İlhan İlmenöz
“Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken…” diye başlayan masalları dinleyenlerin çoğu ya 70’ine merdiven dayadı ya da 60’larını yeni aştı.
Gelin bugünkü zaman yolculuğumuzu 1950’li yıllar ile 1960’ların başlarında doğanların çocukluğuna yapalım. Tabii ki bu yıllara yakın önce ya da sonra doğanlar da bu anlatacaklarımı öyle veya böyle yaşamışlardır.
Farklı kentlerde, kasabalarda doğmuş olsak da üç aşağı beş yukarı benzer yaşam öykülerine sahip olduğumuzu düşünüyorum. O yıllar hangi coğrafyada büyüdüysek büyüyelim birbirine çok benzer anılar biriktirmişizdir. Daha dün gibi anımsadıklarımız zaman tünelinde epeyce geride kalmış görünüyor. Zaman ile yarışmak ve ona direnmek mümkün değil.
Çocukluğumuz henüz betondan hançerlerinin gökyüzüne saplanmadığı, bahçeli müstakil evlerin ve boş arsaların olduğu mahallelerde geçerken “mahalle kültürü” denilen kavramı bugünlerde özlemle anıyoruz.
Mahalle kültürü, herkesin birbirini tanıdığı, zor günlerde birbirine destek olduğu, mutluluk ve üzüntülerin paylaşıldığı, ara sıra küçük tartışmalar, kavgalar yaşansa da güvenli ortak yaşam alanlarının olduğu bir yaşam biçimiydi. İnsanlar geceleri kapı ve pencerelerini sıkı sıkıya kapatmadan rahatça yatar, mahalledeki tüm komşular birbirinin çocuklarını kendi evlatları gibi korur ve kollardı.
Şimdilerde özellikle büyük kentlerde unutulan bu kavram yerine köşesine çekilerek olaylara uzaktan bakmayı tercih eden, yaşadığı apartmanda/sitede komşusunu bile tanımayan insanlardan oluşan bir yaşam şekli ön planda. Sevinçler de, acılar da, üzüntüler de giderek daha az paylaşılıyor, herkes her şeyi kendi dar çevresinde ve kendi içinde yaşıyor.
Neyse biz zaman tünelinde o günlere, çocukluğumuza giderek neler yaptığımıza bir bakalım;
Okula siyah önlüklerimiz ve beyaz yakalarımızla mahallenin çocukları olarak hep birlikte gider gelirdik. Bizim buralarda “podya” dediğimiz bu siyah önlükler eskidikçe kurşuni renge döner kolalı yakalar boğazımızı bıçak gibi keserdi. Ne okul servisi vardı ne de okulun kapısına kadar bırakan ve çıkışta almaya gelen anne babalar…
O zaman veliler okulun yolunu bile bilmezdi. Belki yılda bir kez yapılan veli toplantılarına gelen olsa da çoğumuz korkudan o toplantıları evdekilere duyurmazdık bile. Şimdiki gibi teneffüslerde çocuğunu eliyle besleyen, terleyince fanilasını değiştiren, hangi arkadaşı ile oynayacağını belirleyen, okul çantalarını taşıyan anneler göremezdiniz. Zaman zaman okul girişinde saç kontrolü yapılır, saçını örmeyen kızlar ile saçı uzun olan erkekler tam tepeden “tren yolu” açılarak eve geri gönderilirdi.
İlkokulda beslenme saatlerinde Marshall yardımı ile gönderilen süt tozu ile dev kazanlarda yapılan sütü içer, yine Amerikan yardımı katı yağlardan annelerimizin sırayla yaptığı kurabiye ve poğaçaları yerdik. Okul kantinlerinde en revaçta olan ürünler gevrek, gazoz ve ayrandı. Onları da herkes alamazdı.
Öğretmenler, korku ile karışık saygı duyulan, sözünden dışarı çıkılmayan, güvenilen ve gerçekten donanımlı insanlardı. Sınıf geçmek, yüksek not, takdir-teşekkür almak şimdiki gibi kolay değildi. Yıldızlı pekiyi alan mutluluktan havalara uçar, havasından geçilmezdi. İlkokul ve ortaokuldan sonra girdiğim bitirme sınavlarında duyduğum heyecanı ve bitirince yaşadığım mutluluğu anlatmak mümkün değil.
İlkokulu bitirenler ortaokula başlar, 2 yıl üst üste kalanlar tasdikname alır ve okul hayatları biterdi. Okuldan ayrılan erkek çocukları meslek hayatına bir ustanın yanında çırak olarak başlar, kızlar da evde annesine yardım ederek kısmetini beklerdi. Benim jenerasyonumda okul disiplini ve öğretmene saygı çok önemliydi. İster pazarcı çocuğu, ister bankacı çocuğu, isterse köylü çocuğu olsun okuyan gittiği yere kadar okur, okumayan hayata kısa yoldan atılırdı.
O zamanlar okulda bir şekilde dayak yemeyen yok gibiydi ve bu normal karşılanırdı.. Siz hiçbir suç işlemeseniz bile diğer arkadaşlarınızın yaptıkları yüzünden meşhur “sıra dayağı” yerdiniz. Okulda yediğimiz dayakları bırakın evdekilere söylemeyi, sözünü bile etmezdik. Çünkü o yıllarda öğretmenler daima haklıydı ve vurdukları yerde gül biterdi.
Tabii ki dayağı, şiddeti savunacak değilim ama o zamanlar hiçbirimizde hiperaktivite ya da dikkat dağınıklığı vs. gibi şeyler olmazdı. Aslında şimdiki çocuklar gibi şanslı değildik. Çünkü hayat kavgasında mücadele eden anne babalarımızın bizlerle, okul sorunlarımızla ilgilenecek pek zamanları olmazdı. Üstelik birçok konuyu onlarla konuşmak tabu gibi bir şeydi. Kişisel gelişimimiz ve hayata dair bilgileri, karanlıkta el yordamıyla bulduk desek yeridir. Arkadaş ortamları ve mahallenin abileri ablaları en mahrem konularda yardımcı olurdu.
Şaka bir yana çocukluk, gençlik ve öğrencilik yıllarımız hiç kolay değildi ama biz yine de mutluyduk. Ödev yapmak için bilgisayarlarımız olmadığı için kütüphanelerde ansiklopediler ve çeşit çeşit kitaplar arasında saatler geçirirdik.
Yazı derslerinde içi mürekkep dolu hokkalar ve kesik kargı uçları ile parmaklarımız masmavi mürekkep olana kadar yazmaya çalışır, beden eğitimi derslerinde hepimizin baş belası yüksek kasalardan takla atmaya ya da halatlara tırmanmaya çalışırken helak olurduk. Tabiat bilgisi dersinde yaprak, kelebek, böcek koleksiyonu yapmak için uğraşır, cumartesi günleri bile yarım gün okula giderdik. Ha unutmadan aşı zamanlarında herkes farklı şırıngadan değil hepimiz aynı şırıngayla sırayla aşılanır ertesi gün ağrıyan kollarımızla tatilin keyfini çıkarırdık.
Okul dışındaki hayatımız genellikle sokakta, boş arsalarda ve birlikte oyunlar oynayarak geçerdi. Tablet, bilgisayar, cep telefonu vb. oyun araçlarımız yerine bazılarını kendimiz yaptığımız oyuncaklar ile bütün gün sokakta oynardık. Akşam olup da hava kararmaya ve ezan okunmaya başlayınca anneler çocuklarını yavaş yavaş toplamaya başlar, yaz günleri ise gece yarılarına kadar dışarıda eğlenirdik.
Bahçelerden erik çalmak, bilmediğimiz mahallelerde tanımadığımız insanların kapı zillerini çalarak kaçmak ve mahalle maçları en büyük heyecanlarımızdı. Bakkaldan dönerken yoğurdun kaymağını parmaklamak ya da mis gibi taze ekmeğin köşesini koparıp yemek sıradan işlerimizdi.
Televizyonun henüz evlere girmediği yıllarda radyo en büyük eğlence ve iletişim aracıydı. Radyolu yıllardan aklımda en çok kalanlar; tüm ailenin birlikte dinlediği “Radyo Tiyatrosu”, hafta sonları naklen maç anlatımları, liseler arası bilgi ve kültür yarışması, Orhan Boran ve Yuki programı. Büyükler de haber saatlerini hiç kaçırmazdı. Bir de sabahları saat 8’de saat anonsu ile birlikte “Demirbank hayırlı günler diler” spotu hiç değişmezdi.
O günlerin ekonomik sıkıntılarından ve marka takıntısı nedir bilmediğimizden ne alırlarsa giyer, önümüze ne koyarlarsa yerdik. Yamalı çoraplar ve dizleri yamalı pantolonlarla dolaşmak kimsenin zoruna gitmezdi. Ayakkabı ve giysiler “seneye de giyersin” denilerek bir numara büyük alınır, küçülenler atılmaz, bir üst sınıfın kitapları gibi kardeşler tarafından kullanılırdı. Gençlikte, Amerikan pazarlarından alınan Levi’s marka kotlar ve kes ayakkabılar en büyük zenginlik ve hava atma göstergesiydi.
Çocukluktan gençliğe geçerken en büyük yardımcılarımız ve destekçilerimiz yakın arkadaşlar ve mahallenin abileri-ablaları olurdu. Anne babaya sorulamayan, anlatılamayan bazı konular yarım yamalak onlardan öğrenilir, verdikleri her bilgi doğru kabul edilirdi.
Yaz tatillerinde bazı aileler çocuklarını bir esnafın yanında çalışmaya, sanat öğrenmeye gönderirken benim gibi bütün yaz tatilini sokaklarda türlü türlü oyunlar oynayarak, maç yaparak geçirenler çok şanslıydı. Bizim için futbol dışında çizgi roman değişimleri, bilye oyunları revaçta iken yaz akşamları kızlı erkekli birlikte oynanan oyunların tadı hâlâ damaklardadır.
Çalışmaya giderken aklı bizlerde olan ve bize imrenen, iç geçiren arkadaşlarımızı şimdi daha iyi anlıyorum. Çocukluk demek oyun demekti, sokak demekti. Dizlerimiz ve dirseklerimiz kabuk bağlamış yaralardan geçilmezdi ama biz oyun oynarken çok mutluyduk ve gözümüz hep sokakta olurdu.
Yaz tatillerinin en büyük eğlencesi iki film birden oynatan yazlık sinemalardı. Her semtte kirece boyanmış bembeyaz perdeleri, birbirinden farklı renklerde olan arkalarından birleştirilmiş tahta sandalyeleri, gazoz, sandviç, dondurma vb. satan büfeleri olan açık hava sinemaları o yılları yaşayanların hafızalarında dün gibi yer etmiştir.
Her sinemanın o hafta oynayacak filmlerini tanıtan megafonlu ve film afişleri ile donatılmış araçları gündüzleri mahalle aralarında dolaşarak semt sakinlerine haber verirdi. Çocuklar yavaş yavaş giden bu araçların arkasında koşar, afişleri okumaya, bazen de dağıtılan el ilanlarını kapmaya çalışırlardı.
Komşuluk o zamanlar çok çok önemliydi. Henüz apartmanların çoğalmadığı tek katlı, bahçeli evlerden oluşan mahallelerde herkes birbirini tanır, zor günlerinde birbirinin yardımına koşardı. Hastalık, ölüm gibi olaylarda acılar paylaşılır, düğün, sünnet, nişan eğlencelerinde ise hep birlikte eğlenilirdi. Yalnızlık, bencillik ve neme lazımcılık yerine birlikte olma, paylaşma, yardımlaşma ve dayanışma ön plandaydı.
Akşamları komşuya gönderilen çocuklar, artık ezberledikleri söylemle, “Ayşe Teyze, bu akşam bir maniniz yoksa annemler size gelmek istiyor” diyerek bir manileri olup olmadığı öğrenilir, yoksa akşam oturmasına gidilirdi. Çocuklar komşuya götürülmeden önce evde sıkı sıkıya tembihler edilir, misafirlikte en küçük yanlış hareketinde gözlerinin içine dik dik bakılırdı. Hatta misafirlikte bazen aşırıya kaçanlar anne çimdikleriyle kendine gelirdi.
Yaz tatilinde kimi arkadaşlarımız yakın akrabalarının olduğu köylere gider, bütün yazı köyde geçirirlerdi. Ben de birkaç yaz tatilini köyde geçirmiş biri olarak o günleri asla unutamıyorum. Büyük şehirden gelmiş biri olarak köy çocukları arasındaki popülaritem bir yana tüm tatilde at, eşek, koyun, kuzu, inek, tavuk gibi hayvanlarla iç içe yaşamak bambaşka bir heyecan olurdu.
Meyveleri dalından toplayıp yemek, domates tarlasında mis gibi kokan domatesleri toplamak, inekler sağıldıktan sonra bakraçtan ılık ılık süt içmek, at arabası ile gökteki yıldızları izleyerek sabahın kör karanlığında ilçe pazarına gitmek müthişti. Hatim indirmek için Kuran kursuna gittiğimde caminin ortasında bilye oynadık diye cami hocasından yediğim dayak ile Kuran kursu öğrenciliğim kısa sürse de köy yaşamı gerçekten olağanüstüydü.
Yaz tatilleri sonrası okulların açılmasına yakın evlerde hummalı çalışmalar olur, yavaş yavaş kışa hazırlık yapılırdı. Anneler bir yandan salçalar, reçeller, tarhanalar yaparken, babalar da odun-kömür tedarikleri ile soba kurma veya boya badana işleri ile uğraşırdı.
Havaların soğuması ve yağmurlarla birlikte sokağa çıkmalar azalır, sokak oyunları yerine daha çok evlerde vakit geçirilirdi. Okuldan gelir gelmez yemek sonrası hemen okul ödevlerine geçilir, ertesi günün dersleri çalışılırdı. Kışın yanan kömür sobaları üzerinde kızaran ekmek kokusunun tarifi imkansız. Yine bu sobalar üzerinde kestane pişirmek ve portakal kabukları ile mis gibi kokular elde etmek sıradan işlerdi.
O yıllarda annelerin işleri çok zordu. Henüz çamaşır ve bulaşık makineleri, robot süpürgeler vb. elektronik aletler onların yardımcıları olmadığı için çamaşırı da, bulaşığı da elle yıkarlar, temizlik, ütü, yemek derken neredeyse 1 dakika bile boş vakitleri olmazdı. Oturdukları zaman da ya eskiyen elbiseleri, çorapları tamir ederler ya da bizlere kazak, hırka gibi şeyler örerlerdi.
Aslında o yıllara dair daha yazacak çok şey olsa da şimdilik burada noktayı koyarak gökten düşen elmaların bu yazıyı okuyanlara önce sağlık sonra ne istiyorlarsa onu getirmesini diler ve bu masalı da burada bitiririm…