Oysa ki ne hayallerle gitmiştim New York’a. Son derece disiplinli davranacak, erken yatıp, erken kalkacak, güzel güzel beslenecek, beni hiçbir şeyin baştan çıkartmasına izin vermeyecektim… Hem de New York’ta.
“Bıla bıla bıla… Sen bunları anca külahıma anlatırsın hanım kızım.”
Her şey evinde kaldığım Jane’in tadına bakmam için getirdiği “çikolatalı cupcake” ile başladı.
Aylardır ağzıma tatlı koymamıştım. Onu gördüğümde artık kalbim gümbür gümbür atmıyor, midemde kelebekler uçuşmuyordu. Aramızdaki aşkın ateşi sönmüş, tatlı bir sevgiye dönmüştü.
Ondan bir ısırık alsam ölmezdim. Sonuçta cupcake, bu ülkede doğmuş bir lezzetti ve hazır gelmişken tadına bakmam gerekiyordu. Hem zaten, seyahat ettiğimde küçük kaçamaklara izin vereceğim diye kendime söz vermiştim.
Jane’in getirdiği çikolatalı cupcake’i elime aldım. Kağıdını çıkarttım. Olayı fazla büyütmeden, bir ısırık aldım. Yumuşacıktı, anında eridi gitti. Bizde olsa o cupcake’i alır tenis turnuvasında top niyetine kullanır, turnuva sonunda da formu bozulmadan yeniden tabağa koyardım. Ama oradakinin içine artık ne koyuyorlarsa, yumuşacıktı, neredeyse krema kıvamındaydı. Anında eridiği için cupcake’i yavaş yeme planım suya düştü, iki lokmada hepsi bitti. Neyse, ünlü tatlının tadına bakabildiğime göre artık bu dosyayı kapayabilirdim.
Bir yandan geziyor, bir yandan New York maceralarımın fotoğraflarını Instagram hesabımdan yayınlıyordum. Ve bir gün, bir fotoğrafımın altına başımı derde sokan bir yorum geldi. New York’ta bir dönem yaşamış bir arkadaşım “Magnolia’ya git, yerime Red Velvet Cheesecake ye” diye yazmıştı. Aynı gün başka bir arkadaşım da beni yine Magnolia’ya yollayıp “Muzlu puding” yememi tavsiye ediyordu. Tüm oklar yine “Magnolia Bakery”yi gösteriyordu. Neymiş bu Magnolia kardeşim? Aklımda kalacağına midemde kalsın diyerek Grand Central Terminal’deki “Magnolia Bakery”nin yolunu tuttum. Tren istasyonunun içindeki bu küçücük, pastaneden ziyade büfeye benzeyen yerin önündeki kuyruğa inanamadım.
Neyse ki ne alacağımı biliyordum. Öyle vitrine bakıp uzun uzun seçme şansım pek olmayacaktı, müthiş bir kalabalık vardı. Önce “Red Velvet Chesecake”i deneyecektim. Siparişimi verdim, cheesecake paketini ve plastik çatalı elime aldım. Oturacak yer bile yoktu. Tren istasyonunda, ayakta, kendime uygun bir köşe bularak sihirli paketi açtım.
Bu defa cupcake’teki gibi olmamıştı, heyecanlanmıştım!
Tehlike çanları çalıyordu. Bir lokmayı ağzıma attığım anda dünya “Magnolia Bakery”nin çevresinde dönmeye başlamıştı. Beynim tatlıyı yeniden tahta çıkartmıştı. Önünde saygıyla eğilmek üzereydim.
Daha önce okumuştum, çalışmıştım, biliyordum.
“O tatlı, o tahtı hak etmiyordu!”
Ama ilkel beynime dinletemedim…
Ertesi gün bir daha gittim “Magnolia Bakery”e, bu defa “Rockefeller Center”dakine. Orada da önce “Banana puding”i, üzerine de parmaklarımı yedim. Artık kontrol benden gitmişti.
“O” tahta çıkmış oturuyordu, ben de yeniden kul köle olmuştum.
Akşam eve gelip yatağa yattığımda hâlâ tatlıları düşünüyordum. Acaba daha güzeli var mıydı? Meraktan ertesi gün yine gittim ve ondan sonraki gün de. Neredeyse her gün farklı bir tatlının tadına bakmaya başlamıştım. Yedikçe vücudum daha çok şeker istiyordu. Üç hafta boyunca neredeyse her gün bir sürü tatlı yedim. Yerken hep aynı şeyi düşündüm durdum, dönünce nasılsa bırakırım…
“Hı hı! Eminim bırakırsın…”
Vee dönüş vakti geldi çattı. Uçakta bile “Nasılsa uçaktayım, hâlâ dönmedim” bahanesiyle ikram edilen tatlıları yemeye devam ettim. Amacımdan saptığım gün gibi ortadaydı. Artık damarlarımda kan yerine şeker akıyordu.
Eve döndüm. Hiç bahanem kalmamıştı. Bir gün kendimi tutup, üç gün yedim, iki gün tuttum, beş gün yedim. “Lanet olsun!” diye isyan edip komple yedim. “Vazgeçme!” dedim ama yine yedim… Ta ki geçen haftaya kadar.
Son dönemde yediklerine dikkat etmeye çalışan bir iş arkadaşımla bir süre önce karar vermiştik. “Bugün tatlıyı bırakıyoruz” diye. Birkaç gün gerçekten ağzıma koymamıştım ama bir gün ofiste otururken kan şekerim düşmüş; ilkel beynim çekmecemdeki fıstık ezmesi kavanozunu çıkarttırmış. Ben hiç farkında değilim…
“Hı hı, tabii tabii!..”
Bilinçsizce fıstık ezmesini kaşıklamaya başlamışım. Bu arada bizim ofiste duvar yok, her yer cam, herkes her şeyi görüyor, tabii beraber “şekeri bırakıyoruz” dediğim iş arkadaşım da ne yediğimi görüyor.
Camın diğer tarafında kızgın bir surat.
“Hayırdır” dedim, “Kötü bir şey mi oldu?”
“O ne?” diye sordu elimdekini göstererek.
“Fıstık ezmesi” dedim son derece normal bir şeymiş gibi.
“Eee?” dedi, “içinde şeker yok mu?”
Bu arada, yanında başka bir iş arkadaşım, eline cep telefonunu almış sırıtarak beni videoya çekiyor. Hem sorgulanıyorum hem videoya çekiliyorum.
“Yok” dedim, “şekersiz bu.” Ama bunu derken ağzıma da hafif şeker tadı geliyordu, kavanozu çevirdim, üzerinde “şekersiz” yazısı arıyorum. Ve şekerle ilgili yazıyı buldum. “2 yemek kaşığı fıstık ezmesinde 3 gram şeker vardır” yazıyordu.
“Aaa” dedim “Tüh, meğer içinde şeker varmış…”
Hayal kırıklığına uğrayan arkadaşım “Aaa öyle miymiş” dedi ve misafir için alınan ofisteki pastalardan üçer beşer tane atıverdi ağzına. Böylece onun tatlı diyeti de sona ermiş oldu.
Arkadaşımın motivasyonunu bozduğuma mı üzülsem, iradesizliğime mi, bilemeden öylece eve döndüm. Kendimi koltuğa attım ve düşündüm, beni yakan “Magnolia Bakery” filan değildi, beni yakan yine bendim. Kendime çok kızdım. Daha önce yapmıştım, şimdi de yapabiliyor olmalıydım, tabii ki yapacaktım. Ben bu kadar iradesiz olamazdım.
Bilgisayarımı açtım, “Tatlı aşkım…” yazımı bir daha okudum ve tatlıya son kez noktayı koydum.
Bu defa tatlıya meydan filan okumuyorum, o tatlının canına okuyorum!
Sevgiyle kalın,
İlgili yazı:
https://medyagunlugu.com/ben-bir-tatli-manyagiyim/