Akşam olmak üzere buralarda, Sevdiceğim. Güzel, güneşli bir kış gününün akşamında yağmur, fırtına bekliyormuş bu şehri; öyle söylediler. Arkasından da lapa lapa kar yağacakmış.
Caddelerinde, sokaklarında binlerce arabanın, minibüsün, motosikletin, otobüsün durmaksızın, ama yavaş ama hızlı, dolaşıp durduğu bu şehrin insanı gökten nasibine kar mı var, yağmur mu, dolu mu diye merak etmekten ziyade yolların halinin ne olacağını düşünüyor kara kara.
Öyle ya; pek çoğu kendisini bir taşıtın içinde bulacak yine yarın sabah. Kimisi otomobilinin şoför koltuğuna, kimisi dolmuşun, otobüsün ya da servis aracının bir koltuğuna atacak kendini; kimisi bir eliyle yukarıdan sarkan tutamak ya da plastik kepçeleri kavrayarak ayakta seyahate razı olurken kimisi de ev kıyafetinin üzerine alelacele giyiverdiği paltosunun bir kolundan çıkardığı eliyle oğlunun, kızının elinden tutmuş halde bir okul servisinin yolunu gözleyecek. Apartmanların kapısından çıkar çıkmaz taşıt tekerleklerinin ıslak, karlı zeminde yuvarlanırken çıkardığı tedirgin hışırtılar, kıtırtılar karşılayacak insanları ve insanlar büyük şehirde kaderlerinin yollarla tekerleklere ne denli bağlı olduğunu bir kez daha hatırlayacaklar.
Beni merak etme, Sevdiceğim. Otomobille evden anayola çıkmak için iniş yönünde geçmem gereken dar yokuşa alışığım geçen kışlardan. Sağdaki, soldaki sitelerden altında karınca yuvası, önünde deliği olan bir küçük kum tepeciğini sopayla itelediğinde fırlayan yüzlerce karınca gibi çıkıp duran arabalarla hayli kalabalık oluyor zaten. Kalabalığın onca sevimsizliğinin yanında verdiği küçücük güven hissi bu yokuşta da geçerli adeta; ne de olsa öndekiler nasıl gidiyorsa ben de öyle giderim, hem yolu da tekerlekleriyle açmış olurlar diyor insan.
“Hayat da öyle değil midir?” dediğini duyar gibiyim. Belki biraz öyledir. Ne var ki o dar yoldan inerken trafiği yavaşlatan, biraz da kocaman okul servis arabalarının durup kalkmaları oluyor. Etraftaki sitelerin önünde bekleyen öğrenciler değil sadece buna neden olan; servis minibüslerinin ana kapısından içerisine girdikleri büyük bir özel okul da yolun sol tarafında.
Sık sık şahit olduğum görüntü okul kapısına yaklaşırken sola sinyal vermiş lüks bir otomobilin kapının önünde durması, sol arka kapıdan minicik renkli çantası, el örgüsü şık beresi, atkısı, havalı spor ayakkabılarıyla atlayıveren bir çocuk ve elinde şemsiyesiyle ona doğru birkaç adım atan okul görevlisi.
Vay be çocuk diyorum hep içimden; bugün de sana düştü kulağımdan tutup anılara sürüklemek beni.
Gülümsüyorum, Sevdiceğim.
Tatlı mı tatlı çocuğa duyduğum sevgiyi berrak bir suya atılan bir tutam toprak gibi bulanıklaştırıyor otuz yıl öncesinin hüzünleri. O köylerin çocukları, arazi, yollar kalın bir kar tabakasıyla örtüldüğünde büyük küçük hepimizin yürümekte zorlandığı kış sabahlarında, akşamlarında burunlarının, kulaklarının, parmaklarının uçları kızara kızara, ağızlarından, burunlarından buharlar çıkara çıkara okullarına gidebilme, okuldan eve dönebilme savaşı veren minnacık kızlar, oğlanlar, köyün ya da kasabanın ilkokulunda, mesaisinin bitiminde evine, ailesine bir an önce dönmek varken vicdanı rahat etmeyip bir iki öğrenciyi ellerinden tutup evlerine ulaştırmaya çalışan o öğretmen geliyor aklıma.
İnan bana Sevdiceğim, uzaktan görürdüm ama hiç tanışmadım. İsmini dahi bilmiyorum.
Ama tabii Benhur’u unutmadım. Evet, Benhur geliyor aklıma.
Güldürdüm seni, farkındayım. Nereden çıktı diyeceksin bir zamanlar ortalığı kasıp kavurmuş olan meşhur film, biliyorum ama şimdi düşünüyorum da: Benhur o filmin gösterildiği yıllarda doğmuş olmalıydı. Kim bilir? Belki babası, annesi filmi seyredip pek etkilenmişlerdi. Benhur bizim köyün delikanlısıydı; doğduğu yıllarda tabii ki televizyon yoktu evlerde henüz ama annesi ve babası muhtemelen bir şehirde, belki bir açık hava sinemasında ellerine gazete kâğıdından kıvrılarak yapılmış birer külah çekirdek alıp, tahta iskemlelere oturup upuzun filmi keyifle izlemişlerdi.
Bizim köyden bağlı olduğu küçük ilçeye sabah sekizde gidiş, öğleden sonra ikide dönüş olmak üzere tek sefer yapan belediye minibüsünün şoförüydü Benhur. Orta boylu, zayıf, hafif enli yüzlü, siyah saçlı, ince bıyıklı bir delikanlıydı. Köyde fırın, kasap, eczane olmayışı Benhur’a sekiz kilometrelik yolu bir tur gidip gelmekten daha meşakkatli, üstelik karşılığında tek kuruş alamadığı bir görev yüklemişti. Sağlık ocağında verilen ilaçların reçeteleri, günlük gazetelerin, her hanenin ihtiyacı olan ekmeğin ve diğer pek çok ihtiyaç malzemesinin listesini sabahları köylülerden alıp minibüsün ön panelinde bir yerlere koyan Benhur öğleden sonra döndüğünde siparişleri teslim ederdi.
Aydınlık, güler yüzlü, hızlı konuşan, yürüyen Benhur’un bunları yaparken bir kez bile yorgunluk, bıkkınlık gösterdiğini gören olmazdı Sevdiceğim. Büyük şehirde olduğu gibi insanların kaderlerinin büyük ölçüde yollara, tekerleklere bağlı olduğu küçük köyümüzün bu iyiliksever delikanlısına Milli Piyango’dan büyük bir miktar ikramiye çıktığını öğrendiğimde köye veda etmiştim ben. Gelgelelim bu beni çok mutlu etmişti; daha da önemlisi pek şaşırtmamıştı.
Evine dönmek varken öğrencileri ellerinden tutup evlerine ulaştırmaya çalışan vicdanlı öğretmen ve tabii Benhur dilerim sağ, salimdirler; eğer öyleyse epey yaşlanmış olmalılar Sevdiceğim. O karlı kış günlerinde okullarına gidebilme, okuldan eve dönebilme savaşı veren minnacık kızlar, oğlanlar kırklarına merdiven dayadılar ve boylarınca çoluk çocuk, hatta gelin, damat sahibi oldular muhakkak ki. Köyle ilçe arasındaki sekiz kilometrelik yol karla ulaşıma kapandığı için Benhur’un zorunlu izinde olduğu o günlerde zatürreye yakalanan, ateşler içinde yanan, ne ilaçlarını kendisine ne de kendisini bir hastaneye nakledebildiğimiz o bebek sonsuzluğa yelken açtı açalı melek gibi uyuyor kabrinde.
Ve ben paltomun geniş iç cebine mektubumu koyup arabama binecek, lapa lapa kar altında, ıslak, karlı zeminde ilerleyen tekerleklerin tedirgin hışırtılarını, kıtırtılarını işite işite karışacağım bizim yokuşun trafiğine. Yolun sol tarafındaki özel okulun görevlisi elinde şemsiyeyle babasının otomobilinin sol arka kapısında karşılayacak renkli çantaları, şık bereleri, atkıları, havalı spor ayakkabılarıyla yola adım atıveren çocukları ve bu tatlı mı tatlı küçük beylere, hanımlara duyduğum sevgiye ülkenin dört bir yanındaki köylerde, kasabalarda şu kış günlerinde okullarına gidebilme, okuldan eve dönebilme savaşı veren minnacık kızları, oğlanları düşündükçe bir tutam hüzün katacağım, tıpkı berrak bir suya atılan bir tutam toprak gibi.
Bir sonraki mektuba dek, lal küpeli kıza, al yanaklı dev adamdan…
1.Mektup
2.Mektup