Bu defa kesin kararlıydık. Ülkemizi en iyi şekilde temsil edecektik. Yunanlara Türklerin ne kadar akıllı, kültürlü, görgülü, ölçülü, olduğunu gösterecektik. Hayran kalacaklardı bize. Öyle ki Avrupa Birliği’ne girin diye yalvarıp ayaklarımıza kapanacaklardı. Hayaller böyleydi de gerçekler pek öyle olmadı sanki!
Her şey 20 çocukluk arkadaşın Yunanistan’a gitmek üzere kiraladıkları otobüste bir araya gelmesiyle başladı. Aslında tek tek incelediğinde hepsi gayet düzgün insanlardı ama ne oluyorsa yan yana geldiklerinde oluyor, adeta bir kimyasal reaksiyon başlıyordu. Bir gün önce takım elbiseyle sunum yapan ciddi, saygın bir iş adamı ertesi gün 30 yıllık dostlarıyla bir arada olmanın rahatlığıyla çimlerde yüzmeye kalkabiliyordu.
WhatsApp mesajlarından belliydi başımıza gelecekler. Yani kim seyahate çıkılacak günün sabahı “Program var mı?” diye sorar ki ve program olarak kim sadece yemek yenecek yerleri organize eder ki? İnsan turistik amaçlı yurt dışına gidince şehri, müzeyi, ne bilim katedrali filan görmek istemez mi? Biz istememişiz işte…
Perşembe gecesi yola çıktık. Otobüs yolculuğunda aklı başında insanlar yanlarına ne alır? “Kulaklık, su, yastık, kitap vb.” değil mi? Biz ne aldık? 40 yılın başında bir araya gelmişiz, uyuyacak halimiz yok ya! Ayık tutsun diye Redbull almış düşünceli arkadaşlar, onu sek içmek istemeyen olur diye yanına biraz da votka, akşam yemeğinin hazmını kolaylaştırsın diye biraz da diğer masumane içecekler, tonlarca kuruyemiş vb. Kulaklık bir yana dursun bol bol da hoparlör… Bu arada şoför de itina ile seçildi. Sakin, gürültüden etkilenmeyen, çocuk seyahatlerine alışık (gerçi çocuk yoktu aramızda), araba tutmasına olumlu bakan, otobüste danstan hoşlanan, güler yüzlü bir profil arandı ve bulundu.
Yolculuk sohbet, dans, yeme içmeyle hayli keyifli geçti. Sabah Kavala’ya vardığımızda mutlu ama pilimiz bitmiş ve midemiz tıka basa doluydu.
Ona rağmen kahvaltı yaptık, sonra da bir kafeye gidip buz gibi bir “Frappe” içmek üzere otobüsten inmiştik ki dehşet bir tabela ile karşılaştık. Bir tarafı kana bulanmış “Kıbrıs’ı hatırla!” tabelası. Üzerinde Almanca “İstilacılar defolup gidin” gibisinden bir şeyler yazıyor. Destur! Daha ayağımızı yeni basmışız Yunanistan’a, böyle mi karşılıyorsunuz bizi? Kim kimi nereden kovuyor? Resmen sinir bastı sabah sabah. Karşımıza bir Yunan çıksa ağzının payını vereceğiz de herkes Türkçe konuşuyor, nerede bu Yunanlar Allah aşkına? Anlamadık bu işten bir şey. Kafeye gidip oturduk. Garsona dedik ki “Can we have a coffee?” Garson cevap verdi “Şekerli mi olsun, şekersiz mi?” Haydeee, bu da Türkçe konuşuyor. Sonra menü geldi, o da Türkçe. Kıbrıs’ı bilmem ama Yunanistan’ın kuzeyini istila etmişiz, o kesin.
Kahvaltı bitti, kahveler içildi, “hadi gezelim artık” dedik. Grup liderimiz olan eniştem “bir saat vaktiniz var” dedi. Hemen harem selamlık ayrılarak ilk gördüğümüz bikini mağazasına dalıverdik. Şu şansa bakın ki ekipteki tüm kızların bikiniye ihtiyacı varmış. Tüm vaktimizi bu mağazada geçirerek, Kavala’yı hiç göremeden otobüse geri bindik.
Otelimiz Dedeağaç’ta ama biz tabii ki otelden önce yine yemeğe gittik. Yemek yediğimiz yerin adı “Aya Yorgi” (aigiorgis) restorandı ve gerçekten şahaneydi. Bizimkilerin eline su dökemezler tabii ama elin Yunan’ı da deniz mahsulleri ve meze konusunda hayli iddialıymış. Bir kabak kızartma yedim ki sormayın. Hani bu kabak değil de patates cipsi deseydiniz yutardım valla. İncecik ve kıvamında çıtır. Aynı şekilde patlıcan ve roka salatası da şahane. Ezine peynirini tahtından edemez ama “Feta” denilen Yunan usulü beyaz peyniri ve Hellim taklidi “Mastello” da oldukça başarılıydı. Ve ahtapot! Yani yurdumun aşçısına toz kondurasım yok ama bir “karamelize soğanlı ahtapot” yedim ki sormayın. Bizimkilerin bu konuda gidip bir ders alması gerekiyor. Ama müsterih olun balık konusunda biz onlara on basarız!
Yemek saatler sonra bitti ve otele gittik. Az biraz dinlenip (ben bir dakika uyuduysam ne olayım?) yine yemeğe gittik. Bu defa istikamet “Nisiotiko” Burası da Dedeağaç’ın en lezzetli lokantalarından biriymiş. Uzo’lar çeşit çeşit ama rakımızın yanından bile geçemez.
Bizimkiler tüm çeşitlerin tadına bakıp hemen “kız Uzo’su, erkek Uzo’su ” diye gruplandırdılar. Yemeğe henüz oturmuştuk ki ellerinde darbukalarıyla çalgıcılar geldi ve “Mastika”yı söylemeye başladılar, sonra yan masaya geçip orada da “Yüksek yüksek tepeler”i çaldılar. “Ne biçim Yunanistan burası?” derken masaya yine bir Türk garson, elinde Türkçe menüyle geliverdi. Masamız kaldırım kenarında. Geleni geçeni izleyebiliyoruz. Önümüzden ellerinde mumlar bir dünya Yunan polis eşliğinde yürümeye başladı. “Ne oluyor?” diye sorduk, meğer Osmanlı İmparatorluğu tarafından katledildiği iddia edilen Rumları anıyorlarmış. Bak sen! Yunan resmi makamları, 19 Mayıs’ı “Pontus Rum soykırımı anma günü” ilan etmiş, iyi mi?
Atatürk’ün Samsun’a çıkışını kutladığımız gün Yunanlar da Rumların Karadeniz’deki “katliamı” için yas tutuyorlar. Hayat böyle işte… masada kısa bir sessizlik oldu ama hemen toparlandık. Hatta Yunanlarla arayı yapmak için yemek sonunda Türk kahvesi değil Yunan kahvesi sipariş ettik. Ne kadar barışçıl insanlarız, görsünler işte!
Yaklaşık 36 saattir uykusuzduk yine de bu durum bizi Tavernaya gitmekten alıkoymadı. “Piko” diye canlı Yunan müziği yapan bir yere 20 kişi doluştuk ve başladık sağı solu seyretmeye.
Bu Yunanların ekonomisi gerçekten çok bozulmuş. Yazık, gencecik kızların üstünde avucumun içi kadar kıyafetler, belli ki kumaş alacak paraları kalmamış. Zaten hepsi max. 36 beden, aç kalmış zavallılar. “Siz gelin Türkiye’ye biz sizi börek ve çöreklerle bir güzel besleyelim” dedik.
Sonra düşündüm de, bu aç ama kesinlikle pek güzel gencecik hanımefendileri Türkiye’ye davet etmek belki de çok iyi bir fikir değildi. Allah sahiplerine bağışlasın adapte olamazlar bizim oralara, başımıza dert almayalım…
Neyse, müzik başladı. Biz fıkır fıkır, yerimizde duramıyoruz, Yunanlar gayet ciddi oturuyorlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde iş değişti tabii. Gördük ki dans etmek isteyen kendini sahneye atıyor, şarkıcının arkasında hoplayıp zıplıyor. Bir ara halay çekmeye başladılar, bizim ekip geri kalır mı? “Gösterelim bunlara Halay nasıl çekilirmiş?” dedik ve fırladık sahneye. Halay çekerken kaç Yunanlı ezdik bilmiyorum, ama gururla söylüyorum, çoğunu denize dökmüşüzdür. Otele sabah döndük ve yine pek uyuyamadan kahvaltımızı yapıp ” Ammo ammo beach”e gittik.
Hemen şezlonglara eşyalarımızı attık ve “doğru denize!” diyeceğimi sandıysanız yanılıyorsunuz, tabii ki de “doğru restorana!”. Beş saat! Tam beş saat boyunca durmadan yedik ve içtik Makri’deki “Ammo ammo” plajında. Bence dünya rekorudur bu. Bize bakan garson kızımızın o gün ilk iş günüymüş. Kızcağız neye uğradığını şaşırdı. Bizden sonra kesin istifa etmiştir. Öğle yemeği masasından kalktığımızda saat 19:00’du. Otele döndüğümüzde resmen mide spazmı geçiriyorduk.
İşte aşağı yukarı böyle geçti Yunanistan seyahatimiz. Pazartesi sabahı yapılan ölçümlerde ekibin +1 ile +3,5 arası kilo aldığını gözlemledik. O gün bugündür 05:45’te kalkıp sahilde yürüyorum. Üç günlük Yunanistan seyahatinde yediklerimi yakabilmek için sanırım 30 gün daha yürümem gerekecek!..