Dr. Nevin Sütlaş
Medya Günlüğü’nde yayınlanan Stalin’in korkuları (*) ile ilgili yazının çağrışımlarıyla ben de hakkında duyduğum dedikoduları aktarmaya heveslendim. Ancak önce konuya biraz yandan yanaşalım.
Çok bilinip tanınmasa da Abhazya diye bir devlet var ama tanınma meselesi derin konu. Örneğin Rusya tanıyor ama Türkiye tanımıyor. Konunun derinliği uluslararası politikalar ile ilgili. Kendilerini Apsua olarak adlandıran Abhazlar, gündelik dilde bilinen adıyla Abazalar, Sovyetler dağıldığında kurulan Sovyet cumhuriyetlerinden birinin sahibi oldular (1921). Ancak Lenin’den sonra iktidar olan Gürcü lider Stalin, Abhaz Sovyetini dolaylı yollarla Gürcistan Sovyetine bağladı (1931). Merkezi otoriter yönetim bununla da yetinmeyerek Gürcü, Ermeni ve Rusların, Abhazya topraklarına yerleşimini destekleyerek Abazaların sayıca azınlığa düşmesini sağladı. Abhazlar kendi ülkelerinde yüzde yirminin bile altına düştüler. Stalin dönemi sonrasında kısmi haklar elde edildiyse de yeterli olmadı. Abaza ve Gürcüler arasındaki sorunlar zamanla giderek çetrefilleşti. 1980’lerde Sovyetler çöküşe geçtiğinde gerilim iyice yükseldi ve 1990’larda açıkça savaşa dönüştü. Binlerce kişinin ölümü, on binlerce kişinin kaybolmasıyla sonuçlanan savaş sonunda Gürcüler Abhazya topraklarından çıkmak zorunda kaldı. 250. 000 Gürcü Sohum ve civarından göç etti ve 1994 yılında Abhazya bağımsız bir devlet olarak varlığını ilan etti. Rusya, birkaç yıl sonra Abhaz Cumhuriyeti’ni resmen tanıdı. Vanaatu ve Venezuela gibi birkaç ülke daha tanıdı. Zamanla tanıyan ülke sayısı arttıysa da hâlâ pek tanınan bir ülke değil ne yazık ki. Gürcistan’ın Batı’ya yanaşmasının etkisiyle Avrupa Birliği de, Türkiye de Abaza devletini tanımamakta direniyor. Rusya ise Batı’nın iyice içine sızdığı Gürcistan’ın yanı başındaki Abhazya’yı kendine tampon olarak görerek destekliyor. Ancak yaptığı yardımlar karşılığında tam özerkliğine izin de vermeyecek koltuğunun altında tutmayı sürdürüyor.
Ayrıntıları anlattığımdan çok daha çetrefil olan ve Batı ile Rusya’nın arenalarından biri haline gelen Gürcü-Abhaz çatışmasının hikâyesine kısacık değinmem, yapacağım Stalin dedikodusuna temel oluşturmak için. Yoksa bu konuda bildiklerim kulaktan dolma ve eksik gedik.
Ben baba tarafından Absua soyundan geliyorum. Atalarım, bütün bu olup bitenlerden çok daha önce Çarlık Rusyası sırasında Kafkasya’daki sorunlar yüzünden Osmanlı İmparatorluğu’na göçmek zorunda kalan Abazalardan. Türkiye’de halen o dönemde göçen epeyce Abaza mevcut. Ancak bunların çoğunluğu Absua olduğunu çok iyi bildiği halde göçün üzerinden birkaç nesil geçtiği için göçmen olduğunun pek de farkında değil. Zaten ilk kuşaktan itibaren hızla adapte olmuş, kendilerini hiçbir zaman göçmen olarak nitelendirmemişler. Ben de Abhazya hakkında hemen hiçbir şey bilmeden büyüdüm. Yaşım ilerledikçe biraz bir şeyler öğrendimse de asıl olarak Abaza ve Gürcüler arasında savaş çıktığında Türkiye’deki Abaza gençlerin bazıları da savaşmaya gidince durumdan haberdar oldum. Asimilasyonum tamamlanmış olmalı ki gene de Abhaz milliyetçisi hatta sempatizanı bile olmadım. Savaş bitip bağımsızlık ilan edilip taşlar yerli yerine oturunca ise ata yurdunu görmeye heveslendim. Milliyetçi bir Abazanın hisleriyle değil, turist olarak gittim, turist gözüyle bakarak gezdim.
2010 yılında kızımı da alarak gitmiş, Abhazya’yı dip köşe gezmiştim. Her yerini gördüm desem yalan olmaz çünkü zaten küçücük bir ülke. Toplam 8.600 kilometrekare. Trakya bölgesinin dörtte biri kadar yani. Üstelik sahil şeridi hariç Kafkas dağlarında pek de yerleşim yok. İşte bu gezi sırasında Kafkas Dağlarının meşhur krater gölü Ritza’yı da görmeye gitmiştim. Göl gerçekten çok güzel. İtalya’nın meşhur Como Gölü’ne de çok benzettim. Ancak bu göl ziyaretim, planlamadığım bir başka şeyi görmemi de sağladı. Stalin’in yazlık evini yani daçasını.
Stalin’in Ritza’daki daçası gölün ıssız bir koyağında. Bilmeyenin yolu bulup gitmesi zor. Yeşile boyalı evin yemyeşil dağlar arasında uzaktan görülmesi de zor. Evin önünde Stalin’in mütevazı teknesi bağlı. (manşet fotoğrafı) Söylendiğine göre bu tekne gerektiğinde kaçabilsin diye her zaman harekete hazır bekletilirmiş. Ev, o zamanki olanakları ve teknolojiyi görmek açısından eşsiz bir müze. Bu mütevazı evde Stalin’e ait 3 ayrı yatak odası var. Bu odaların her birinde ikişer adet tek kişilik basit yataklar var. Böylece bu evde Stalin’in yatması için 6 ayrı yatak var. İlginçlik burada başlıyor.
3 ayrı oda ve ikişer ayrı yatak olmasının nedeni Stalin’in hep aynı yatakta yatmamasıymış. Bunu değişiklikten hoşlandığı için değil hangi yatakta yattığı bilinmesin diye yapıyormuş. Çünkü öldürülmekten çok korkuyormuş. Odaların büyüklükleri, yatak düzenleri hatta yatak örtüleri bile bire bir aynı. Çünkü çalışanlardan biri dışarı bilgi sızdırırsa ayırt edici özellik tanımlanamasın isteniyormuş. Yatak odalarının epeyce yüksekte açılmış, gemilerdeki lombozlara benzer yuvarlak pencerelerinde de iki kat kursun geçirmez cam varmış.
Stalin’in tek daçası Ritza Gölü’ndeki değilmiş. Benzer biçimde Kafkasya’nın gözden ırak başka yerlerinde bu evin tıpatıp aynısı beş daçası daha varmış. Tatile çıktığında hangisine gidileceğini en yakınına bile söylemezmiş. Her evde 6 yataktan 6 ev hesabıyla 36 aynı yatağın birinde uyurken hâlâ kendini güvende hissedemediği için olmalı, bu evlerde çalışanlar 6 ayda bir değiştirilirmiş ve akıbetlerinin ne olduğu bilinmezmiş. Öyle anlattılar.
Stalin’in daçasında anlatılan bir diğer hikâye de Stalin’in boyu ile derdi olduğu üstüne. Kısa boylu olduğu için altına 17 santimlik takozlar eklenerek özel üretilmiş özel ayakkabılar giyermiş. Hakkında başka bazı olumsuz hikâyeler daha anlatıldı ama en çok aklımda bu yatak ve ayakkabı hikâyesi kaldı.
Anne tarafından Gürcü olan Stalin’i Gürcüler hiç sevmiyor, çünkü Gürcülüğünü gizlemiş ve Gürcistan’a hiç arka çıkmamış. bazalar ise yukarıda anlattığım ve anlatmadığım gerekçelerle düpedüz nefret ediyor. O nedenle Stalin hakkında Kafkasya’da anlatılanların doğruluğuna şüphe ile yaklaşmak mümkün. Ancak diğerlerini görmedimse de Ritsa Gölü kıyısındaki evinin eş yatak odalarını gördüm.
Tek adam iktidarlarının öldürülmek korkusu yoğun oluyor. Hele kendi soydaşları tarafından bile sevilmiyorlarsa. Bu yazıyı Fuad Safarov’un “Stalin’in 3 büyük korkusu” yazısının etkisiyle yazdığımı söylemiştim. Stalin’in uçak korkusu pek çok insanın sahip olduğu olağan fobilerden biridir. Zehirlenme korkusu ise tek adam saltanatı sürenlere özgü bir korku. Üçüncü korkusu olarak anlatılan uyumaktan korkmak da bence aynı korkunun izdüşümü. Tıpatıp aynı evlerden birinde tıpatıp aynı odalardan birinde tıpatıp aynı yataklardan birinde yatarken gene de korktuğu için uyuyamamak hiçbir insanın başına gelmemesi gereken bir bela. Hem de katmerli bela.
Çocukken dinlediğim masallardan birinde, padişahın yiyiciliğine çok kızan bir ihtiyar “yiyip yiyip çıkaramayasın inşallah” diye beddua etmiş de bedduası tutmuş ve padişah kabızlıktan patlayarak ölmüş, diye anlatılmıştı. Ben de bu meselden öğrendiğim üzere ve Stalin’in uyku korkusundan aldığım ilhamla, sarayına gerektiğinde kaçmak için derin dehlizler yaptırmış, yemekleri test edilsin diye zehir laboratuvarı kurdurmuş olan birine “her gece başka başka yataklarda yatsan da asla uyuyamayasın” diye beddua etsem tutar mı ki?
Dindar biri olsaydım vallaha da denerdim. Dinsizim ne edeyim?
(*) https://medyagunlugu.com/haber/stalinin-3-buyuk-korkusu-52147