Birkaç yılda bir seni şairin deyişiyle kısrak başı gibi uzandığın, dağlarınla, göllerinle, ovalarınla, kıyılarınla sere serpe yayıldığın yerinde bırakıp dışarılara bir yerlere uçtuğumuzda gördüklerimize ne de imrenirdik.
Daha kaç yaşındaydın ki o küçümsemelerimizi hak edecek?
Ama kızma. Biz kaç yaşındaydık ki zaten o yıllarda? Söyler de söylerdik: Adamların yolları ne kadar güzel, şehirleri ne kadar temiz, parıltılı, dükkanlarından neler neler alınabiliyor öyle, adamlar şöyle adamlar böyle diye uzar giderdi hararetli, havalı anlatışlarımız.
Darılma ne olur; ama sen de köhneydin biraz. Kime kendi kıyafetini giydirsen tepesine bir asık surat koyuverirdin sanki.
Sanki zevk alırdın bundan.
Sevilirdin sevilmesine, pek bir severdik seni ama seni sevmek çok kolay bir iş değildi doğrusu. Senden havalanıp, kaçıp gitmek bir kariyerdi sanki.
Oğlum, kızım yurt dışında derken hafifçe kabarırdı göğüsleri, azıcık değişiverirdi ses tonları annelerimizin.
Ama öyle kolay kolay yıkılacak, parçalanacak gibi görünmüyordun, itiraf ederim.
Hani çocukluk mahallelerimizin top oynamayı pek bilmez iri yarı tosuncuk oğlanları vardı. Çelme taksan, yumruk atsan, tekmelesen sana önce kan ter içinde bir bakış atarlardı, acıyla karışık; sonra kısa bir kavga çıkar, oyuna dönülürdü.
Buna bir şey olmaz, hava karardığında homurdana homurdana gider evine derdik.
Sen de öyle bir şeydin işte. İriydin, vasattın. Senden iyileri vardı. Ama sen de hep vardın.
Yıllar geçti. O kimimizi eskiten, kimimizi parlatan yıllar sana yaradı doğrusu. Büyüyordun. Zaman zaman yüzünde gördüğümüz o gülümseme sana yakışıyordu. Siyah kravatını, beyaz gömleğini atmadın gerçi ama artık renklilerini de takar, giyer oldun.
Senden iyileri vardı yine. Ama sen de hep vardın.
Ne yapalım? Bizim olan sendin, sevdiğimiz sendin, şımardığımız sendin. Dolaşıp dönüp kapısından içeri girdiğimiz sendin. Ayaklarımızı senden hep daha fazla, daha fazla istifade etmeye çalışan kaba saba adamların bağırıp çağırdığı beyaz camlara doğru uzattığımız yuvamız sendin. O beyaz camlardan ülkece aynı Richard Kimble’ı, Kaptan Kirk’ü, Avukat Petrocelli’yi, Komiser Kolombo’yu seyre daldığımız yıllardan bir apartmanda iki komşunun bile aynı şeyi izlemediği, acunlardan acun beğendiğimiz, onu bunu everdiğimiz yıllara savrulmuş da olsak, dizilere dalarken mutfağında bize bugünler için nelerin pişirildiğine aldırış etmeyecek kadar alık, budala da olsak seviyorduk seni. Hep sevdik.
Sana bir şey olmazdı nasıl olsa.
O on binleri saniyeler içerisinde öldürüveren depremleri yaratan fay hatları her yerde olabilir de senin derinlerinde olamazdı, bize sorsalar. Aklımıza gelmezdi ki teki de senin duvarlarını, kolonlarını, kirişlerini yerle bir edecek.
Ne var ki, gelmeliymiş.
Sana da bir şeyler olabilirmiş, hani asla aklımıza gelmeyen türden..
İçimde bir panik var. Odalarına doluştular, görüyorum. Kirişlerin gıcırdıyor, duyuyorum. Kolonların çürüyor, biliyorum.
Ama yıkılma olur mu? Ne olursun yıkılma, HAYIR!..
Bunu da görmek gibi bir bahtsızlığımız var mı kaderde, bilmem. Aman olmasın, Allah korusun.
Artık anladım: Olmaz olmazmış; azimli sıçan tahtayı da, demiri de, çeliği de delermiş, onu zamanında kışkışlamazsan.
Yıkılma, HAYIR!..