Önceki gün (Pazartesi) Türk basınının önemli kalemlerinden, Milliyet gazetesinin unutulmaz yazarı Örsan Öymen’in ölümünün 37. yıl dönümüydü.
Her zaman olduğu gibi ailesi, yakınları ve dostları Zincirlikuyu Mezarlığı’nda bulunan kabri başında onu andı; yine bir pazartesi aramızdan ayrılmıştı…
Bodrum’da 49 yaşında kalp krizi geçirmesi sonucu hayatını kaybettiği gün onunla konuşan son insanlardan biri olduğum için her yıl dönümünde yüreğime bir acı saplanır. Her yıl dönümünde bu yazıyı yazmak için bilgisayar başına otururum, sonra yüreğim kabarır, vazgeçerim.
Ama bu yıl mutlaka yazmaya karar verdim çünkü anlatacaklarımı kimse bilmiyor (ya da sadece birkaç kişi biliyor)…
Örsan ağabeyle hiç yüz yüze gelmedim, sadece telefonda konuştum ama 1986 yılında çalışmaya başladığım Milliyet’te adını çok duydum. Önce ne kadar iyi hatta efsane bir gazeteci olduğu anlatılırdı, sonra da ne kadar esprili bir insan olduğu. Günümüzde çoğunu kimsenin tanımadığı, adını bile duymadığı Milliyet yazarlarının neredeyse tümü o zamanlar Öymen gibi birer markaydı; saygın, onurlu, bilgili, düzeyli…
Esprili kişiliğine örnek olarak kahkahalarla anlatılan olay şuydu:
Zamanında Öymen ve Milliyet’in efsane karikatüristi Bedri Koraman birlikte sanıyorum Karadeniz’e gitmişler. Nasıl olduysa bir yerde karşılarına ayı çıkmış. Öymen ayıyla Koraman’ın fotoğrafını çekmiş ve birkaç gün sonra gazetede yayınlamış. Fotoğrafın altına şu muzip notu düşmüş:
“Bedri Koraman (solda) ve ayı!”
Milliyet sektördeki teknolojik gelişmeleri yakından izleyen bir gazeteydi. O zamanlar sadece kablolu yayın yapan CNN’e Türkiye’de galiba ilk Milliyet abone olmuştu. Şimdilerde internette fotoğrafı bile bulunamayan Milliyet binası Cağaloğlu’ndaydı (manşet fotoğrafı), diğer gazetelerin çoğu gibi.
O yıllarda haberleşme teleksle ya da telefonla yapılırdı, cep telefonu icat edilmemişti, gazeteler henüz faks kullanımına geçmemişti ya da en azından Milliyet’te yoktu. Bu koşullarda haberlerimizi de doğal olarak daktiloyla yazardık…
Bir gün, bizim Dış Haberler Servisi’ne ilk kez gördüğüm bir cihaz getirdiler, yıllar yıllar sonra çıkacak yatay kapaklı ve tuşlu Nokia’ya benzer, küçük bir tuğla boyutundaydı.
Yurt dışında piyasaya yeni çıkmış cihazın -markası Sony ya da Sanyo olabilir- minik bir ekranı ve minik bir klavyesi vardı. Milliyet, “kalburüstü” yazarlarını telekse bağımlı olmaktan kurtarmak için şu an adını hatırlayamadığım bu cihazlardan almıştı. Minik tuşlarıyla yazı yazmak çok zordu ama telefon olan her yerde haberleşme özgürlüğü sağladığı için müthiş bir buluştu.
Milliyet’in merkezinde yani İstanbul’da bu cihazdan sadece bir tane vardı ve sanıyorum servisin en genci olduğum için teknolojiye yatkınlığıma güvenilerek benim sorumluluğuma verilmişti.
Aslında kullanması son derece kolaydı.
Makalesini yazan yazar telefonla beni arar, cihazın altındaki bir yeri ahizeye dayar ve “gönder” tuşuna basardı. Ben de İstanbul’da kendi cihazımla aynısını yapar, sonra cihazı özel yazıcısına bağlar ve yazının çıktısını alırdım. Yazı telefonla bir cihazdan diğerine aktarılırken sonraları aşina olacağımız çevirmeli internet sesine benzer bir ses duyulurdu.
O gün, yani 22 Haziran 1987 Pazartesi, Örsan ağabey yazısını geçmek için evinden beni aradı, galiba öğle saatleriydi. (Aslında üniversitede öğrenci olduğum için hafta içi sadece geceleri çalışıyordum ama okul yaz tatilindeydi.) Daha önceki konuşmalarımızdan Bodrum’da olduğunu biliyordum. Kendisinden yaşça çok küçük olmama rağmen hep dostça, samimi davranırdı, zaten alçak gönüllü bir insandı.
Her zamanki gibi cihazı ahizeye tuttu ve “gönder” tuşuna bastı fakat zaman zaman yaşadığımız bir sorunla karşılaştık: Yazı şifreli yani bozuk geldi. Bir daha denedi yine olmadı, tekrar tekrar denedi ama ne yapsa olmuyordu. Telefon hattı kötü olduğu için yazı şifreli geliyor, harfler yerine garip işaretler çıkıyordu.
Örsan ağabeyin “Politika Kazanı” köşesinde ertesi gün çıkacak yazısının en geç 16.00 sularında gazeteye ulaşması gerekiyordu ki ilk baskıya yetişebilsin.
Defalarca denedik, olmadı; zaman da geçiyordu. Sonunda sıkıntılı bir ses tonuyla, “Ben PTT’ye gidiyorum…” dedi, yazısını mecburen teleksle geçecekti. Yanlış hatırlamıyorsam aşırı sıcaktan yakındı.
Çok kısa bir süre sonra vefat haberini aldık.
Yıkılmıştım…
Not: Fotoğraflar: Milliyet’in 60. yıl albümünden alınmıştır.
İlgili yazılar: