Buket Başer
Telefonu kapattığımda yüzüm bembeyaz, ellerim buz gibi olmuştu. Telefondaki kişi Tahran’a gitmem gerektiğini söylemiş, herhangi bir endişe duymamam konusunda beni telkin etmeye çalışmış, lakin pek de başarılı olamamıştı. Ne anlatırsa anlatsın İran şeriat ile yönetiliyordu ve ben ve şeriat mümkün değil anlaşamazdık.
Ama yapacak fazla bir şey de yoktu. Bu seyahat illaki yapılacaktı…
İran’daki kılık kıyafet kuralları için her ne kadar “çok katı değil” denilse de, ben tedbiri elden bırakmamaya karar vermiştim. Önce bir arkadaşımdan omuzlarımı da örtecek bir başörtüsü, örtü kaymasın diye içine bir tülbent ve upuzun bir pardösü ödünç aldım.
Ayağımdaki postallar yeterli idi, orada topuklu giyecek halim yoktu ya?!
Makyaj malzemelerime şöyle bir baktım; rengârenk rujlar, ojeler, rimeller…”Şaka mı yapıyorsun Buket? Bunları sürmeyeceksin herhalde? Alımlı olmak bir yana dursun mümkünse görünmez olman gerekiyor İran’da”. Tüm makyaj malzemelerimi çekmeceye geri koydum. Tırnaklarımı da kısacık kestim, ne olur ne olmaz diye. Saçım hiç gözükmeyeceğine, hep toplu olacağına göre tarağa ne gerek vardı ki? Onu da bıraktım evde. Aynaya bakmak istemeyeceğim bir seyahat olacağı kesindi.
Seyahat günü geldi çattı. Neyse ki yalnız değildim. Uçak Tahran havaalanına indiğinde ben arkadaşımdan öğrendiğim şekilde tülbenti, üzerine de başörtümü bağlamıştım bile. Korku gitmiş yerini heyecana bırakmıştı. Kim bilir neler görecektim Tahran’da? Uçağın kapısı açıldı ve kapının ağzında güvenlik görevlisi gözüktü. Sert mizaçlı kocaman bir adamdı. Yüksek ihtimal tesettür kontrolü yapacaktı biz uçaktan inerken. Ben hazırdım nasılsa, sorun yoktu. Kendimden emin, adama doğru ilerlerken benim örtü kayıp düşmesin mi? “Hay ben böyle şansın…Şu koltuğun arkasına mı saklansam acaba? Aman ya Buket, dakika bir gol bir başını derde mi sokacaksın?”
Yanımdaki arkadaşlar halime gülerken ben omuzlarımdan aşağı kayan başörtüsünü yeniden kafama geçirdim. Güvenlik görevlisinin suratına bakmaya cesaret edemedim yanından geçerken.
Uçaktan indik. Havaalanında yürümeye başladık. Tam bir oh çekecekken, başka bir güvenlik görevlisi bana bağırmaya başladı. “Haydaa, ne yaptım ki şimdi ben?” Adam eliyle koluyla bir yeri gösteriyor ve ısrarla bana bağırıyordu. Ben de önümdeki arkadaşları gösteriyor “biz beraberiz” diyordum ama adam Farsça, ben İngilizce bir türlü anlaşamıyorduk. Nihayet bizim arkadaşlar durumu çözdü. Meğer güvenlik çıkışı harem selamlıkmış, bizim arkadaşlar erkek ve ben onların peşinden selamlık kısma doğru ilerlediğim için görevli kızmış. Arkadaşlarımdan ayrılıyor olmak hiç hoşuma gitmese de görevlinin gösterdiği yere gittim. Kara çarşaflı güvelik görevlilerine en sevimli halimi takınsam da bir tebessüm alamadım. Tüm işlemler tamamlandı ve nihayet havaalanından çıktık çıkmasına da ben kapıda mıhlanıp kaldım karşımdaki manzara karşısında.
Manzaradan kastım çiçek, böcek değil, insan manzarası, daha da doğrusu İran kadınlarının manzarası.
Karşımda tartışmasız Orta Doğu’nun en güzel kadınları duruyordu. Hepsinde hokka bir burun ki, sonradan öğrendiğim kadarıyla dünyada en fazla burun estetiği yapılan ülkelerden biri İran’mış. Dolgun, kıpkırmızı ruj sürülmüş dudaklar, upuzun kirpikler, sürmeli kahverengi gözler, inci gibi dişler, üzerlerinde vücutlarının tüm kıvrımlarını gösteren kıyafetler, ayaklarında topuklusu, sandaleti çeşit çeşit ayakkabılar, başlarında şöyle bir attıkları şal ki buna başörtüsü demeye bin şahit ister. Ahh dedim içimden, dinlemem gerekirdi şu beni arayan İranlı adamı, söylemişti; “düşündüğünüz gibi değil” diye ama ben ne yaptım? Dinlemedim, ön yargılarımı kıramadım, en paspal kıyafetlerimle, yanıma tarak bile almadan geldim buraya. Belli ki rezil olacaktım ama hak etmiştim bu durumda olmayı.
Tahran kocaman, oldukça karmaşık, tezatlıklarla dolu bir şehir. Bir şehrin medeniyet seviyesini trafiğinden anlarsınız diyenler ne kadar haklıymış.
Sonuçta medeni şehirlerde, medeni insanlar başkalarının haklarına saygı gösterir, kurallara riayet ederler. Tahran trafiğinde kural mural yok. Trafik ışıkları bile doğru dürüst çalışmıyor ki, çalışsa da ışığı takan yok. Dört yol ağzında dört taraftan gelen araçlar birbirine yol vermeden hızla geçebiliyor ya da geçemiyor çarpışıyor. Tahran’da günde 8-9 kaza gördüğüm olmuştur. Sanki lunaparka gittim de çarpışan arabaları izliyorum.
Zaten trafikteki araçların çoğu geçen yüzyıldan kalma bir model, tamponu, dikiz aynası, plakası kopmuş ya da koli bandı veya ip ile tutturulmuş, her yeri vuruk. Tahran dünyada en fazla trafik kazası olan şehirlerden biriymiş.
Tahran’ın medeniyet seviyesi şu anda düşük olabilir ama 1970’lerde devrim öncesi planlanan metrosuyla da bunca yıl önce ne kadar gelişmiş bir yer olduğu konusunda insanı hayli şaşırtıyor. Metroya harem, selamlık ve karışık olarak binebiliyorsunuz. Modern ve zengin Kuzey Tahran’dan fakir ve muhafazakâr güney Tahran’a giderken oldukça kalabalık bir grup olarak binmiştik metronun karışık vagonuna. Metroda rahatsız edilmemiştik ama Güney Tahran’da çarşıda dolaşırken aramızda itilip kakılanlar, sarkıntılığa uğrayanlar olmuştu maalesef. Güney’de kendinize, cüzdanınıza, çantanıza dikkat etmeniz gerekiyor.
Hijyen konusu önemli; yemek yediğiniz yer ne kadar lüks ise hijyen de o kadar artıyor. Tahran’a ilk gittiğimizde bizi götürdükleri restoranda masaya konan kaşığı kaldırdığımda fenalık geçirmiştim. Çünkü ön tarafı temiz gibi duran kaşığın arka tarafı bembeyaz yoğurt kalmıştı. Adamlar belli ki kaşığı yıkamak yerine önünü bezle silip masaya geri koymuşlardı.
Kılık kıyafet konusu tahminimden çok daha serbest çıkmakla beraber şort ya da kapri pantolon erkekler için de kadınlar için de yasak. Devrim Muhafızları alıp götürebilirler sizi.
Çok canlı renkler zaman zaman uyarı alsa da ben sonraki gidişlerimde oldukça renkli dolaşmış ve bir problem yaşamamıştım. Bununla beraber bir fuara çalışmak üzere gelen İranlı arkadaşlarımın kıyafetleri uygun bulunmadığı için eve geri gönderilmiş, hepsi kapkara pardösü ve başörtüsü ile geri gelmişlerdi. Onları tanımakta zorluk çekmiştim.
Özellikle okullar kapandıktan sonra yaz döneminde denetimlerini sıkılaştıran Devrim Muhafızları gençlerin yakasına yapışmış durumdaydı.
İranlı bir arkadaşımın avukat babası devrim yapılırken adliye kapısında kravatıyla, takım elbisesiyle dururken tartaklanmış ve kravatı kesilmiş. Arkadaşım, babasının bu olay sonrasında aylarca dilinin tutulduğunu gözleri dolarak anlatmıştı. Kravat hâlâ yasak İran’da. Hristiyanlığı çağrıştırdığı için mi, medeniyeti çağrıştırdığı için mi, bilemiyorum ama yasak işte. Bu arada unutmadan yazayım internet var ama fikir alışverişinde bulunabileceğiniz Twitter, Facebook gibi platformlar yasak! Gençler, VPN gibi programlar indirip yine de bağlanıyor tabii.
İçki içmenin, satmanın, barındırmanın yasak olduğu İran’da evlerdeki partiler dillere destan. Ev mahrem bölge olduğu için nadiren Devrim Muhafızları tarafından basılıyor. Partilerde başörtüleri çıkıyor, gece kıyafetleri giyiliyor, içki, dans her şey var. Eve pek baskın olmuyor ama olur da gelirler ve içkiyi yakalarlarsa kendinizi kodeste buluyorsunuz tabii. Bir tanıdığım bir ev partisinde basılmış ve ailesine haber verilmeden, telefon hakkı kullandırılmadan üç gün içeri atılmıştı. Bu baskı altında bile İran’ın modern kesimi, bizim modern kesimden evlilik öncesi ilişkiler bakımından çok daha rahat. Bu evlilik öncesi ilişkiler modern aileler tarafından biliniyor, onaylanıyor, korunuyor.
Ev partisi demişken şu taraksız, makyaj malzemesiz Tahran’a ilk gidişimde bir İranlı bir aile tarafından yemeğe davet edilmiştik. Evden ziyade malikane diyebileceğim bu yerde kapıyı açan uşak ilk iş olarak başörtümü istemişti. Taranmamış, karman çorban saçlarım, üzerimde üç beden büyük bir gömlek ve postallarımla yer yarılsa da içine girsem diye düşünmüştüm. Hele bir de kolsuz mini elbiseyle ev sahibesi gelince iyice utanmıştım halimden. O akşamki yemek tam bir ziyafetti. Bir kere aklınıza gelebilecek her türlü içki (rakı dahil) ikram edilmişti. Tadı damağımda kalan İran pilavından çelo kebaba, sebzeli kavurmadan acem çorbasına onlarca çeşit yemek vardı. Bizim İzmirliler gibiydiler, ikram hiç bitmedi. Bizi masadan kaldırabilmek için neredeyse bir vinç çağıracaklardı. O zamanlar sigara kullanan ben, yemek sonrası baktım sigara beni kesmeyecek bir puro yakmıştım güya rahatlamak için.
İran mutfağından biraz örnek vermek istiyorum…
Bir kere bu mutfağın kral ve kraliçesi safran ve zereşk! Safranı biliyorsunuz zaten, bizde de kullanılıyor, zereşk ise bir çeşit İran üzümü. Kırmızı renkli, ekşimsi bir tadı var. Pilavın üstüne, çorbaya, neredeyse tüm yemeklere konuluyor. İran pilavı her öğünün olmazsa olmazı. Bizdeki basmati pirincine benzeyen ince, uzun, kokulu bir pirinçten yapılıyor. Pişirme şekli ilginç aynı makarna gibi haşlayıp süzülerek hazırlanıyor. Üzerine bol tere yağ ve tabii ki safran. Sarı rengini safrandan alıyor İran pilavı.
Ghormeh Sabzi: Neredeyse her hafta evlerde pişen bir yemek. Börülce ve kuzu etinden yapılıyor. Baharat olarak kurutulmuş İran teresi, kişniş, göy, kurumuş limon vb. kullanılıyor. Aroması güçlü, bol baharatlı tüm İran halkının sevdiği bir yemek
Tebriz Köftesi: Kocaman bir top köfte düşünün içinde kırık nohut, kıyma, soğan, zereşk ve haşlanmış yumurta. Kızartılarak pişiriliyor. Bu dev top köftenin kesiti pek renkli.
Çelo Kebap: Görüntü olarak bizim kıyma kebaba benziyor. Ama içinde safran var. Yanında pilav tereyağı ve yumurta sarısıyla geliyor. Yemeden önce üçünü kendiniz karıştırıyorsunuz.
Tatlı olarak hurması, latifesi, acıbadem kurabiyesi…yok yok İran mutfağında. Çayı kıtlama içiyorlar, yani şekeri içine karıştırarak değil yanında yiyerek. Ben şeker yerine hurmaları götürdüm çayın yanında. Hurmaya halen de bayılırım. Bir grup doktor şeker hastaları bile rahatlıkla yiyebilir derken bir grup sakıncalı görüyor hurmayı. Ölçülü yemek orta çözüm gibi duruyor. Şu ölçü işini ben de öğrenirim bir gün inşallah.
İran’da unutamadığım etkinliklerden biri de yıllar önce Türk Büyükelçisinin bize büyükelçiliğin muhteşem bahçesinde verdiği yemek olmuştu. Yemeklerden çok masadaki ay yıldızlı gümüş yemek takımlarına takılmıştık hepimiz. Büyükelçi İran’daki faaliyetlerimizden övgüyle bahsederken hepimizin içi gururla dolmuş, gözlerimiz sulanmış, milliyetçi duygularımız kabarmıştı.
Bir de Coca Cola mevzusu var. 1979 yılında Tahran’daki ABD elçiliğinin basılıp diplomatların rehin alınmasıyla önce İran ürünlerinin Amerika’da satılması, sonra 1995’te ABD’nin İran’a tüm ticareti yasaklandı. 2016’ya kadar ambargo devam ederken ben Tahran’da içtiğim bizimki ile birebir aynı tatta ve ambalajdaki Coca Cola’ları nasıl açıklayacağımı bilemiyorum?!…
Yıllar geçtikçe İran’a gidenler, orada yaşayanlar baskının çok daha azaldığını söylüyor, hatta Türkiye’yi daha muhafazakar bulanlar bile var.
Ben İran’da güzel vakit geçirdim. Oradaki kültürü, mekanları, insanları sevdim, dost oldum. Türkiye’de yaşayan İranlılar memleketlerini özlemle anıyor, ülkelerine kötü söz söyletmek istemiyorlar. Bu durumu anlıyor ve saygıyla karşılıyorum. İstediğiniz kadar İran uygarlığını, tarihini, bir zamanlar ne kadar gelişmiş olduğunu, güzel yemeklerini konuşabiliriz ama nihayetinde İran şeriatla yönetilen bir ülkedir ve şeriat şeriattır işte, şakası yoktur!
Gittikçe muhafazakarlaşan Türkiye’nin İran’a dönüşmemesi ise tek temennimdir!
Sevgiyle kalın,
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.