Üç genç kadın limanda yürürken kara kara manşetleri düşünüyordu.
“Deniz aldı götürdü!” ya da “Kaş’ta köpek balığı faciası!” ya da “Denizin altını üstüne getirdiler!”…. Endişeleri vardı ama “Kaş’a gelip de dalmamak olmaz” diye birbirlerine cesaret vermeye çalışıyorlardı.
En çok da ben korkuyordum içlerinden. Hatta dalış okuluna telefon açtırtıp beni zorla daldırmayacaklarının garantisini aldım. Dalmak istemezsem -ki asla istemeyecektim- cüzi bir rakam ödeyip sıyrılabilecektim bu işten.
O tekneye arkadaşlarıma eşlik etmek için bindim. Teknenin duracağı yer muhtemelen çok derin olacaktı ve ben o lacivert denizde yüzmek bile istemeyecektim. “Birkaç fotoğraf çeker, güneşlenirim” diye düşündüm.
Tekneye bindik.
Gözüm önce dalış kıyafetlerine takıldı. Herkes aynı kıyafetleri giyip çıkartıyordu. Acaba iyi temizliyorlar mıydı? Sonra tüpleri gördüm. Daha da bi korktum. Bize ait olmayan bir dünyaya girmek için bir sürü alet edevat kullanmak gerekecekti. Derinlere dalmak, insan anatomisine aykırı bir eylemdi.
Ve “dalış regülatörü”, ağzınıza taktığınız, oksijen almanıza yarayan hayati bir aparat. Hem dudaklarınızı değdirdiğiniz hem de kaçmasın diye dişlerinizle tutmanız, ısırmanız gereken bir aparat. Regülatör, bir müşterinin ağzından diğerine mi giriyordu? Teorik olarak, tanımadığımız insanlardan bir tükürük transferi mi gerçekleşecekti?
Karada hiç de titiz olmayan bir kişi olarak fazlasıyla detaylı düşünmeye başlamıştım. İçimdeki korku kocaman bir balon oldu, patlamak üzereydi.
Mümkün değil o aletleri orama burama takmayacaktım, deli miydim ben? Kararım kesindi. Arkadaşlarım dalarken ben de yan gelip güneşlenecektim.
Ve tekne hareket etti.
Türkiye’nin en güzel sularında gidiyorduk. Güneş tepemizde sanki gülümseyerek bakıyordu bize. Rüzgar saçlarımızı uçuştururken yüzümüzde tatlı bir tebessüm, mutluluk dolduk.
İçimdeki korku balonu hafiften sönmeye başladı.
Dalış eğitmenlerinden biri üst kata çıktı. Ciddiyetle bizi çevresine oturtturdu. Geçmişini anlatmaya başladı. Kaç yıldır bu işi yapıyordu, ne kadar eğitim almıştı. Hangi federasyona bağlıydı. Her şeyi büyük bir ciddiyetle anlatıyordu. Kesinlikle laubali değildi. Değil espri yapmak nerdeyse tebessüm bile etmiyordu. İçim biraz daha rahatladı. Dalmak ciddi bir işti ve karşımdaki kişi son derece ciddiydi. Belki de güvenebilirdim ona.
Eğitmen tüm dalış malzemelerini tek tek anlattı.
“Bu oksijen tüpü. İçindeki hava normalde soluduğumuz havadan daha temiz, şöyle bakımı yapılıyor, böyle dolduruluyor. Şu göstergeden kontrol edebilirsiniz. “
Eline yuvarlak oksijen maskesi gibi bir şey alarak “Bu regülatör, şöyle takılıyor. İçine su kaçarsa şuraya basıyorsun…”
Sonra yeleği gösterdi. “Şuraya basınca şişiyor, buraya basınca iniyor. Bunu siz değil biz kullanacağız, dokunmayın…”
Anlattıkları bir taraftan beni rahatlatıyor, diğer taraftan yine geriyordu. İçimde bir deneme isteği uyanmıştı ama “ya bu aparatları karıştırırsam, ya yanlış yerlere basarsam” endişesi hâlâ kafamın içinde dolaşıyordu. Zaten duracağımız lacivert suyu görünce kesin korkacaktım, boşuna heveslenmiş gibi yapmamalıydım.
Ve tekne durdu.
Lacivert değil turkuaz bir koyda. Çok derin olduğu her halinde belli olan denizin yine de dibini görebiliyordum. Muhteşem bir yerdi ve deniz de güneş gibi pırıl pırıl parlıyordu. İçimdeki kıpırtı gittikçe artıyordu. Tekneden bir şnorkel ve maskeyi ödünç alıp arkadaşlarımla yüzmeye başladım. Çok mutlu olmuştum.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama hazırlanmamız için ismimiz anons edildiğinde hâlâ yüzüyorduk.
İsmimi duyunca kalbim yine gümbür gümbür atmaya başladı. Beni giydirirlerken bile “İstemezsem vazgeçebilirim” diye düşünüyordum ama su çok güzeldi ve sanki beni çağırıyordu. Bu deneyimi daha fazla ertelememeliydim.
Üzerime taktıkları kemerler, tüpler çok ağırdı. Belki 10 kilo vardı. Yürümekte zorlanacağım kesindi. Hemen teknenin arkasına oturdum. İçimden bize eğitim veren güvendiğim ciddi hoca bana düşsün diye dua ediyordum. Ama sudan bambaşka biri çıktı. Bu eğitmen de kimdi? Bilmiyordum, tanımıyordum, maskenin ardında gizlenen bu kişiye nasıl güvenecektim?
Kırmızı alarm çalmaya başladı. İçimde ani ve şiddetli bir kaçma isteği oluştu. Üzerimdeki onca ağırlıkla değil kaçmak ayağa bile kalkamazdım. Artık geri dönüş yoktu. Teknedeki biri elimden tutarak beni suya doğru itti, sudaki diğeri de diğer elimi yakaladı. Elden ele suya indirildim anlayacağınız.
Önce kafamı soktum. Rahatça nefes alabiliyordum, hazır olduğumdan emin olunca eğitmen yeleği söndürmeye başladı. Yavaş yavaş derine inmeye başladım. Güneş sanki fener olmuştu denizin altında, beni kolluyor gibiydi.
Çok rahattım. İçimdeki korku teknede kalmıştı. Minik minik balıklar yanımdan geçip gidiyordu. Hiç de rahatsız olmuş gibi durmuyorlardı benden. Denizin altında her şey ne kadar da huzurlu, sevimliydi. Neden bunca zaman korkmuştum ki derinlerden?
Şems demiş ya,
“Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?”
Benimki de benzer bir durumdu. “Öleceğim, biteceğim diye direnmeye devam etseydim, nereden bilecektim denizin altının üstünden daha güzel olduğunu?”
O gün aslan balıklarıyla karşılaştım. Hayatımda ilk kez aslan balığı görüyordum. Kalbim gümbür gümbür atıyordu. Kimbilir daha neler görüp, neler yaşayacaktım derinlerde.
Daha önce defalarca dalmış gibi rahatça hareket etmeye başladım.
Sanki yüzmüyordum, yerçekimsiz bir ortamda uçuyordum. Dalgıç mıydım, astronot mu? Denizin altında mıydım bulutların üstünde mi?.. her şey birbirine karışmıştı.
Belki de denizin altına dalan bir kuştum, paletler de kanatlarım…
Belki de şu anda bir karabataktım ve her şey bir rüyaydı.
“Hiç bitmesin” dediğim bir rüya.
Gülmeye başladım maskenin altından. Korkudan eser kalmamıştı. Her anından zevk alıyordum.
Birden güneş ışığı kısmen kesintiye uğradı, üzerimden o ışığı kesecek bir şey geçiyor olmalıydı ya da ben bir şeyin altına girmiş olmalıydım. Hiç korkmadım, sanki bundan böyle denizin altındaki her şey dostumdu benim. Bana bir şey yapmayacaklardı. Sessiz bir anlaşma başlamıştı aramızda. Tarifsiz bir cesaret gelmişti.
Kafamı yukarı kaldırdım, meğer teknenin altına yaklaşmışım. Teknenin gölgesiymiş üzerime düşen karanlık.
Deniz kaplumbağaları ya da yunuslar gelmedi o gün ama aslan balığı ve diğer adını bilmediklerim benim için yeterince ilginçti.
Tadı damağımda kaldı.
O denizden endişelerimi, korkularımı yenerek çıktım. Benim için, hayatımın geri kalanı için kocaman bir adımdı.
“Korkulacak tek şey korkunun kendisidir” demiş Roosevelt.
Korkmamak lazım hiçbir yenilikten, değişimden, karmaşadan hatta kaybetmekten, bilinmeyenden…
Kim bilebilir ki hayatın altının üstünden daha renkli olmayacağını?
Sevgiyle kalın,
Not: Görsel temsilidir. Fotoğraf: kasturlari.com