Erdal Çolak
Bu yazıyı yazmamın sebebi Endonezya’nın Batı Cava eyaletinin Ciranjang kentinde meydana gelen 5,6 büyüklüğündeki depremde 268 kişinin ölmesi, yüzlerce kişinin yaralanması.
Felaketin ardından hemen hemen hiç kimse profil resmine Endonezya bayrağı koymadı ya da ”Endonezya depreminde hayatını kaybedenleri rahmetle anıyoruz” yazmadı. Bir devlet ya da bir kişi çıkıp depremzedelere yardımda bulunmadı. Dini törenler düzenleyip sembolik çiçekler koyan, mumlar yakan da olmadı.
Sizce neden?
Bu yazıyı okuyan birçok arkadaşımız rahatsız olacak. Çünkü çifte standardı yaşayan, yaşatan bireyler haline gelmişiz.
Nazım Hikmet’in dediği gibi:
Çıkar boynundan at o ipi çocuk!
Salıncaklar mı yok sana?
Kalk hadi o soğuk betondan
Yatacak başka yer mi yok sana?
En sevdiklerimi verdim ölüme de;
Ben bu yaşımda gitmenin böylesini görmedim.
Kırılan bir boyun gibi orta yerinden kırıldığını ömrün…
Görmedim Ademoğlunun dalından koparılır gibi koparıldığını…
…ve böylelikle umut etme kabiliyetimizi aldılar elimizden.
Ne diyeyim, dilerim ihtiyacı olan birine gidiyordur bizden aldıkları umut!
Dünya adaletsiz çocuk!
Dünya zorba.
Öyle acımasız insanlar haline geldik ki… İnsani değerler yok, merhamet, sevgi, saygı yok, empati acıma, iyi duygular yok. Kendi türünün yaşadığı acılara sessiz kalan insafsız, vurdumduymaz bir varlık.
Acımasızlığın daha net hissedildiği, tecrübe edildiği hatta bu örnekle teyit edildiği bir gerçekle karşı karşıyayız.
İstiklal Caddesi’ne bombayı yerleştiren Ahlam Albashır’ın üç kardeşi cihatçı örgüt IŞİD saflarında, dahası bir abisi de Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) komutanı. Paradokslar içinde kandırılan insanlar. Hadi konunun farkında olan birçok arkadaş İstiklal’deki bombacı olayına kayıtsız kalmadı. Terör kimden gelirse gelsin masum insanlara zarar veren bir eylem asla kabul edilemez.
Peki ama hiçbirinizi etkilemedi mi Endenozya’da ölen 268 can? Bu olay dünyanın herhangi bir yerinde, mesela Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde olsa herkes sosyal medya profilinde ”pray” diye yazıp dualar eder, paylaşımlar yapardı.
Sebebi ne olabilir diye düşündüm…
Demek ki devletler fakir olunca ya da dünya arenasında ön sıralarda yer almayınca o ülkelerde ölen insanlar da ciddiye alınmıyor. Kendi türünü yağmalayan, sömüren insan bu kadar acımasız hale gelmiş. Doğru, Endonezya’nın başına gelen doğal bir afet. Belki de insanlar Endonezya olduğu için ciddiye bile almadı.
Neden sen-ben, zengin-fakir ayrımı var bu dünyada var? Dinlere inanan insanlara, toplumsal örgütlere bakıyorsunuz, hepsi sessiz. Her şey para… Nietzsche’nin dediği gibi: “İnsan dünyayı insanlaştırdı, acılarını kendinden soyutlayıp dünyaya verdi.”
Para, zenginlik belirleyici rol oynuyor. İnsanoğlu ikiyüzlü bir tavır içinde. Belki de yaşadığımız bütün acıların kaynağı budur. Can Yücel’in şiirinde de geçtiği, gibi zengin ile fakir arasında bir uçurum var.
Bakın komik gibi görünen ama insanın kafasına kafasına vuran zengin-fakir arasındaki farkları anlatan bazı paylaşımları aktaracağım.
-Zengin bir kişi törenle dünya evine girer, fakir sadece evlenir.
-Zenginler dünyaya gelince vaftiz annesi olur, fakirleri dünyaya getiren bir ebesi vardır.
-Ekonomik durumu iyi olan çocuklar özel kreşlerde, fakirin çocuğu mahalle sokaklarında büyür.
-Zengin çocuğu özel okulda, fakirin çocuğu devlet okulunda okur. Ekonomik yönden güçlü olan ailenin çocuğu paralı özel üniversiteye, fakirin çocuğu ise sıradan devlet üniversitesine gider.
-Garibanın fukaranın çocuğu gerçek anlamda askerlik yapar, vatanı için ölür. Zenginin çocuğu torpil ile ya çürüğe çıkar ya da parasını verip kısa dönem askerlik yapar.
-Biri hayata gözlerini yumar, öbürü ölür.
-Zengin golf oynar, kayak, ralli, paraşüt gibi bireysel sporları sever. Fakir futbol, basketbol gibi takım oyunlarını sever. Ha unuttum, fakir golf oynayamadığından çelik çomak oynar.
-Zenginin yaşadığı yere sosyete semti denir, o semtte, bölgede vekil olur. Fakirin kaldığı yere gecekondu mahallesi denir, oraya sadece muhtar olur.
-Zenginin hastasına personel “Tarık Bey”, “Füsun Hanım” diye seslenir. Fakirin hastasının adı yokmuş gibi “o hasta” denir. Zengin özel hastanede özel odada yatar. Fakir hastalanır, devlet hastanesinin koğuş misali odalarında askeriye misali yatar.
-Zenginin cenazesi sosyete camisinde tantana ile alkışlarla kalkar, sosyete mezarlığına gider. Fakirin cenazesi mahalle caminden tekbirlerle, helalliklerle kalkar, nerede boş mezar yeri varsa oraya gider.
-Fakir çaldı mı hiç sorma, bir dilim baklava için çocuklar cezaevlerinde çürüyor. Zengin ülkeyi soyup soğana çeviriyor, devletin paralarını hortumluyor, vergi affına tabii tutuluyor. Zengin bir mağazadan bir şey çalınca bile kleptomani hastası deyip işin içinden çıkarlar.
-Fakir birine deli gibi tutulup aşık olur mahallenin sapığı diye adı çıkar. Zengin, kadınlarla gönül eğlendirdi mi çapkın playboy olur.
-Zengin biri mağazaya girince hoş geldinlerle karşılanır. Bu kişi önce alacağı şeyin bedenine bakar, gariban ise önce fiyatına.
-Zenginin psikolojik rahatsızlığına stres ya da obsesif kompulsif bozukluk deyip geçiştirirler, fakire ise “yazık kafayı üşüttü” derler.
-Zenginin oturmaktan beli ağrır, Tayland masajına gider, fakir belindeki ağrıyı azaltmak ve fıtığı iyileştirmek, belini kütletmek için ahır duvarlarına ya da yol kenarlarına yazılmış cep telefonlarını arayıp ortopediden anlamayan insanlardan medet umar.
-Zengin detoks yapar, fakir bağırsakları temizler.
-Zengin alerji olur, fakir uyuz olur.
-Zengin zihinsel arınma seansına girer, fakir dip köşe temizlik yapar, olmadı türkü bara, pavyona gider.
-Zenginin korkuları, endişeleri varsa spiritüel danışmana, yaşam koçuna başvurur, fakir ne yapsın, hacı hocaya cin çıkarmaya gider.
-Zengin bir iş için sözleşme imzaladığında proje başlama bedeli öder, fakir aldığı ne alsa kaparo verir.
-Zenginler tatil köylerine gidince bronzlaşır, fakirler yanar.
Demem şu ki hayatı belli kalıplar içinde yaşıyoruz. İşte bu kalıplar içinde düşününce Endonezya’daki deprem bize hiçbir şey ifade etmez.
Ne diyorlardı?
Para nedir, bazen ihtiyaç, bazen mutluluk, bazen varlığı acı kayıp.
Para insana göre değerlendirilmez. Para harcanır ama insan harcanmaz. Hangi ideolojide, düşüncede, inançta olursak olalım acıları uluslara, toplumlara, ırklara, dinlere, dillere, renklere göre değerlendirmeyelim.
Ne yaparsak yapalım doğayı kontrol altına alamayacağımız gerçeğini unutmayalım. İçimize oturmuş dar kalıplardan kurtulmanın yollarını arayalım…