Erdal Çolak
Kalabalıklar var… Karışık renklerden alaca bir cehenneme doğru kayılan neşeli bir kaydırak gibi bir hayat. Ama ben böylesi bir kalabalık istemiyorum. O kalabalık, ayrı ayrı kişiliklerden oluşan çoğul, renksiz, ölü bir renk duvarı gibiyse karşınızda, bütün çabanız boşuna, yalnızsınız…
Yalnızken çok eski bir ormanın son ağacı gibi, acımasız kum fırtınaları, düşünceler ve mutsuzluklar. Her gün değişen, yeniden şekillenen, mutsuzluk duygusunun ne olduğu üzerine genetik kodları düşünürken üzüntü ve keder. Şunu fark ettim: Hüzün ve mutsuzluğu hissediş tarzı, duygular, hislerimizin öksüz çocukları birden düşünceye dönüşüyor. Duygusal fakirliğin sebep olduğu kavgalar, sevme, sevilme, saygı gibi unsurlar. Duygusal gerçek her zaman ne söylediği anlaşılmayan bir ruh. Bu kalabalık arasındaki yalnızlık…
Çabanın, duygunun, düşüncenin olmadığı bilinçsiz vurdumduymaz varoluşsal bir boşluk. Kalabalığın arasında ölü bir ruh. Gözle gördüğünde acı çeken, kalple gördüğünde sevgisiz. Zihin bildiğinde bilişsel, kulak ile hissettiğinde anlamsız. Bir tını ile varoluşsal mutlu bir beden ile kalabalık arasında suç işlemiş gibi sıradan bir insan. Ben, sen, öteki, herkes, kimsin, kimsiniz? Neyi, niçin, neden bileceksin! Sessiz bir yolculuk ve gevşek uyanıklık gibi bilinç düzeyleri dışında uyku ve rüyalara dalmış bir varoluşa yolculuk. Dogmalar, inançlar, öğretiler, ideolojiler, iç potansiyeller, kalabalıklar arasına sıkışmış asi bir ruh.
Yaşam güzel bir sözün, sesin, damıtılmış melankoli ruh karası güzel bir resmin, müziğin, şiirin anlamı, amaç odaklı, kalbin. ruhun, nefesin, ızdırabın bir dönüşümün parçası. İçimde kalabalığın seslerden kurtulamayan melankolik, sakin, sessiz bir çıplaklık. Kalabalığın içindeki sesinizi keşfedin diyor. Kalabalıklar içinde duyulmayan egonuzun, zihninizin içindeki sesin kaygısızca gidişi. Kalabalık varoluşun değil, toplumun bir parçası bile değil.
Varoluş dönüşüme ihtiyaç duyar. Bazen düşünmüyor değil insan; ne bu parlak gökyüzü, galaksiler, yıldızlar, gezegenler, meteorlar, karadelikler, doğadaki birçok şey, sanki kalabalıklar boşuna mı? Var olma, yok olma gelip gitme, derin öğretiler bir yerlerde. Nasıl bir varoluş bedenin içine hapsolur? İnsan bu ilerde çürüyecek olan beden ile varoluşu gerçekleştirir. Neden hiçbir şey hiçliğe dönüşmüyor? Görünen her şey hiçliğe değil de bir şeylere dönüşüveriyor. Bütün canlılar bir şekilde neslin devamını sağlamak için mücadelenin içinde.
İş bununla bitmiyor, daha sonraki kuşaklara Freud’un dediği gibi Eros, yani yaşam dürtüleri, bütün canlıları hayatta tutan şeydir aslında. Bir kelebeğin, insanın, bir bulutun sürekli hiçliğe doğru giden bir tarafı var. Bulut yağmura dönüştüğünde harika bir varoluş, o zaman gökyüzünde asılı gibi duran bulutlara bakıp daha iyi anlayabiliyoruz. Hava yuvarındaki buğu, su damlacıkları ve buz taneciklerinin yoğunlaşmasıyla oluşan, farklı renkleri, biçimleri, yükseklikleri var. Bulutların yol açtıkları hava olaylarıyla doluya, kara, yağmura dönüşmesi varoluşun bir simgesi. Doğum, ölüm ve varoluş Freud’un dediği gibi yaşamı sürdürme isteği içerisinde olan Eros (yaşam) ve yok etme içgüdüsü içerisinde olan Thanatos’un (ölüm) birbirleri ile amansız mücadelesi.
Hepimizin içindeki çocuk derin yaralar almış. Bu acılar kalbimizin en derin yerinde bir yerlerde katman katman gömülü acılar. Bilmiyorum, belki de herkes bu acılara tutunarak hayatta kalmaya çalışıyor. Herkesin içinde o ilk acı…Sevginin, şefkatin acıları dindirebileceği yangınlar var. Bir rüzgarın savurduğu ağaç dalları gibi kalıverirsin ortada. Rüzgar savuruverir dallarını bir o yana bir bu yana. Ama toprağa kökleri ile gömülü bir ağaca hiçbir şey zarar veremez. Kökleri ile bağlanmalı hayata. Yaşamak istemediğin bir evrenin içinde anlam ve amacını yitirdiğin için, umudunu, bugününü, yarınını yitiren insanın bilinçli çaresizliği hissedilen.
Artık kısa ve öz cümleler kur. Kendini herhangi bir ortama, mekana ait hissedemiyorsun. Öyle bir noktaya geliyorsun ki çevredeki insanlarla iletişim kurabileceğin bir konu bile bulamıyorsun. Aslında hep yalnızız. Ne fark eder ki dört duvar ya da dört tarafın insanlarla bir oda dolusu insan, ona rağmen bu yalnızlığı iç sesinle konuşarak yaşıyorsun. Etrafımda birçok kişi, yanı başımda hiç kimse olmadığından değil yalnızlığımı paylaşabileceğim kimse olmadığı için, yalnız olduğumu söyleyebileceğim birileri olmadığı için yalnızım. Ben yalnızlığı seçtiğim için yalnızım. Bu yalnızlık benim tercihim olduğu için büyük bir lüks aslında…Kalabalık ve yalnızlık birbirinin zıddı; hastalık ,sağlık ,iyi kötü gibi birinin varlığı diğerine bağlıymış. Kalabalıklar olmasa insan yalnız olduğunu anlayamaz.
Varoluş insandan; insan ise bilinçten önce varoluş gelir. İnsan gerçeği hakikati ancak kalabalıklardan kendini ayrı tutarak bulabilir. Yalnızlık insan varoluşunun kalbidir. Kişi kendisiyle baş başa kalabildiği sürece yalnız kalabilir. Yalnızlığı sevmeden insan özgürlüğe kavuşamaz, iç dünyasıyla yüzleşemez. Varoluşun en temel taşıdır yalnız olabilmek. Yalnızlık, insan yaşamının en önemli ögesi insan duygusunun en derindeki gerçeğidir.
Murathan Mungan’ın dediği gibi, “Yazarının bile okumadığı bir kitap… Hiç çalmayan bir şarkı… Hiç vatandaşı olmayan ülke… Hiç sorulmayan bir soru gibiyim… Kalabalıklar içinde varım ama yok gibiyim.”
Son söz: Ne insanlar, ne sesler, ne de renkler ve kavramlar anlar beni. İçimde her yerde var olan zifiri bir karanlık. Benim adım kalabalık içinde yalnızlık…