Tarihe meraklı olalım ya da olmayalım, çocukluğumuzdan başlayarak 2. Dünya Savaşı ile ilgili yoğun bilgi bombardımanına tutulduk, 1939-1945 arasında yaşanan felaketle ilgili belki sayısız makale ve kitap okuduk, belki sadece Hollywood yapımlarını ya da belgeselleri izledik.
Dolayısıyla bu konudaki bilgi dağarcığımız büyük de olsa, küçük de olsa sonuçta hepimizin 2. Dünya Savaşı ile ilgili bir fikri var.
Ama Hazal Yalın’ın geçen yılın sonunda piyasaya çıkan “1939: Avrupa, Sovyetler Birliği ve Türkiye” kitabı 2. Dünya Savaşı özel ilgili alanına girmeyen benim gibi okurların şimdiye kadar sahip olduğumuzu sandığımız bilgileri sorgulamamızı sağlıyor.
Nota Bene Yayınları’ndan çıkan kitap aynı zamanda Yalın’ın “1945: Türkiye-SSCB İlişkileri” eserinin devamı niteliğinde.
Çoğumuzun okumak dışında her şeye zaman bulabildiği bu çağda Yalın’ın kitabı 718 sayfalık hacmiyle ilk anda “ürkütücü” geliyor. Aslında o da gerçekten “ürkütücü” bir işe soyunmuş ve resmen “gayya kuyusu”na girmiş. Ama girdiği gibi çıkmayı başarmakla kalmamış, yanında 1945’e kadar uzanacak sürecinin belki de en kritik yılı olan 1939’u bütün yönleriyle anlatan belgesel niteliğinde bir eser getirmiş.
Kitabı çok genel hatlarıyla üçe ayırmak mümkün.
İlk 292 sayfada savaşa giden süreçte İngiltere, Fransa, Almanya ve Sovyetler Birliği arasındaki ilişkiler belgelere dayanarak son derece ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Bu bölümde, Sovyet yönetiminin savaşın çıkmasını engellemek için gösterdiği çabanın nasıl İngiliz duvarına çarptığı, o dönemdeki İngiltere Başbakan Neville Chamberlain’in savaşa giden yolu nasıl gönüllü olarak açtığı ve Nazi tuzağına Sovyetler Birliği’ni nasıl düşürmek istediği yer alıyor. Hem de sadece İngiltere’de değil, Fransa’da da barış yanlısı güçlü bir kamuoyu bulunmasına rağmen… Aşağıda okuyacağınız gibi Yalın bu tabloyu, “emperyalist kapitalizmin yeniden yapılanmasının biricik yolu savaştan geçer” cümlesiyle özetliyor. Bu bölümde sıkça adını duyduğumuz Polonya’nın savaş ateşine nasıl kömür taşıdığını, onun kadar zengin ve önemli görülmeyen Romanya’nın Batılı ülkelerce nasıl feda edildiğini de öğreniyoruz.
Bu tabloda Türkiye’nin konumunu merak edenleri 293. ve 449. sayfalar arasında belgelerle desteklenerek zenginleştirilen son derece ayrıntılı bir bölüm bekliyor. Bu bölüm okuru bazıları ilk kez yayınlanan bilgilerle tanıştırmakla yetinmiyor ve kitabın bizim açımızdan en önemli tezi olan Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk ve tek eksen kaymasına nasıl adım adım gidildiğini anbean anlatıyor. Kitabı henüz okumayanlara sufle vermemek için burada keselim ama bu bölümde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve özellikle Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu ile ilgili çok çarpıcı bilgilerle değerlendirmelerin yer aldığını söyleyelim.
“1939: Avrupa, Sovyetler Birliği ve Türkiye”nin son bölümünde ise belgeler yer alıyor.
Çok önemli bir dönemi derinlemesine anlatmak gibi iddialı bir misyona soyunan kitap, iddiasının boşuna olmadığını daha ilk sayfalarda kanıtlıyor ve bilgiye aç okuru hemen içine çekiveriyor. (Öyle olmasa kendim için rekor sürede, 9-10 günde bitiremezdim.) Kitabı beğenmek ya da beğenmemek elbette okura kalmış ama harcadığı olağanüstü emek ve sunduğu bilgi hazinesi için Yalın’ı mutlaka kutlamak gerektiğini düşünüyorum…
Hazal Yalın kitabıyla ilgili sorularımızı şöyle yanıtladı:
-İkinci Dünya Savaşı öncesinde bazı çekinceleri olsa da Fransa’nın ama özellikle başta Chamberlain olmak üzere İngiltere’nin koşar adım gelen Alman tehdidine karşı olan tutumunu nasıl adlandırmak gerekiyor? Aymazlık mı, öngörüsüzlük mü, yoksa Sovyetler Birliği’nin düşmesini istedikleri tuzağına kendilerinin düşmesi mi? ABD Başkanı Roosevelt bile İngiliz-Fransız-Sovyet ittifakı kurulması fırsatının kaçırılmasının cinayet olacağını söylüyor…
-Hepsi ve hiçbiri. Hepsi; ancak temel halkayı gözden kaçırdığı için hiçbiri. Temel halka Britanya mali oligarşisinin ihtiyaçlarıdır. Bu tayin edici faktörün altı çizilmezse bütün diğer faktörler anlamsızlaşır. Chamberlain hükümeti mali oligarşinin doğrudan temsilcisiydi. Sovyetler Birliği’nin Londra Büyükelçisi Mayksiy bunu çok açık görüyordu. Kitapta Britanya ve faşist Almanya arasında kömür karteli ve sömürgeler meselesi üzerinde özellikle durmamın, keza “kısa bir devlet teorisi” yapmamın nedeni buydu.
Halkayı gözden kaçırmamak, 1939’la tarihi paralelliklerin daha önce hiç görülmediği kadar belirginleştiği günümüzü anlamak açısından da önemli. Daha 24 Aralık öncesinden beri neredeyse bütün yazılarımın değişmez konusudur bu: Emperyalist kapitalizm yeniden yapılanmak zorunda ve bunun biricik yolu savaşlardır. Yani mesele ahmak, kişiliksiz, sahtekâr ve suçlu yöneticilerin dünyanın her yerinde genel bir kural haline gelmiş olması değil, bu kuralı ortaya çıkartan nesnel, maddi gereklerdir.
-Savaş öncesinde Batılı devlet adamlarının Sovyetler Birliği ile ilgili değerlendirmelerine baktığımızda Hitler’in daha gerçekçi analizler yaptığını söyleyebilir miyiz?
-Hiç kuşkusuz. Hitler sadece çok zeki bir faşist katil değildi; aynı zamanda etrafındaki gelişmeleri objektif değerlendirmesini ve bunları kendi menfaatlerine uygun kullanmasını bilen, Alman halkının refah beklentisiyle Alman mali oligarşisinin savaş ihtiyacını örtüştürmeyi başaran, çağındaki benzerlerinden çok üstün bir burjuva siyasetçisiydi.
-Kitabınızda Polonya önemli bir yer tutuyor. Polonya’nın Moskova’ya karşı olan uzlaşmaz tutumunun nedeni tarihten gelen korkular mı, komünizmin düşmanlığının gözlerini kör etmesi mi?
-Mukaddes İttifak’la birlikte Avrupa’da feodalizmin jandarması haline gelen Rus monarşisine karşı 19’uncu yüzyılın sonlarına kadar Polonya milliyetçileri demokrasi cephesindeydiler. Paris Komünü’nde çok sayıda Polonyalı devrimcinin olduğu iyi bilinir mesela. Daha az bilinen, Polonya’nın özgürlüğü meselesinin Rusya entelijensiyasında hep tartışıldığıdır. İlk aklıma gelen Tolstoy benim çevirdiğim “Yolcu ve Köylü” içinde yer alan “Ne İçin?” başlıklı bir hikâyede açıkça Polonya’nın bağımsızlığından yana tavır alır. Tolstoy’un eserlerinde Polonyalılar genellikle olumlu tiplerdir. Dostoyevski’de ise tam tersidir; ondaki hemen bütün Polonyalı karakterler olumsuzdur.
Sorularınıza cevap verirken Leninizm ve milli mesele üzerine yeni bir yazıya hazırlanıyordum. Bu çerçevede devrimden sonraki ilk dönem tartışmalarını yeniden inceleme fırsatı buldum. Şu çok açıktır: Lenin, Polonya’nın bağımsızlığını Polonyalı Marksistlere rağmen savunmuştu. Polonya’nın bağımsızlığı doğrudan doğruya Lenin’in milli meseleye dair görüşlerinin kaçınılmaz bir sonucuydu. Daha sonra iç savaş ve Kızıl Ordu’nun Varşova önlerinde bozguna uğramasının Polonya’da antikomünist milliyetçiliğin ortaya çıkmasında bir payı kuşkusuz vardır; ancak devlet, varlığını Lenin’e borçluydu. İki savaş arası dönemde antikomünizmin tırmandırılması bu ülkedeki antisemitizmin (Yahudi düşmanlığı) yaygınlığıyla, etnik temizlik ve ekspansiyonist (yayılmacı) siyasetle ilişkilidir. İlk soruya dönersem; Britanya yönetiminde basiretsizlik sanılan şey gerçekte hiç de öyle değildir ama Polonya yönetimi intihar etmek için fırsat kollayan bir hastayı çok andırıyor.
-Belki gözümden kaçmıştır, çok kritik bir dönemde Litvinov neden görevden alındı? Yerine Molotov’un gelmesi Moskova’nın tutumu açısından bir değişiklik yarattı mı?
-Litvinov’un görevden alınması hemen her yerde Moskova’da dış siyaset değişikliğiyle, hatta Litvinov’un Yahudi, Molotov’un ise Rus olmasıyla ilişkilendiriliyor. Oysa Litvinov ve Molotov’un dış siyasetleri arasında hiçbir nitelik farkı yok. Faşist Almanya Sovyetlerle ilk temaslara Litvinov’un dışişleri komiserliği sırasında geçmişti; daha 4 Nisan’da Ribbentrop’un müsteşarı Weizsäcker ilk açık sinyali göndermişti. Litvinov’un istifası ise 3 Mayıs’ta kabul edildi. Gerçek neden, Stalin’in imzasını taşıyan gizli telgrafta belirtildiği gibi, Litvinov ile Molotov arasında kişisel çelişkiler olmalı.
-Kitabınızdan Sovyet istihbaratının savaş öncesinde Hitler’in komutanlarıyla yaptığı görüşmeyi öğrenecek kadar başarılı ve etkin çalıştığını öğreniyoruz. Bunun sırrı neydi?
-Komintern. 1937-1938 yargılamalarında dış istihbarat ve Komintern görevlileri arasında da tasfiyeler yapılmıştı; ama 1939’da dünya komünist hareketi düşmanlarının siyasetine yön verecek kadar güçlü olmakla kalmıyordu, aynı zamanda Sovyetler Birliği’ni korumak enternasyonalist bir görevdi. Komünistler yasal siyasetin dışına itilmiş olabilirlerdi, ne var ki vardılar ve faaliyetlerine devam ediyorlardı.
-Molotov-Ribbentrop Paktı’nın imzalamasının nedeni Sovyetler Birliği’nin kendisini koruma güdüsü müydü, yoksa bunu topraklarını genişletebilmek için potansiyel bir fırsat olarak da mı görüyordu?
-Bence Sovyetler Birliği’nin ve büyük ölçüde bugün Rusya’nın da temel kaygısı hiçbir zaman topraklarını genişletmek olmadı. Temel kaygı her zaman ülkenin güvenliği ve devletliliğin devamıydı ve bunun için düşman kampla arasında bağımsız (kendisinden de bağımsız, ama en çok düşmanlarından bağımsız) tamponlara ihtiyacı vardı. İkincisi, şu çok açık: Sovyetler Birliği 1939 boyunca İngiltere ve Fransa ile ittifak kurmak ve ağustos ayında Moskova’daki askeri görüşmeleri sonuca ulaştırmak için her şeyi yaptı. Avam Kamarası’nda 19 Mayıs oturumu üzerinde özellikle durdum. Burada Churchill Polonya’nın Sovyet karşıtı saplantısını kastederek şöyle demişti: “Aynı gücün müttefiki olan kimselerin birbirlerine de müttefik olmaları neredeyse aksiyomatiktir.” Sovyetler Birliği ile dost olmak istemeyebilirsiniz ama ortak düşman cephesine karşı ittifak kurmaya çalışıyorsanız buna uygun davranacaksınız. Tartışma şuydu aslında: İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği ile tarafların üzerinde anlaştığı ülkeleri de kapsayan bir askeri ittifak kurulacaksa, Sovyet kıtaları ancak Polonya ve Romanya üzerinden geçerek yardımda bulunabilir, zira (Voroşilov‘un 21 Ağustos’taki sözleriyle): “… Sovyet silahlı kuvvetleri… eğer Polonya ve Romanya topraklarından geçmelerine izin verilmezse Fransa ve İngiltere silahlı kuvvetleriyle askeri iş birliğine giremezler. Bu, askeri bir aksiyomdur.” Polonya hükümeti ise neticede Chamberlain’i bile zıvanadan çıkarmakla kalmadı, inanılmaz bir ahmaklıkla ülkesini Nazi çizmeleri altında inletti.
-Kitabınızdaki en ilginç ve önemli tezlerden biri Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk ve tek eksen kaymasının o dönemde yaşanmasıyla ilgili. Bunun asıl nedeninin “Sovyet korkusu” olmadığını söylediğinize göre gerçek neden neydi?
-Daha önce Medya Günlüğü’nde bir yazımda Atatürk ölüm döşeğindeyken Sovyet Büyükelçisi Terentyev’in Moskova’ya çektiği telgraftan söz etmiştim. Buna kitapta da atıfta bulundum. Sanırım o yazıdaki şu satırları alıntılamak yeterli olur: “Terentyev’in Türkiye’de Alman nüfuzunun artmasını Atatürk’ün sağlığıyla ilişkilendirmesi çok dikkat çekicidir. … Bu ilginç gözlem… ‘saksıda burjuvazi’ yaratma siyasetinin sınırlarını da gösteriyor. Bu siyaset artık fiilen bitmiş ve gelişmeler hükümeti, her olağan burjuva devletinin yapacağı gibi, ‘iş çevrelerinin’ taleplerini yerine getirmeye itiyordu. Zorlamıyor, itiyor ve dahası örtüşüyordu da, zira gene her burjuva devletinde olacağı gibi, ‘iş çevrelerinin’ menfaatleri, hükümetin kararlarının yönünü tayin ediyordu.”
-Türk-Sovyet görüşmeleriyle konusunda Sovyet arşivlerinden farklı olarak Türk belgelerinde bazı konuların hiç yer almamasını hatta kimi zaman size göre çarpıtılmasını neye bağlıyorsunuz?
-Afaki yorum yapmak istemiyorum bu konuda. Ancak eksen kaymasını haklı göstermek ve sorumluluğu üzerinden atmak için özel bir çabayı andırıyor.
–O dönemdeki Türk devlet adamlarını ve Türkiye’nin izlediği dış politikayı günümüzle karşılaştırmanızı istesem…
-Böyle bir karşılaştırmaya kalkışmayacağım. Ancak eksen kaymasının 1939’da tamamlanmış olduğunu, bunun sadece siyasi tercihlerle ilişkisi olmadığını, 1939’da sarıldıkları yeni eksenin iktisadi, sosyal, ideolojik, kültürel temellerinin geçen 85 yılda pekiştirildiğini, düzen içinde hiçbir siyasetçinin bağımsız dış siyaset sürdürme kapasitesi bulunduğuna inanmadığımı, sadece meşreplerine göre az veya çok manevra alanına sahip olduklarını, son zamanlarda çokça ileri sürüldüğü gibi yeni bir eksen kaymasının mümkün olmadığını düşündüğümü söylemekle yetineyim.
-Kitabınızın sonundaki belgeler bile neredeyse 300 sayfa tutuyor. 789 tane dipnot olması bir kitap için hiç alışılmadık bir durum. Nasıl hazırlandınız, ne kadar zamanınızı aldı kitabı yazmak?
-Çok tartışmalı bir dönem bu; görece kısa bir tür risaleyle de anlatabilirdim düşüncelerimi ama her şeyi belgelemek gerekiyordu. Bu nedenle ikinci bölümdeki dipnotlar hariç 789 dipnot ortaya çıktı. İkinci bölümü aslında ikinci cilt olarak planlamıştım ben; ama yayıncılık açısından cazip olmayacağına, her şey gibi kitap fiyatları da (ama gelirleri değil) sıçrarken okurun ilgisiyle bütçesi arasındaki çelişkinin derinleşeceğine ikna oldum sonuçta. Kitabın ana gövdesini 2021’de bitirmiştim aslında. Ama ertesi yıl boyunca, özellikle teorik göndermeleri yüzünden (çünkü 24 Şubat-Ukrayna savaşı- sonrası ortaya çıkan durum 1939’la güçlü paralellikler gösteriyordu) birçok defa geri döndüm. Neticede böyle “gereksiz” işlere el atan bütün yazarlarda olduğu gibi iki aylık geçimime yetmeyecek bir gelir, kronik bel ağrıları, aylarca kapanmadığı için köhneleşen bir bilgisayara mal oldu. Ama değdi; galiba evladiyelik bir kaynak çıktı ortaya.
Manşetteki büyük fotoğraf: (Soldan sağa) Mussolini, Hitler, Daladier, Chamberlain.
Manşette alt sağdaki küçük fotoğraf: İsmet İnönü-Şükrü Saraçoğlu.