Aydın Sezer
İlk olarak Dış Ticarette Durum dergisinde 2008 yılı Aralık ayında yayımlanan makalem:
‘Berlin Duvarı’nın yıkıldığı günlerde BBC’de (radyo) yayımlanan bir analiz programını hatırlıyorum. Yanılmıyorsam, stüdyoda bir iktisatçı, bir tarihçi ve programın sunucusu sosyalist sistemin yıkılışını tartışıyorlardı. Berlin’e, duvarın önündeki göstericilerle mülakatlar yapan spikere bağlanıldığında, arka planda haykırışlar ve duvara indirilen balyoz sesleri duyuluyordu. Spiker şu cümle ile söze başladı; “İşte bu sesler, sosyalizmin yıkılışının sesleri mi yoksa, kapitalizmin çöküşünün başlangıcının sesleri mi?”
Stüdyodaki iktisatçı bu cümleyi şöyle yorumladı:
“Sosyalizm yıkıldığı takdirde, kapitalizm kendi iç çelişkilerine daha hızlı dönecek.Pazar ve ham madde paylaşım savaşları tekrar başlayacak. Sosyalizmin yıkılmasıyla, kapitalizm anti–tezini kaybeder. Eğer, yakın bir gelecekte Sovyetler Birliği de dağılırsa, bu siyasi gelişme karşısında, Amerika’nın ve kapitalizmin mutlak galibiyetini kutlamaktan ziyade, dünyanın tek kutuplu düzende karşılaşacağı sorunlara nasıl çözüm bulunabileceğini bugünden tartışmamız gerekiyor. Zira, kapitalizm gibi rekabete dayalı bir sistem, kendi rakibi olmazsa değişen ortama nasıl adapte olup, verimliliğini koruyacak.”
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte hız kazanan globalizm ya da yeni kapitalizm, ekonomi alanında olduğu gibi siyasi alanda da radikal değişimler gündeme getirdi. Sovyetler Birliği gibi enerji, madenler ve diğer ham madde kaynakları ile yetişmiş iş gücüne sahip bir ülkenin dağılması, kapitalist sistemdeki fiyat ve ücretlerdeki değişime dahi etki etti. Kapitalizm, bu değişimin en çarpıcı örneğini Çin’de sahneye koydu. Sosyalist bir ülkede küllerinden adeta yeniden doğmaya çalışan “klasik kapitalizm”, dünyaya iki yüzyıl önceki vahşi kapitalizmi tekrar yaşatıyor. Bir tarafta piyasa sosyalizmi de denilen Çin modeli, diğer tarafta ise, bilgi ekonomisine dayalı teknolojik üstünlüğün ön plana çıktığı “yeni kapitalizm”, globalizm adı altında dünyaya şekil veriyor.
Enformasyon çağı, globalizm, tek dünya, tek pazar, sermayenin uluslararası niteliğe kavuşması, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) aracılığıyla globalizmin hukuki alt yapısının tamamlanmaya çalışılması gibi bilinen tüm süreçlere rağmen, kapitalizmin özüne, yani iç çelişkilerine döneceği o kadar aşikardı ki, bunu anlayabilmek için Marksist olmaya dahi gerek yoktu. Fütüristler, tek kutuplu dünya üzerine kafa yorarken, resmi ideolojiyle nereye kadar gidilebileceğinin hesaplarını yapıyorlardı. 11 Eylül uçaklarının sahneye çıkmasıyla, resmi ideologlar ABD ve tek kutuplu dünya düzeni için umut ışığını keşfetmişlerdi. İşte, yeni anti–tez buydu: Terör. Medeniyetler çatışmasına kafa yorularak, bu antitezin kapitalizmin yeni dinamosu olacağı da savunuldu, ancak çok geçmeden bu tezin fazla iş yapmayacağı önce Afganistan sonra Irak’ta görüldü. Sistem ideologları artık, Baudrillard’a kulak vererek, globalleşmenin sınır tanımayan yayılmacılığıyla kendi sonunu hazırladığını fark ettiler, ancak, ok yaydan çıkmıştı bir kez.
Sistem ideologları, sosyalistlere, “software üretiminde artı değer sömürüsünün kaçıncı çalışma saatinde ve nasıl oluştuğunu” sorarak alay ederken, sözde Marksistler, sahip oldukları müthiş “değişim” silahına rağmen, enformasyon çağında kapitalizmin çelişkilerinin nasıl şekilleneceği konusuna kafa yormadılar. Kimileri nostaljik takılarak, Che’nin resmine bakıp, “Hep komünisttim, hep komünist kalacağım” dedi, kimileri de globalizmin nimetlerinin avukatlığına soyundu. Sosyalistler pazar paylaşımı ve ham madde kaynaklarının bölüşümü sorun olmaya devam ettikçe, “klasik ya da yeni” kapitalizmin özünün değişmeyeceğini ve yarınların dünyasının nasıl şekilleneceğini tartışmaktan bile uzak durdular.
Klasik kapitalizmin çözemediği başta açlık olmak üzere, sefalet ve geri kalmışlık, kapitalizm hakkında iyimser olmamızı engellerken, yeni kapitalizmin yarattığı teknolojik uçurum çelişkileri daha da derinleştiriyor. Küreselleşmeyi sadece merkez ülkelerden, çevre ülkelere yönelik tek yönlü sermaye, mal, hizmet ve ideoloji akımı olarak yorumlarken, hatta ulus devletlerin öneminin ortadan kalktığı iddia edilirken, çevreden merkeze yönelik küreselleşmenin neden ve nasıl engellendiğini tartışmıyoruz. Bence, bu noktada, küreselleşme kavramı yerine “küreselleşmeme” olgusunu tartışmamız gerekiyor. Bu tartışmayı, küreselleşme karşıtlığı temelinde değil de, iki yönlü olarak nasıl daha iyi küreselleşilebilir noktasında yapmalıyız.! Tabii eğer, yeni kapitalizm müsaade ederse!..
Küreselleşmenin siyasi hayatta demokrasiyi ve demokratikleşmeyi de getirdiği belirtiliyor. Bu savın doğruluğunu Irak örneğinde yaşadık. Ancak, küreselleşmenin özellikle bilgi kaynaklarına ulaşım konusunda gerçek bir demokratikleşme yarattığını söyleyebiliriz. Diğer bir ifade ile, yeni kapitalizm bilgi-iletişim teknolojisi sayesinde insanların yaşam kalitesini yükseltmiştir. Bu teknoloji ve iletişim olanakları sayesinde yeni kapitalist sistemin iç çelişkilerinin veya çöküşünün doğuracağı balyoz seslerini bu defa radyo ve TV’lerden değil cep telefonlarının küçücük ekranlarından izleyeceğimizden eminim. ‘Gelişme Yolundaki Ülkeler’ (GYÜ) bu gelişmeyi hiç şüphesiz kapitalizme borçludur. Ancak, klasik kapitalizmin açlık sorunu mevcudiyetini korurken, teknolojik ürünlerin paylaşımındaki demokratikleşme değerini yitiriyor. Küreselleşmenin çağımızın en yıkıcı sorunu haline geldiği tartışılırken, Jacques Chirac gibi muhafazakar bir politikacının da, bu yöndeki endişesini farklı bir şekilde aşağıdaki kelimelerle ortaya koyması dikkat çekiyor. “Küreselleşme ondan asıl yararlanması gereken toplumların geleceğini daha iyi aydınlatıyor.” Bu cümle, esasen, kapitalizmin kendi sonunu hazırladığı savını destekleyen bir endişenin ifadesidir.
Küreselleşme fakirliğe çare olamadığı gibi, ekonomik ve siyasi istikrarı sağlayan bir unsur da olamadı. Teknolojideki gelişme düzeyine rağmen, günlük bir doların altında gelirle yaşamak zorunda olan insan sayısı da artıyor. Dahası ABD’de bile evsizlerin sayısının yarım milyondan fazla olduğu tahmin ediliyor. Dünyanın herhangi bir bölgesinde, Asya’da veya Latin Amerika’da yaşanan krizler, küreselleşmenin teknik tanımına uygun olarak ülkelerin ekonomilerini olumsuz yönde etkiliyor. Böylece, küreselleşme sayesinde dünya çapında finansal kriz ve çöküş yaşanıyor. Klasik de olsa, yeni de olsa, kapitalizm kapitalizmdir. Kendi iç çelişkileri sayesinde son yüzyılda 2 dünya savaşı yaşatmıştır. Bu nedenle, mucize beklemek yerine kapitalizmi olduğu gibi kabul etmek gerekiyor. Sanırım kapitalist iktisatçılar da bu gerçeği çok iyi bildiklerinden olsa gerek, kapitalist sistemin yaşadığı dönemsel krizlere ancak, teknik analizlerle ve sıradan vatandaşların anlamadıkları bir dilde, sadece yorum getirebiliyorlar. Asya krizi, mortgage krizi v.b. gibi. Oysa, kapitalist sistemde yetersiz talebin ekonominin çökmesine neden olduğunu yıllar önce Keynes açıklamamış mıydı? Durgunluk yanında finansal şoklar da kapitalizmin ayrılmaz bir parçasıdır. Menkul veya gayrı menkul değerlerin kar edebilmek maksadıyla aşırı talep karşısında artması sonucu belli bir seviyeye (zirveye) yükselmesinden sonra aniden balon gibi sönmesi beraberinde krizleri ve iflasları getiriyor.
Küreselleşme olgusuna bağlı olarak GYÜ, bankacılık ve finans sistemlerini libere ederek Batı finans kuruluşları için yeni piyasalar ve olanaklar ortaya çıkardı. Sermaye hareketlerinin serbestleşmesi, spekülatif amaçlarla bu ülkelere gelen uluslararası sermayenin en küçük bir dalgalanmada dahi bu ülkeleri terk etmesi krizi derinleştiriyor. Bu gelişme, küreselleşme sayesinde birbirine bağımlı hale gelmiş olan diğer ekonomilerin de olumsuz yönde etkilenmesine yol açıyor. Krizin etkileriyle ihracata yönelmeye çalışan GYÜ’ler Batı pazarlarına girişte teknik engellerle ve kısıtlamalarla karşılaşırken, DTÖ’nün varlığına rağmen küreselleşme gerçeğinin gümrük duvarlarını indirdiği yalanını keşfediyorlar. Uluslararası ticarette her zaman geçerli olan kural işlerliğini sürdürüyor; dünya ekonomisini ve büyük pazarı elinde tutan ülke, dileği koşulları ve kuralları dikte edebilir. 19. yüzyılda İngiltere, 20. yüzyılda ABD, şimdilerde ise, AB oyunun kurallarını dilediği gibi belirliyor.
Yeni kapitalizme ve küreselleşmeye yönelik eleştiriler ya da olumlu yöndeki yorumlar şu gerçeğin göz ardı edilmesini engelleyemiyor. Küreselleşme derinleştikçe, ulus devletlerin ve ulusal sınırların önemi giderek artıyor. İşte bu noktada, küreselleşmenin eşitler arasında anlamlı olabileceğini düşünüyorum. Global ekonomik sistemin bugünkü hali ve anlayışıyla yarının dünyasını şekillendirebilmesini beklemek bir hayal olur.
Kapitalist sistemin özü “en iyinin sağ kalması” temeline dayanıyor. Klasik iktisat teorisi, herkesin kendi çıkarlarını maksimize etmesi durumunda, tüm toplumun çıkarlarının maksimize olacağını iddia ediyor. Bugün, doğru olmadığı kesin olarak ortaya çıkmış bu sav yerine neyi ortaya koyabiliriz? Zira, ekonomik açıdan mağlup olanlar ile ekonomik belirsizlikte ne yapacağını bilemeyenler kökten dinciliğe yöneliyorlar. Bu sayede bireyler gerçek dünyanın belirsizliği yerine, belli kuralları uyguladıkları takdirde kurtuluşa ereceklerine inanıyorlar. İşte bu noktada, kapitalizm, kökten dinciliği ve terörü anti tezi gibi sunmaya çalışarak, sistemin karşısında gerekli olan “düşmanı” ortaya koyduğunu zannetti. Ancak, üretim araçları ve üretim ilişkileri bağlamında nesnelliği olmayan bu sanal düşmanın kapitalizmin anti tezi olamayacağı çok kısa sürede anlaşıldı.
Demokrasi ve kapitalizm gücün dağılımı noktasında çok farklı yaklaşımlara sahiptirler. Kapitalizm gelir düzeyinde ve mülkiyet alanında eşitsizlik yaratırken, demokrasi siyasi gücün eşit olarak dağıtılmasını savunur. Kâr etmek ve fırsat yaratmak kapitalizmin itici gücüdür. Rekabetin özü diğerlerinin piyasadan silinmesi temeline dayanmaktadır. Bu nedenle eşitlik temelli demokrasi ile artan miktarda eşitsizlik yaratan ekonominin bir arada yaşamasının mümkün olmadığı görülüyor. Gelişmeler gösteriyor ki, Avrupa’da yaratılmaya çalışılan sosyal güvenlik devleti de geçerli bir alternatif olma özelliğini kaybetti. Sosyal güvenlik sistemi iflas etti. Bir anlamda liberal Avrupa, sosyal Avrupa’yı finanse etmekte yetersiz kaldı.
Bugün yaşanmakta olan kriz de gösteriyor ki, Türkiye gibi GYÜ’lerin tümü, mucize bir yöntemle mevcut durumlarından kurtulamayacak. Çelişki ve çaresizlik her geçen gün derinleşiyor. GYÜ’lerin bugünkü durumunu en iyi şu Çin atasözü açıklıyor: ’’Sudan çıkmış bir balığın kendisini nereye fırlatacağını bilmeksizin çırpınışına devam etmesi, sadece mevcut durumunun dayanılmaz olduğunun hissedilmesi gerçeğinden kaynaklanmaktadır.’’
Çırpınan balığın suya giden yolu bulması galiba sadece ilahi bir mucize olur…