Genç kız nefes nefese müzeden içeri girdi. Saatine baktı, çok geç kalmıştı. Burayı sona bıraktığına inanamıyordu. Nasıl böyle bir risk alabilmişti? Ya onu göremezse ne olacaktı?
Kaşlarını çatarak kendine kızdı. Bugün Paris’teki son günüydü. Dünyanın en çok ziyaret edilen müzesi Louvre’u görmek için sadece 3 saati kalmıştı. Sonra otele dönecek, bavullarını alacak ve onu Almanya’ya geri götürecek olan otobüse yetişecekti. “Hep bilet kuyruğu yüzünden!” diye düşündü. “Çok daha erken gelip, sıraya girmeliydim” diye söylenerek merdivenleri ikişer üçer çıktı. Merdivenlerin başında bir güvenlik görevlisi gördü.
Nefes nefese yanaştı ve “İyi günler bayım, Mona Lisa nerede acaba?” diye sordu. Güvenlik görevlisi otuz iki dişini birden göstererek, “İşte burada!” diyerek sırıttı. Genç kız anlayamamıştı. Sağına soluna baktı, tekrar güvenlik görevlisine döndü “Pardon anlayamadım, nerede acaba?” Güvenlik görevlisi gülmeye başlayarak, elleriyle genç kızı gösterdi, “İşte burada, tam karşımda duruyor.” Genç kız nihayet adamın kendisini kastettiğini anlamıştı. Belki de Fransızlar o kadar berbat insanlar değillerdi. Milliyetçi, ukala, kimseye yardım etmeyen… Haklarında duyduğu bir sürü olumsuz özelliğin en başında İngilizce konuşmamaları ve sevimsizlikleri geliyordu.
Güvenlik görevlisi hala gülümseyerek genç kıza bakıyordu. Eliyle az ilerideki oku gösterdi. Üzerinde “Mona Lisa” yazıyordu.
Genç kız onun ismini görünce derin bir nefes aldı, çok az kalmıştı. Güvenlik görevlisine çok teşekkür ederek okun gösterdiği salona doğru koştu. İçeri girdi ve oradaydı işte, duvarda öylece asılı duruyordu “Dünyaca ünlü Mona Lisa”. Önünde onlarca ziyaretçi vardı. Sanki herkes sadece onu görmeye gelmişti. Genç kız diğerlerinin gitmesini, sıranın ona gelmesini sabırla bekledi. Nihayet aralarında hiç kimse kalmamıştı. Sadece Mona Lisa, genç kız ve cam fanus.
Sahi, bu cam fanus da nereden çıkmıştı? Paris’e kadar gelip Mona Lisa’yı camın ardından izlemek nasıl bir saçmalıktı? Ayrıca, Mona Lisa küçücüktü, koskoca duvarda yok olmuştu. Hemen karşısında bulunan duvarın neredeyse tamamını kaplayan eserler çok daha ilgi çekiciydi. Kim olduğu hala kesin olarak bilinmeyen Mona Lisa, güzel bile değildi. Ne kaşı vardı ne de kirpiği. Bir rivayete göre Floransalı iş adamı Francesco del Giocondo’nun eşi, başka bir rivayete göre Leonardo da Vinci’nin annesi belki bir hayat kadını, belki de Da Vinci’nin kendisiydi. Meryem Ana da olasılıklar arasındaydı. Genç kız, bir gözünü kıstı, bir eliyle de Mona Lisa’nın yüzünün yarısını kapattı. Sonra aynı şeyi diğer tarafı için yaptı. Bakalım gerçekten de Mona Lisa’nın bir tarafı gülüyor, diğer tarafı ağlıyor muydu? Bu soluk benizli hanımefendinin hiçbir tarafı ağlamıyordu, hatta genç kıza göre Mona Lisa gülmüyordu da.
Bu mutsuz kadın oldukça hasta gözüküyordu. Bu tablonun elle tutulur hiçbir tarafı yoktu. Üstelik güvenlik görevlisi kendisine “Mona Lisa” demişti, adam düpedüz hakaret etmişti. Zaten bu milliyetçi Fransızlardan başka ne beklenirdi ki? Hepsi aynıydı! Genç kız müthiş bir hayal kırıklığı içinde salondan çıktı.
***
23 yıl sonra, geçen hafta, küçük oğlum “2 numara” elinde “National Geographic kids”in “Garip ama gerçek” isimli kitabıyla yanıma geldi. “Anne” dedi “Bak, Mona Lisa’nın kaşları yokmuş.” Önce hatırlayamadım, gerçekten yok muydu kaşları? Sonra parça parça düştü aklıma detayları, ne kadar da hayal kırıklığına uğramıştım onu çıplak gözle görünce. Sahi neydi onu bu kadar değerli yapan? Neden Leonardo da Vinci’nin en ünlü eseri Mona Lisa olmuştu? Merak edip internette aradım, ancak beni tatmin eden bir açıklama bulamadım. Kimi yüzündeki ifadeyi eşsiz bulmuş, kimi kadının kimliğinin gizemini…
Görünüşe göre bu tablonun bu kadar ünlenmesinin en büyük sebebi 1911 yılında Louvre müzesinden çalınması olmuştu. Güldüm. “Kaybedince değere bindi tabii, dünyadaki diğer her şey gibi” diye aklımdan geçiverdi. Hem de ne değer, 1962 yılında yaklaşık 100 milyon dolar denilmiş, bugünlerde ise paha biçilmez olduğu için sigorta bile yapılamıyormuş. Sonra aklıma yine güvenlik görevlisi geldi. Tablo paha biçilmez olduğuna göre, adamcağız belli ki bana iltifat etmişti. Belki de Fransızlar o kadar kaba insanlar değildi? Tabii ki değildi! Genç kız, geçen bunca yılın ardından bir millete, halka, ırka vb. topyekûn yakıştırma yapmamayı öğrenmişti. Ya da en azından yapmamak için üstün gayret gösteriyordu.
Gülümsedim farkında olmadan. 2 numara, durumu fark etti. “Neden kendi kendine gülüyorsun?” diye sordu. Ne cevap vereceğimi bilemedim.
“Hadi bakalım uyku vakti” diyerek geçiştirdim. İtirazlarına aldırış etmeden onu yatağına yatırdım.
Yanağına iyi geceler öpücüğü kondururken hâlâ gülümsüyordum…