Yeryüzünün derinliklerinden Satürn gezegeninin doruğuna kadar,
Bütün sorunları tamamen çözdüm ben.
Çeşitli oyunlarla çözdüm zor düğümleri;
Ecel düğümü dışında çözüldü bütün düğümler.
Ömer Hayyam, Rubaiyat
“Savaşta öldürülmüştü. On gün sonra çürümüş cesetler kaldırılırken onunki hiç bozulmamış bir halde bulundu, evine götürüldü. On ikinci gün tam odunların üstündeyken yakılacağı sırada birden canlandı. Hayata döndükten sonra öte dünyada gördüklerini anlattı.” (*)
Platon (M.Ö. 427-347) “Devlet” kitabında Sokrates’in bir konuşmasında Armenius’un oğlu Er adında Pamfilyalı bir yiğidin öldükten sonra dünyaya geri gönderilip öte dünyayı anlatışını aktarır. Er’in yükselen ruhu diğer ölen ruhlarla birlikte bir çift yerde, bir çift gökte olmak üzere dört adet kapı bulunan gizemli bir çayıra varır. Bu çift kapıların arasında ise yargıçlar oturmaktadırlar. Hükümlerini verdikten sonra doğru ve iyi olanlar gökteki sağ kapıya, kabahatli olanlar aşağıya giden sol kapıya yönlendirilmektedir. Er bu sırada olanları gözlemlemektedir. Yerdeki kapıdan çıkanlar perişan bir halde başlarına gelenleri anlatmakta, sağdakiler ise gökte olan nimetlerden ve güzelliklerden bahsetmektedirler. Yedi gün geçer ve:
“… Sekizinci günde kalkıp yolculuklarına devam etmeleri gerekiyordu ve dört gün içinde, yukarıdan gökyüzüne ve yeryüzüne uzanan, sütun gibi düz bir ışık olan, en çok gökkuşağına benzeyen, ancak daha parlak, daha saf olan bir noktaya ulaştılar.”
Daha sonra bir grup ruhun bir sonraki yaşamları için nasıl seçildiğini ve hafızalarını silen bir nehirden nasıl içtiklerini izledikten sonra, Er aniden bedenine geri döndü ve uyandı:
“Er’in sudan içmesine izin verilmedi; ancak nasıl ve hangi şekilde bedenine döndüğünü bilmediğini söyledi. Aniden görme yetisini geri kazanınca şafak vakti kendini cenaze ateşinin üzerinde yatarken gördü.”
Plutark (M.S. 46-120) “İlahi İntikam” (The Divine Vengeance) kitabında esas adı Arideaus olsa da öte dünyada kendisine Tespesius adı verilen Kilikyalı bir adamdan bahseder:
‘‘Yüksekten düşmüş ve boynunu çarpmıştı. Yarası olmamasına, sadece beyin sarsıntısı geçirmiş olmasına rağmen öldü. Üçüncü gün, tam cenaze töreni esnasında canlandı.’’
Plutark bu adamın “zihninin bedeninden uzaklaştığını, yükseldiğini, tüm varlığıyla nefes aldığını, her tarafı görebildiğini, ruhunun sanki tek bir gözmüş gibi genişçe açıldığını” yazmıştı. Yükseldiğinde ortamda birçok farklı tipte ruhun varlığını fark eden Aridaeus ‘‘bir ruhu, bir akrabanın ruhunu belirgin olmasa da tanıdı. Çünkü akraba öldüğünde kendisi henüz bir çocuktu; ancak o ruh yaklaşıp şöyle dedi: ‘Selamlar, Tespesius’’
Bu kılavuz daha sonra Tespesius’u öte dünyanın çeşitli bölgelerine doğru bir tura çıkarır. Bunlar arasında aşağıya doğru uzanan büyük bir uçurum ve ”içine akan akarsuların olduğu, biri deniz köpüğünden veya kardan daha beyaz, diğeri gökkuşağının menekşesi gibi ve diğerleri farklı tonlarda, her biri uzaktan kendine özgü bir parlaklığa sahip büyük bir krater” vardır. Tespesius ayrıca ceza çekenlere de rastlar.
Vizyonunun son sahnesi ‘‘ruhların ikinci bir doğuma geri dönmesiydi, çünkü bunlar zorla her türlü canlı şeye uydurulmuş ve bu canlıların şekillerini değiştirenler tarafından değiştirilmişti’’. Bu sahneyi izlerken, ‘‘bir kadın araya girdi, aniden adeta bir iple geri çekildi ve vücuduna güçlü ve şiddetli bir rüzgâr esintisi verildi. Gözleri mezarında yeniden açıldı’’
Antik Çin, Hint, Mısır, Mezopotamya, Helen, Roma, Orta Amerika uygarlıklarından günümüze ulaşan bu esrarengiz anlatılar “geçici” ölümlerle sınırlı kalmıyor. Uzun süreli açlık, bir mekânda kapalı kalma, derin meditasyon durumlarında da benzer deneyimler söz konusu. Sokrates’in geç talebesi Heroneyalı Timarkus’un yaşadıkları bir başka talebesi tarafından Plutark’a aktarılmıştır. Yeraltında bir mezar odasında iki gece bir gün kapalı kalmıştı Timarkus:
“Çoğu insan umudunu yitirmişti ve ailesi onun ölümü için yas tutuyordu. O sabah aydınlık bir yüzle geldi. Tanrıya secde etti ve kalabalığın arasından çıkar çıkmaz, bize gördüğü ve duyduğu birçok harikaları anlatmaya başladı.”
“Mahzene indiğinde ilk deneyiminin derin bir karanlık olduğunu söyledi. Daha sonra dua etti. Uyanık mı yoksa rüyada mı olduğunun farkında olmadan uzun süre yattı. Bir çarpma sesi duyduğunu, kafasına vurulduğunu, dikişlerin ayrılan ruhunun serbest kaldığını hissetti. Geri çekilirken ve yarı saydam ve saf havaya neşeyle karışırken, uzun süre sıkıştıktan sonra şimdi tekrar rahatladığını ve eskisinden daha büyük, bir yelken gibi yayıldığını hissetti ve sonra, başının üzerinde hoş bir sesle dönen bir şeyin vızıltısını hafifçe algıladı.”
Aşağı baktığında büyük bir uçurum gördü; yuvarlaktı. Sanki kesilmiş bir küreydi; çok korkunç ve derindi; hareketsiz kalmayan, çalkalanan ve sık sık kabaran bir karanlık kütlesiyle doluydu. Oradan hayvan kükremeleri, inlemeleri, bebeklerin ağlamaları, erkeklerin ve kadınların karışık ağıtları ve her türden gürültü, patırtı duyulabiliyordu. Derinliklerden, çok uzaklardan hafifçe geliyordu. Bunların hepsi onu biraz ürkütüyordu.”
Timarkus ayrıca görmediği bir kişinin kendisine seslenişini aktarır:
”Bu konularda, dedi ses, üçüncü aydan itibaren genç adam, daha iyi bilgi sahibi olacaksın; şimdilik, git. Ses kesildiğinde Timarkus dönüp konuşanın kim olduğunu görmek istedi. Ama bir kez daha başında sanki şiddetli bir şekilde sıkıştırılmış gibi, keskin bir ağrı hissetti ve etrafında olup biteni algılama yetisini kaybetti. Hemen kendine geldi ve mahzende, girişin yakınında ilk yattığı yerde yattığını gördü.”
Profesyonel tıbbi kayıtlara geçen ilk “ölüm eşiğindeki deneyim” Fransız askeri hekim Pierre-Jean du Monchaux (1733–1766) tarafından kaleme alındı. Parisli ünlü bir eczacıya yüksek ateş tedavisi için o dönemde popüler olan toplardamardan kan boşaltma (flebotomi) tekrar tekrar uygulanmaktaydı ki sonuncusunu takiben hasta bayıldı ve uzun süre bilinci kapalı kaldı. Dıştan gelen tüm duyuları kaybettiği o anlarda çok güçlü ve saf bir ışık gördüğünü, kendisini cennette hissettiğini aktardı. Bu hissi hiç unutmadı ve hayatı boyunca bundan daha güzel bir an yaşamadığını söyledi.
Analitik psikolojinin kurucusu İsviçreli psikiyatrist Carl Gustav Jung (1875-1961) 68 yaşındayken geçirdiği kalp krizi esnasında yaşadıklarını şu cümlelerle aktarmıştı:
“1944’ün başlarında ayağımı kırdım ve bu talihsizliği bir kalp krizi izledi. Bilinçsiz bir haldeyken, ölümün eşiğindeyken hezeyanlar ve vizyonlar yaşadım. Görüntüler o kadar muazzamdı ki kendim bile ölümün eşiğinde olduğum sonucuna vardım. En uç sınıra ulaşmıştım. Bunun bir rüya mı yoksa içinde bulunduğum bir vecit hali mi olduğunu bilmiyorum. Her neyse, bana son derece tuhaf şeyler olmaya başladı.”
“Ölüm eşiğindeki deneyim” (near-death experience) teriminin Amerikalı filozof ve psikiyatrist A. Raymond Moody tarafından ortaya konmasına 30 yıl vardı.
Devam edecek…
Görsel: Hieronymus Bosch’un “Kutsanmışın Göğe Yükselişi” tablosu. Gallerie Accademia Venezia
KAYNAKLAR
- Purkayastha M., Mukherjee KM.: Three cases of near death experience: Is it physiology, physics or philosophy? Ann Neurosci. 2012; 19: 104–6
- *Marinus van der Sluijs, M.A.: Three Ancient Reports of Near-Death Experiences: Bremmer Revisited. Journal of Near-Death Studies, 27, 2009
- https://www.melisadaktilosu.com/platon-er-mitosu-moiralar-otekidunya/
- Philippe Charlier: Oldest medical description of a near death experience (NDE), France, 18th century. Resuscitation, 85, e155, 2014
- Moody, R. A. (1975). Life after life: The investigation of a phenomenon – survival of bodily death. New York: Bantam Books.
- Jung, C. G. (1963). Memories, dreams, reflections. (R. Winston & C. Winston, Trans.). London: Collins.