Dr. Nevin Sütlaş
Uzun yıllar önce eşimle Doğu Antalya tatili yapıyorduk. Ayrıntılı haritalarımız eşliğinde Torosları kuzeyden güneye doğru alışılmadık bir rotada aştık. Engebeli toprak yoldan dağın deniz tarafına geçebildiğimizde ilk köy kahvesinde mola verdik ve aşağıdan değil de dağ tarafından gelmemize şaşanlarca sorgulaya alındık. Nerden geldiğimizi sorup duruyorlardı. “Dağın iç tarafındaki köyden geldik” dedik. “O köyden misiniz” dediler. “Değiliz, sadece geziyoruz” dedikse de inanmadılar. İnanmadılar çünkü hiçbirini hiçbir zaman o yoldan geçmemiş. Biz İstanbul’dan kalkıp gelmiş, o dağları geçitleri aşmışız onlar Manavgat’ın bu dağ köyünde doğup büyümüş, araları arabayla yarım saat olan öteki diyarın köyüne hiç gitmemişler. “Siz buraları nerden bildiniz de geldiniz” diye diye onlar bize şaşmıştı “hadi işiniz düşmedi ama komşu köyü hiç mi merak etmediniz” diye diye biz onlara şaşmıştık.
40 sene sonra bugün Florida’da aynı biçimde şaşkınım. Doğma büyüme Floridalı bir delikanlı ile konuşuyordum. Yakınımızdaki “Fern Forest” adındaki doğa parkından söz ettim. Anlamadı. Haritada yerini gösterdim. “Aaa, bizim eve 10 dakika mesafedeymiş” dedi. Hadi bu genç adam doğaya ve burada adım başı bulunan parklara ilgisiz biri diyelim. Ancak evi yakın çevrede olduğuna ve ömrü aynı adreste geçtiğine göre anne babası onu çocukken bu devasa parka hiç götürmemiş mi? Anne babadan geçtim, okul gezileri ile öğretmenleri de mi götürmemiş. Üniversiteyi de o civarda okuduğuna halde adını bile duymamış oluşuna gel de şaşma.
Yarım yüzyıl önce, ben ilkokuldayken de ortaokul ve lisedeyken de okul gezisi hatta sınıf gezisi diye bir şey vardı. Kayışdağı’na pikniğe götürmüştü bizi ilkokul öğretmenimiz. Kadıköy’ün sırtını yasladığı bu dağdaki pınardan su içirirken öğretmişti kaynak suyunun değerini. Epeyce uzağa, Kartal’ın arkasındaki dağlara da götürdüğü için öğrenmiştik o geniş çayırlıkların büyük baş hayvanların yaylaları olduğunu. Şimdilerde Kadıköy’ün de İstanbul’un başka semtlerinin de dağları yaylaları bina ormanı oldu, orası öyle de, sadece doğaya ulaşmaktan ibaret değildir ki çevre gezisi. Bize semtimizdeki fabrikaları da gezdirmişlerdi, şehir tiyatrolarını da müzeleri de, hatırlayamadığım pek çok başka yeri de. Çevre bilinci de gezme bilinci de edindik o sayede…
Bu tür çevre gezileri öğretmenlerin bireysel girişimi falan da değildi üstelik, eğitim planının içinde vardı. Kitaplarımızda çevremizi tanıyalım diye bölümler vardı. Demek Florida okullarında yokmuş. Çevreni tanımaz bilmezsen kendini de tanıyıp bilemezsin ki. Bir gün dünyanın öbür ucundan ta Türkiye’den bir kadın gelir sana arka bahçen kadar yakın olan parkı anlatır da şaşkın şaşkın bakarsın öyle Floridalı delikanlı…
Gençliğim Kadıköy’de geçtiyse de erişkinliğimde Bakırköy’deydim. Bir gün bir arkadaşım “iş çıkışı göl kenarına gidelim” dedi. “Küçük Çekmece gölüne mi gideceğiz” dedim. “Yok değil” deyince, “Büyük Çekmece iş çıkışı için uzak olur” diye itiraz ettim. “Yok yok, onlar değil” deyince “yok artık ta Terkos’a gidecek değiliz herhalde” dedim. “O kadar uzağa gidemeyiz elbette, gideceğimiz göl 20 dakika mesafede” deyince dalga geçtiğini düşündüm. Hani 20 senedir Bakırköylüyüm ve de gezentiyim ya, 20 dakikada gidilebilecek bir göl olsa mutlaka bilirim. Bilmiyormuşum işte. Sahiden de 20 dakika sonra orman içinde ve göl kenarındaydık. Sahici orman ve de göl hem de, öyle şimdiki sitelerin içinde yapılandırılmış havuzumsulardan biri değil. Bir yandan termosumuzdaki kahveyi içip bir yandan balık tutanları izlerken o gün yaşadığım şaşkınlığı unutamam. Demek istediğim, bu mesele Manavgatlı köylüler ya da Floridalı şehirliler meselesi değil. O öyle de ben değilim meselesi de değil. Hiçbirimiz gözümüzü tam açıp etrafımızı incelemiyoruz. Yoksa Florida okullarında da var çevre gezisi.
Yaşlılığımın Floridalı komşusu “Fern Forest Nature Center”, insan eli değmemiş gibi duran nefis bir koru. Yerden yüksekçe inşa edilmiş tahta patikalar sayesinde aralarında dolaşılan görkemli ağaçlar bu bölgenin asıl yerlileri ve de kim bilir kaç yüzyıldır oradalar. Parka adını veren eğrelti otları da Florida var olduğundan beri orada olmamalı çünkü eğrelti (fern) dünyanın ilk bitkisi yani bir dinozor. Şehrin göbeğindeki bu parkta kartallar atmacalar, timsahlar yılanlar, rakunlar tavşanlar, etrafı çepeçevre donatmış bina ve yollara rağmen yaşamlarına kendi bildiklerince devam ediyorlar. Edebiliyorlar. (Ancak yazılı kaynakları biraz karıştırınca bu sulak ve velut bölgenin de aslında sıkışa küçüle yok olma noktasına geldiğini öğrendim. Çok değil 100 sene önce öyle kocamanmış ki…)
Hemen dibinde doğmuş büyümüş bir kuşak varlığından bile haberdar olmayınca, ne kadar ömrü kalmış olabilir ki bir doğa cennetinin?
Bu soruyu delikanlıya değil de kendi kendime sorunca aklım gene uçuştu. 10-15 sene olmuştur, bir bayram tatili bahanesiyle Bolu’nun Mudurnu ilçesine gezmeye gitmiştik. Otobandan değil de eski (en eski) İstanbul-Ankara asfaltının kıvrımlı ve boş yollarından gittiğimiz için, yoğun orman örtüsünün güzelliği ile büyülenerek ulaştığımız ilçede her yer kapalıydı. Ancak bayrama rağmen dükkânını kapatmamış bir terziye rast geldik çarşıda. Asıl amacımız hedeflediğimiz yaylanın yolunu sormak olduğu halde davetkâr tarzı yüzünden de bayram sohbetine koyulduk.
Terzi bize kocaman bir katalog çıkarıp gösterdi. Terzi dedim diye giysi kataloğu sanmayın, bir firmanın ev kataloğuydu bu. “Size buradan bir ev verelim” diye öyle bir reklama başladı ki değme emlakçı öyle ballandıramaz. Nerede bu villalar diye ister istemez sorduk. Mudurnu’ya 8 kilometre uzakta, orman içinde yapılacak dedi. “Kim nasıl izin alıp orman içine villa yapabiliyor” deyince müstehzi biçimde gülümseyerek anlattı. İzin falan kolayca hallolmuş çünkü Kuveytliler yapıyormuş. Site değil kocaman bir şehir kurulacakmış, hemen davranırsak biz de oradan bir ev alabilirmişiz.
“Ormanın içinde koca şehir için gereken elektriği suyu nereden bulacaklar” diye saçma sapan bir soru sordum. “Mudurnu merkezden çekecekler” deyince artık dayanamayıp “buna siz nasıl razı oluyorsunuz” deyiverdim. Der demez de paparayı yedim. Biz işte hep böyleymişiz; dışardan gelip ahkâm kesermişiz. Bu yatırım sayesinde Mudurnu’ya para ve iş imkânı gelecekmiş de ormandı suydu diye suyu bulandırıyormuşuz. Konu sert bir tartışmaya dönüştü ama anladık ki boşuna konuşuyoruz, iş çoktan hallolmuş…
O günden sonra kim Mudurnuluyum dese ben bu inşaatı sordum, bilmiyordu. Terzinin hezeyanıydı ya da dolandırıcılığı diyeceğim de o albenili katalog Mudurnu’da basılacak bir şey değildi. Sonra ne oldu bilmiyorum. Yani bugüne kadar bilmiyordum. Bu yazıyı yazarken aklıma düşünce Google’a sordum. Cevabı Wikipedia verdi, iyi mi? Konu o kadar dallanıp budaklanmış ki dünya ansiklopedisine bile konu olmuş, umarım artık Mudurnulular da biliyordur.
Mudurnu’da “Burj Al Babas” adıyla şehrin inşaatına 2014’de başlanmış. Disneyland’deki şato görüntüsüne benzer 3 katlı 732 adet villa yapılmış. Her biri yarım milyon dolar olan bu evleri Sarot Grup yapmış. Ancak yapılanlar planlananın onda biri bile değilmiş. Kaba inşaatı biten bu evler dışında başka da bir şey yapamadan 2019’da 27 milyon dolarlık batık ile terk etmiş şirket. Bu proje de Bolu dağlarının öbür yüzündeki hepsinin üstünde koca puntolarla “Kuzu İnşaat” yazan onlarca yıldır bitmemiş binalar gibi yaşamadan ölen betonların mezarlığı olmuş. (Bu batma meselesinin bambaşka boyutları da olduğundan eminim de şimdi konumuz sadece doğa katliamı…)
Bolu’daki bu iki katliam sadece bir örnek. Boylu boyunca Karadeniz’in orman arazilerine neler olduğunu daha doğrusu oldurulduğunu zaten hepimiz biliyoruz, benimkisi boş gevezelik işte. Ayrıca iş arkadaşım sayesinde keşfettiğim Bakırköy’ün kuzeyindeki o şirin orman gölünün, kendisini besleyen akarsuyun yolunu değiştiren şehirleşme projesi yüzünden çoktan yok olduğunu da ekleyeyim de “Google Map” ile boşuna kavgaya tutuşmayın…
Benimkisi boşuna gevezelik elbette. Okul gezileri ile çocuklarımızı bilinçlendirmesek, yakın çevremizi tanıyıp bilmezsek, köyümüzü kasabamızı, şehrimizi vatanımızı yani dünyamızı gezip görmezsek, neyi bilip neyi sahiplenebiliriz ki?
Biz sahiplenemezsek bir gün dünyanın öbür ucundan bir kadın kalkıp gelir, bizim Ölü Denizimizi, İztuzu Plajımızı haramilerden korumak için mücadeleye girişir. Girişir girişmesine de ortada korunacak pek de bir şey kalmamış olduğu gerçeğini değiştiremez bu. Ben şimdi “Kaptan June” diye bilinen İngiliz kadını June Haimoff’u sevgi ve saygıyla selamlayaraktan “Fern Forest Nature Center” da yürüyüş yapmaya gidiyorum. Kandırabilirsem günün birinde şu delikanlıyı da götüreceğim.
Ne yaparsın, dünya bir tane ve can çıkmayınca umut çıkmıyor işte…