ve beklemediğim kadar açık bir davranış sergiliyorlar. Daha önce ziyaret ettiğim sosyalist ülkelerde zamanın çok yavaşlatılmış olduğu bir yaşam temposu ve özellikle yabancıya karşı soğuk ve şüpheci bakan insanlarla karşılaştım. Burada durum oldukça farklı. Hem yaşam hareketli hem de insanlar çok cana yakınlar. En azından Saygon’da böyle.
Otelde 5 dolara masaj yaptırdıktan sonra yorgunluğumu unutup Saygon akşamlarının nasıl olduğunu keşfetmek üzere tekrar dışarı çıkıyorum.
Otelin önünde dizilmiş taksi şoförleri hemen etrafımı sarıyor. Kimisi çok iyi masaj, kimisi daha açık bir şekilde çok güzel kızlar olduğunu söylüyor. Aralarından zor kurtulup kaçtığımı sanırken motorlu kızların davet eden bakış ve hareketleriyle karşılaşıyorum…
Opera binasının önündeki küçük meydandan gelen müziğe doğru yöneliyorum. Burada gençler “break dance” ve benim artık takip edemediğim muhtemelen “hiphop” tarzı müziklerle dans ediyorlar. Meydanı çevreleyen alanda pek çok motorlu durmuş onları izliyor. Ses düzeni çok kötü olduğu için biraz izledikten sonra oradan uzaklaşıyorum.
Okuduğum bir kitap, dünyanın çok az yerinde kalan dans salonlarının olduğundan bahsediyordu. Bulunduğum yerde de bunlardan birinin olduğunu fark ediyorum. Tam olarak nasıl bir yer olduğunu kestiremesem de bir kez görmenin ilginç olacağını düşünüyorum.
Oldukça temiz ve nezih bir yer. Girişte Amerikan Ticaret Odası üyelerine indirim yapıldığı yazıyor. En azından güvenli bir yerde olduğumu anlıyorum. Genellikle bu tip yerlerde aşağı inilir, burada yukarı çıkılıyor. İçeride orkestra çalıyor. Ortada küçük bir dans pisti var. Ortam karanlığa yakın. Sadece dans pistinde loş bir aydınlatma var. Frank Sinatra’dan, Elvis Presley’e eski parçalar çalınıyor. Bunlara değil ama şarkı söyleyen adamın iyi bir Fransızca ile Joe Dassin’den “Et Si Tu N’existais Pas”, arkasından da düzgün bir İngilizce ile Santana’dan “Black Magic Woman”ı okumasına şaşırıyorum. Elli yaşlarındaki bu kişinin Fransızca bilmesine aslında şaşırmamam gerekirdi. Burası ne de olsa eski bir Fransız sömürgesiydi.
Yarım saatten fazla kalamadığım bu yerden otelime yorgun adımlarla dönerken, koluma girerek bana güzel bir gece geçirmeyi vaat eden kızlarla sohbet ediyorum. Yanımdan geçen yabancıların tebessümle baktıklarını fark ediyorum…
Vietnam Devrimi
Vietnam’a gittiğiniz zaman devrim ve savaş olgularının dışında kalmanıza olanak yok. Çünkü bu ülkenin tarihi devrimle ve savaşla yazılmış. Özellikle yirminci yüzyıl, Vietnam halkının tarihte yaşadığı en çetin zaman dilimi.
1946-54 yılları arasında Fransız sömürü düzenine karşı verilen savaş ve kazanılan zaferin ardından Kuzey’de Vietnam Demokratik Cumhuriyeti bağımsızlığını ilan ediyor. Güney’de Vietnam Cumhuriyeti adı altında Batı güdümlü kukla bir hükümet kuruluyor. Bölünen ulus, 60’Iı yılların başlarından itibaren, Kuzey ve Güney olarak savaşa giriyor. Güney’de örgütlenen sosyalist Vietkong güçleri, Saygon rejimine karşı gerilla savaşı başlatıyorlar. Kore Savaşı’nın izleri henüz hafızalardan silinmeden Küba’daki füze krizi ile tırmanan soğuk savaş, kendine bu kez Vietnam’da bir sıcak muharebe alanı açıyor. Amerika giderek artan bir şekilde savaşın içine giriyor. Ve yazının devamında ayrıntılarını bulacağınız o korkunç Vietnam Savaşı yaşanıyor. Bu yüzden Vietnam denince pek çok insanın aklına ilk gelen savaş oluyor.
Saygon’daki ikinci günümün sabahı, otelimin yanında yer alan Devrim Müzesi’ne gidiyorum. Müzenin bahçesinde, Amerikalılardan ele geçirilen bir helikopter, bir savaş uçağı ve toplar sergileniyor. Bu müze, yokluk içindeki bir ulusun, onurlu özgürlük mücadelesinde, imkansızı nasıl gerçekleştirdiğini çarpıcı örneklerle gözler önüne seriyor. El tezgahlarında yapılan tabanca ve tüfekler çok etkileyici. Yerlere gömdükleri, ucuna yılan zehri sürülmüş çiviler ise en ilginç olanları. 1954 yılında Fransız sömürge düzenine son veren Ho Chi Minh liderliğindeki devrimcilerin sloganları kulağıma çok tanıdık geliyor: “Independence or death!” – “Ya istiklal ya ölüm!”…
Müzede, Saygon’un 40 kilometre kuzeyinde bulunan Cu Chi tünelleri hakkında bilgi alıyorum. Tam anlamı ile bir yeraltı karargahı. 1940’ların sonunda yapımı başlanan tünellerin kazılması 25 yıl sürmüş. Uzunluğu 250 kilometre. Tünelin genişliği düşman askerlerinin içeri girmelerini engellemek için son derece dar tutulmuş. Yüz kilonun üzerinde biri olarak bu ilginç tünelleri görme şansım ne yazık ki olmadığından ben müzede aldığım bilgilerle yetiniyorum. Tünel girişleri tropik bitki örtüsünde mükemmel kamufle edilmiş ve çevresine bubi tuzakları yerleştirilmiş. Tünele, Saygon Nehri’nin altından dahi girişler var. İçeride su baskını, gaz ve dumana karşı da özel sistemler uygulanmış. 16,000 kişinin kullandığı bu tünellerin bir bölümünü B-52 uçakları halı bombardımanı yöntemi ile tahrip etmişler. Ancak bu dahiyane karargah ve lojistik üssünün kazanılan zaferlerde oynadığı rol kuşkusuz büyük.
Müzeyi gezerken yeni evlenen çiftlerin damatlık ve gelinlikleriyle buraya gelip fotoğraf çektirdiklerine tanık oluyorum. Bu davranış, Vietnam insanının, verilen onurlu mücadeleye gösterdiği saygının, güzel bir örneği. İzinlerini alarak ben de genç bir çiftin fotoğrafını çekip onlara ömür boyu mutluluklar diliyorum.
Daha sonra Başkanlık Sarayı’nı geziyorum. Kuzey’de SSCB ve Çin’in desteği ile kurulmuş olan Vietnam Demokratik Cumhuriyeti, uzun yıllar Güney Vietnam ve destekçisi ABD güçlerine karşı savaştı. Amerikan ve Batı kamuoyunun tepkisi karşısında ABD yönetimi dayanamadı ve 1973 yılında askeri gücünü geri çekmek zorunda kaldı.
30 Nisan 1975 günü Amerikalılardan ele geçirdikleri ve benim Devrim Müzesi’nin bahçesinde gördüğüm uçağı kullanan pilot, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın tam tepesine iki tane bomba atıyor ve yine Amerikalılardan ele geçirilen tanklarla saray bahçesine giren Vietkong güçleri Cumhurbaşkanı Duong Van Minh’i teslim alıyorlar. Bu tarih, Saygon rejiminin düştüğü ve iki Vietnam’ın birleştiği gün olarak kabul ediliyor.
Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın en ilgi çekici bölümü, yerin iki kat altında hazırlanmış olan savaş karargahı. Kendisi de general olan Duong Van Minh ve komutanları savaş boyunca burada planlar yapmışlar. Bu karargahta, Vietnam’ın en ayrıntılı haritalarının bulunduğu belirtiliyor.
Ertesi gün gezdiğim Savaş Müzesi’nde içim gerçekten burkuluyor. Bu zavallı halkın dünyanın en güçlü ordularına karşı verdikleri kahramanca mücadeleyi ve savaşların yarattığı korkunç etkileri tüm çıplaklığı ile gözler önüne seren bir müze.
Buradaki görüntüleri kaldırmak herkesin harcı değil. Özellikle de Amerikalıların kullandıkları kimyasal silahların sonucu olarak doğan ucube bebeklerin kavanozların içindeki görüntüsü, insanın beynine bir daha çıkmamak üzere kazınıyor.
Amerikalıların bu ülke topraklarına 7 milyon tondan fazla bomba attığını öğreniyorum! Aynı ülkenin İkinci Dünya Savaşı’nda kullandığı toplam bomba miktarı 2 milyon ton. Ayrıca 75 milyon litre dioksin türü zehirli kimyasalların tarla ve arazilere döküldüğü belirtiliyor.
ABD bu savaşa beş yüz binden fazla vatandaşını göndermiş. Bunların elli sekiz bini evine dönememiş.
Amerikan hükümeti tarafından sonradan açıklanan harcama miktarı ise akıllara durgunluk veriyor: 352 milyar dolar! (Dikkat! Bu 1970’lerin doları, bugünkü dolarla en az yedi-sekiz misli demek)…
Savaşta Vietnam üç milyon insanını kaybetmiş… Yaklaşık dört milyon kadarı da yaralanmış veya sakat kalmış. Öksüz, yetim, evsiz ve işsiz kalanların sayısını hesap edebiliyor musunuz?
Ben edemiyorum. Ama sadece Kuzey Vietnam’da tahrip edilen okul sayısı 2,923…
Üzerinden kırk küsur yıl geçmiş olmasına rağmen, yalnız Vietnam’da değil, ABD’de de savaşın yarattığı sosyal travma hala tartışılıyor ve milyonlar üzerinde açtığı yaralar sarılmaya çalışılıyor.
Peki bunlardan ders alması gerekenler acaba alıyorlar mı?..
Yoksa tüm insanlığı felakete sürükleyen saldırganlık ve ona karşı duyulan kayıtsızlık gün geçtikçe artarak mı büyüyor?..
1970’lerde Vietnam Savaşı’na karşı haykıran 68 kuşağı çok mu gerilerde kaldı?..
Bugün Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de yaşanan ve on yıllarca daha yaşanacak olan drama, insanlık neden bu kadar kayıtsız?..
Vahşetten ve korkudan arındırılmış bir dünya hiç olmayacak mı?..
Bu soruların yanıtlarını kendime veremiyorum!
Auschwitz’den, Kamboçya’dan, Bosna Hersek’den, Güney Afrika’dan sonra içimdeki fırtına bu sefer de Vietnam’da patlıyor. İnsan olmanın utancını bir kez daha yaşıyorum…
On beş yıl kadar önce bir Amerikan resmî devlet internet sitesinde Vietnam için “yaşadığı savaşların yaralarını sarmak zorunda olan fakir bir ülke” deniyordu.
Geride bıraktığımız yüzyılın büyük bölümünü işgal ve savaşlarla geçirmiş bu toplumun bugünkü huzurlu ve neşeli halini gördükçe hem içinizi mutluluk kaplıyor, hem de şaşırmadan edemiyorsunuz. O kadar zulme maruz kalan ve acılar çeken insanlar bunlar değil sanki. Bunca hüzün ve kederi yaşayıp, bu denli kendini iyi toparlayabilmiş toplum sayısı yeryüzünde sayılı olmalı.
Üstelik 30 yılı aşkın bir süre bağlı oldukları sosyalist blok yıkılmış, büyük ağabeyleri Sovyetler Birliği’nin desteği kalmamışken… İlave olarak da satabileceği ürünü sınırlı olan bu ülke bugün ciddi bir ekonomik ilerleme gösteriyor.
Peki nasıl?…
Vietnam Usulü Kalkınma Modeli
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bu ülkenin kanatları altında bulunan neredeyse tüm sosyalist ülkelerde rejim değişikliği yaşandı. Bunun istisnaları Kuzey Kore ve Küba.
Vietnam yönetimi daha ılımlı bir yöntem izledi. Sosyal etkileri göz ardı edilen IMF politikalarının esiri olmadan, kendi sistemi ve geleneklerine uygun bir pazar ekonomisini hayata geçirmeyi tercih etti. Çin’dekinin benzeri, devletin gözetiminde ve desteğinde yabancı sermayeye kucak açan bir üretim ve pazar modelini seçti. Bu uygulamada da oldukça başarılı olduğu, sosyal çalkantıların yaşanmamasından ve son yıllarda yakaladığı hızlı büyümeden anlaşılıyor.
Vietnam’ın son yirmi beş yılda izlediği kalkınma modeli birkaç başlıkta özetlenebilir: İstikrarlı politik iklim, sürdürülebilir büyüme programı, düşük enflasyon, istikrarlı kur politikası, güçlü doğrudan yabancı yatırım girişi ve güçlü bir imalat sanayi.
1998 ve 2008 krizlerinden Güneydoğu Asya ülkelerinin ekonomileri ciddi şekilde sarsılırken, Vietnam’ın merkezden kontrol edilen ekonomisi göreli olarak daha az etkilendi.
Vietnam, 2000’li yılların başlarından itibaren iş gücünün bir bölümünü yurt dışına ihraç etmeye başladı. Bu “planlı ihracat” ile işçi dövizi girişi ve iş gücünün dışarıda deneyim kazanması ile ülkeye bir artı değer getirmesi hedeflendi. Ucuz Vietnam iş gücünü ithal eden ülkelerin başında, emeğin çok pahalı olduğu Japonya vardı. 2010’lardan itibaren ülkede artık hemen hemen her alanda yetişmiş insan kaynağı vardı. Bu sayede yabancı yatırımlar için ülke daha cazip hale geldi.
Son 10 yılda ihracata yönelik yabancı yatırımlarda çok ciddi bir artış göze çarpıyor. 2018 yılında Türkiye’ye yapılan doğrudan yabancı yatırım 13 milyar dolarken, Vietnam’da bu rakam 15.5 milyar doları aşıyor.
Tüm bu gayretlere rağmen, alım gücüne göre hesaplanan milli gelir 2018 yılında Malezya’da 28,000, Tayland’da 17 bin, Endonezya’da 12 bin dolar düzeylerindeyken Vietnam’da 7 bin doların altında.
Unutulmamalı ki Vietnam, “yaşadığı savaşların yaralarını sarmak zorunda” olan bir ülke…
Vietnam’ın Sert Yüzü Hanoi
Bu kentin adı Dışişleri Bakanlığı’nın kayıtlarına göre Türkçede Hanoi olarak yazılmasına karşın Hanoy şeklinde okunuyor. Medyada hanoi şeklinde okuyanlara sık rastlanıyor.
Vietnam Havayolları ile Saygon’dan Hanoi’a ulaşıyorum. Ulaştığıma da şükrediyorum. Çünkü pilot, yapmış olduğum bin üç yüz küsur uçuş içinde en kötü inişi yaparak kayıtlarımın arasına geçiyor. Bir daha da, Vietnam Hava Yolları’na binmeyeceğime o an söz veriyorum.
Beni ilk çarpan hava oluyor. Saygon’da 32 derece olan sıcaklık burada 14 dereceye düşüyor. Ocak ayında olduğumu bana sert bir şekilde hatırlatıyor.
Hanoi’da geçirdiğim iki gün içinde iklimle beraber insanların da sertleştiğine tanık oluyorum. Saygon’un yumuşak, sıcak kanlı, güler yüzlü insanlarının yerini sert bakışlı, kaba, turiste şüphe ile bakan, hatta kötü davranan bambaşka bir insan türü alıyor. Bu insanların aynı ulusa ait olduklarından şüphe etmeye başlıyorum…
Hanoi’da ilk olarak “Ho Amca”nın mozolesini ziyaret ediyorum. Ancak, o kadar çok formalite ve kısıtlama var ki, neredeyse buraya kadar kalkıp geldiğime pişman oluyorum. Önce fotoğraf makinelerimi, sonra da içinde sadece evraklarım bulunan çantamı görevlilere teslim etmem isteniyor. Mozoleyi ziyaret ettikten sonra yağmur altında Da Binh Meydanı’nın etrafında yüzlerce metre yürümek zorunda kaldıktan sonra eşyalarıma kavuşuyorum.
Neyse biz dönelim mozoleye…
1969 yılında ölen “Ho Amca” için bu mozole, 1973-75 yılları arasında Sovyetler Birliği’nin desteği ile yapılmış. Bu nedenle Moskova Kızıl Meydan’da yer alan Lenin Mozolesi’nin neredeyse ikizi gibi duruyor. Onun gibi granitten inşa edilmiş. İçinin tasarımı ise tıpa tıp aynı. Ho Amca’nın mumyası aynı Lenin gibi bir camekânın içinde yer alıyor. Yine aynı Lenin Mozolesi’nde olduğu gibi başında askerler nöbet tutuyorlar. Burada konuşulması ve taşkın hareketler yapılması kesinlikle yasak. Fotoğraf makinelerinin içeri dahi sokulmadığını zaten söyledim.
“Ho Amca”nın mumyasının Lenin’den daha soluk olduğunu hissediyorum. Mumyanın her yıl bakım için Rusya’ya gönderildiğini öğreniyorum. Bu nedenle Eylül-Aralık ayları arasında mozole ziyarete kapatılıyor. Sonradan bir kitapta, “Ho Amca”nın aslında yakılmayı vasiyet ettiğini, bu mozolenin kendi isteğine karşı olarak yapıldığını okuyorum. Tüm yaşamı mücadelelerle geçmiş olan gerçek bir halk kahramanın putlaştırılmaya ve fetişleştirilmeye karşı olması elbette çok doğru ve anlamlı. Bir zamanlar göklere çıkarılan Stalin, Lenin, Enver Hoca gibi liderlerin heykelleri sokaklarda sürüklenmedi mi? Stalin’in bir dönem mumyalanan bedeni devran dönünce gömülmedi mi? Bugün Rusya, hala Lenin’i gömüp gömmemeyi tartışıyor. Sonsuza dek mumya olarak kalmayacakları muhakkak. Atatürk gibi, “Ho Amca”nın da kendi ulusu tarafından tam olarak anlaşılamadığını hissediyorum…
Mozolenin ardından Da Binh Meydanı’na yakın bir alanda kurulmuş olan Ho Chi Minh Müzesi’ne gidiyorum. Modern bir mimariye sahip olan müzenin içi, dışı kadar çarpıcı gelmiyor.
Ancak müzenin çıkışında Vietnamlı savaş gazisi bir grubun geldiğini görüyorum. Çoğu eski üniformalarını giyerek gelmişler.
Yaşları 70-80 arası gibi görünüyor. Belki içlerinde doksanı, yüzü devirenler bile var. Yaklaşık 50 kişiler. Hemen fotoğraf makineme asılıp olabildiğince deklanşöre basıyorum. Büyük ihtimalle Vietnam’ın başka bir şehrinden topluca Hanoi’a ziyarete gelen bu heyetten bazıları ricam üzerine objektifime özel olarak poz veriyorlar. Dökülmüş dişleri ile çok sevimli bir gülümseme yayılıyor yüzlerine. Bir Batılının objektifine, Batı’ya karşı kazandıkları onurlu zaferin gururunu göstermek ister gibiler. Bu güzel rastlantının ardından Hanoi’a geldiğime değdiğini düşünüyorum…
Vietnam’ın başkenti olduğu kadar, resmi yüzü de olduğumu düşündüğüm Hanoi’da gösterişli devlet yapıları ve şehrin ortasını süsleyen gölet dışında fazla kayda değer bir görüntü olduğunu pek söyleyemem. Görkemli devlet binalarının çoğunun girişinde size fotoğraf çekmemenizi işaret eden üniformalı ya da sivil nöbetçiler duruyor. Bazılarıyla tartışmak pahasına da olsa resim çekme güdümü engelleyemiyorum. Çektiklerimi kaptırma korkusuyla bir nöbetçiden neredeyse koşar adım kaçmak zorunda kalıyorum…
Devlet binalarının ve büyükelçiliklerin yer aldığı geniş caddeler dışında eski Hanoi genelde dar sokaklardan oluşuyor. Eski olduğu kadar, bakımsız da olan evler ve dükkanlar bu sokakları dolduruyor. Burada gelir seviyesinin Saygon’a göre daha düşük olduğunu görüyorsunuz.
Kaldığım otel Hanoi’un en iyi otellerinden biri olmasına karşın, Saygon’dan yaptığım ödemeye ait kendilerine bilgi ulaşmadığı gerekçesiyle, otelden ayrılırken bir saatten fazla bekletiliyorum. Daha sonra bindiğim bir taksinin şoförü taksimetreyle oynayarak daha önce 20,000 dong ödeyerek gittiğim mesafeye 140,000 dong yazdığını iddia ediyor. Buranın daha ne altyapı, ne de davranış kültürü olarak turiste henüz hazır olmadığı sonucuna varıyorum. Bu yüzden de Saygon’a giden yüz binlerce turistin sadece çok az bir bölümünün Hanoi’a gelmesi şaşırtıcı değil. Hanoi’a gelen yabancı turistlerin çoğu da aslında Halong Körfezi’ndeki karst kaya oluşumlarını görmeye geliyorlar. Benim sürem kısıtlı olduğu için bu güzel yeri maalesef ıskaladım…
Hanoi’u ziyaret ettikten sonra Vietnam hakkında okuduğum çelişkili yazılara hak vermeye başlıyorum.
National Geographic dergisinin Ağustos 1989 sayısında, birleşmenin üzerinden 14 yıl geçmiş olmasına karşın iki Vietnam’ın yaşam stillerinin çok farklı olduğu yazıyordu. Hanoi’u gördükten sonra bu değerlendirmeye katılıyorum. Gerçekten de, Güney ve Kuzey Vietnam arasında ciddi farklılıklar var. Bir yabancı olarak güneyde gördüğünüz rahatlık ve hoşgörü kuzeyde yok.
Saygon hem Vietnam’ın tarihini hem bugün geldiği ekonomik ve sosyal konumu görmek açısından çok önemli bir yer. Ayrıca tarih ya da kültürle fazla ilgilenmeyenler için de, gayet iyi alış veriş ve lezzetli Vietnam mutfağı seçenekleri sunuyor. Burada tam bir turist olabiliyorsunuz. Hanoi’a ise, belki bir resmi ziyaretle gidilirse ilginç olabilir. Resmi ziyaretin doğasına uygun bir kent.
Bu şehirde yaşamak zorunda olan diplomatların görev sürelerinin sonunu iple çektiklerini düşünüyorum.
Yıllardır görmeyi istediğim Vietnam’a karmaşık duygularla gidip, karmaşık duygularla döndüm. Belki de hayatın gerçeği bu. Her şey beyaz ya da siyah değil. Griler ve diğer tonlar da var hayatta. Yazdıklarım ilginizi çeken konular değilse Vietnam’a kadar yorulmanıza gerek yok. Daha yakında daha ilginç yerler bulabilirsiniz. Ben de aynı para ve zamanı harcayarak daha yakınlarda bir yerde, belki de, daha iyi bir tatil yapabilirdim.
Ama ben “Bir, iki, üç, daha fazla Vietnam” dedim…