“Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın, bir sincap gibi mesela…’’ demiş bulundu ya koca Nazım Hikmet.
Tam da hayatın en az ciddiye alındığı, insanların ciddi meselelerden köşe bucak kaçıp da tiktok’lara sığındığı bu ahir zamanda düşünmeli değil mi üstüne. Böylesi bir yaşamak nasıl bir yaşamaktır? Hayatın her anını ciddiye almak, Anadolu sufilerinin dediği şey değil midir bu? Ne diyorlar ‘’Aldığın her nefesin hakkını vereceksin’’. Bir kelebek böyle yaşar şüphesiz. Bir arslan da, bir kedi de, bir serçe ve diğer kuşlar da. Ağaçlar da böyle yaşar. Büyük bir ciddiyetle. Onların mevsimleri ciddiye almadığını, hayatı, meyve vermeyi reddettiğini, hayattan şikâyet ettiğini, sonsuz arzuların içinde kendilerini yitirdiklerini gördünüz mü hiç.
En yırtıcı hayvanlar bile doyunca yemezler mesela. Susamayınca su içmezler. Oysa eski Roma’dan beri daha çok yiyebilmenin yollarını aramıştır insan. Romalıların patlayıncaya kadar yiyip içtikten sonra yemeye devam edebilmek için kustukları anlatılır. Stok da yapmaz hayvanlar. Ha evet, karıncalar ve sincaplar stoklar, bilebildiğim kadarıyla. Ama onlar buğday tanelerini ya da fındık fıstığı karaborsada satmak için, satıp da kâr yapmak için, ticaret için, aç gözlülükleri yüzünden saklamazlar ki. Onların içine uzuun, karlı, soğuk bir kışın geleceği ve gıdasız kalacaklarına dair bir güdü koymuştur tabiat ana. O yüzdendir telaşları.
İnsana bakın bir de. Ya da bakmayın. Birbirimize baka baka birbirimizin kopyası haline geldik. Oysa bakmamız gereken yer doğa idi. Ağaçlara, çiçeklere, dağlara, denize, balıklara, kuşlara bakmalıydık. Karıncalardan öğrenmeliydik. Yağmurlarda ıslanmalı, su gölermiş toprak yollarda yalın ayak koşmalıydık. Kapkaranlık gecelerimiz olmalıydı, elektriksiz, televizyonsuz, internetsiz… Serip döşekleri damlara gözümüzü yıldızlara dikmeliydik.
Gözümüzü yıldızlara dikip ne mi düşünecektik? Hiçbir şey. Hiçbir şey düşünmemeyi biliyor musunuz? Zihninizden kontrolsüzce akıp giden içerikten kurtulabiliyor musunuz? Ya da o akıp giden düşünce çöplerinin farkında mısınız? Çok az insan bunu yapabiliyor. Çok çok az. Ama farkında olmamanızın zihniniz açısından bir önemi yok. O bilincine varmadığınız, varamadığınız düşünceler bilinçli düşüncelerinizi de oluşturur. Kanaatlerinizi, alışkanlıklarınızı, davranışlarınızı, duygularınızı… Kimliğinizi. O zaman kendi varlığınız üzerinde sizin etkiniz nerede? Kendi kimliğinizin oluşmasında bu derece etkisiz olmak, insanın kendini oldurma serüvenine bu derece yabancı düşmesinin insanlık için anlamı ne? Sorulması gereken asıl soru, biraz erken olmakla birlikte gelip kendini ortaya koydu işte.
Dur durak tanımadan bir akış hali olan yaşam ile çok boyutlu, çok katmanlı, karmaşık, etkileşimli, diyalektik bir süreç olan insan ömrü yani insan hayatını biri ötekinin içinde ama var olan diğer canlılardan farklı olarak ‘’farkında’’ olan insanın hayatı olarak ne kadar düşünüyoruz? Ya da hiç düşünüyor muyuz?
Bir dünya yaşamı var. Bir de dünyanın yaşamı var. Bir de insan yaşamı ve insanın hayatı var. Hayat ama iyi hayat nedir, insan nasıl iyi yaşayabilir, iyi yaşamanın şartları nelerdir diye geçmişten günümüze soran nice düşünür gelip geçmiştir. Sorulara cevap bulmuşlar mıdır? Önemli olan bu değil ki. Diyelim ki buldular. Bulanın bulduğu en fazla onun kendi çağı için geçerlidir, kendi çağı için doğrudur. Hatta coğrafyası için geçerli ve doğrudur. Ama bu onların neler bulduklarının bir önemi olmadığı ya da bize söyleyecek bir şeyleri olmadığı anlamına gelmez, haşaa. Tam tersine, bugüne varmak için onların döşediği taşların üzerinden yürümektir doğru olan.
İyi hayat için iyi insan olmak gerekir mi peki? Kötü insan iyi bir hayat yaşayabilir mi? Ya da iyi bir insan kötü bir hayat?
Geçmişte iyi, mutlu, örnek, kaliteli yaşamanın koşulları üzerine kafa yoran pek çok düşünür yaşamıştır. Bunlar arasında Sokrates başta olmak üzere Konfüçyüs, Buda, Aristoteles, Epikuros, Seneka, Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Fuzuli, Montaigne, Kant, Goethe, Nietzsche.
Sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez demiş mesela Sokrates. Ama bu hayatı bayıla bayıla yaşayanlar çoktur. Bir de böyle yaşıyor olmaktan gurur duyarlar: Ben hiç değişmedim. Yedimde neysem yetmişimde de oyum, derler mesela.
Arkadaş o 63 yılı niye yaşadın diye sormazlar mı adama. Sana verilen bu yetmiş yıllık ömür çok. Ziyan etmişsin. İlk yedi yılda göreceğini görmüş, bileceğini bilmiş, anlayacağını anlamış, defteri kapatmışsın. Geriye artık bir uzanıp ölmen kalmış yani. Milattan önce, Efes’te Anadolu topraklarında doğmuş, orada ölmüş bilinen Herakleitor ‘’Hayat akan bir nehirdir, değişmeyen tek şey değişimin kendisidir’’ diyeli 2500 yıl olmuş. Hayat akıyor, mevsimler değişiyor, insanlar değişiyor, dağlar düzlük, düzlükler dağ oluyor, çöller deniz, denizler çöl oluyor, dünyadan Pir Sultan Abdal, Şeyh Bedrettin, Van Gogh, Aşık Veysel, Einstein, İsa, Gılgameş, Timur, Mustafa Kemal ve niceleri gelip geçiyor. Sen orda çakılı duruyorsun. Aferin sana.
İyi yaşam için iyi insan gerekir. Toplumsal hayatın tekamülü bircik bircik bireylerin tekamülüyle mümkündür. Ve iyi hayat dünyada anlamlıdır. Çünkü eğer başarırsak kendimize rağmen başarmış olacağız. Asıl mücadele olan kendimizle olan mücadelemizde bireysel çıkarımızdan bir adımcık geriye atmış ama insanlık adına, insanlığı büyüten kocaman bir ileri adım atmış olacağız. Öte dünyanın cennetinden sana ne? Öteki dünyanın cenneti için taş attın da kolun mu yoruldu?
Sen kendi cennetini yaratabiliyor musun? Önce evinde. Çekirdek ailenle, dostlarınla, ağaçlar, çiçeklerle, kediler, köpeklerle, börtü böcekle barış ve huzur içinde yaşamayı bildin mi? Biliyor musun? Her bir varlığın yaşama hakkına saygı göstermen gerektiğini kavradın mı? Dünya için, hayat için her bir canlı ne kadar önemliyse sen de o kadar önemlisin, idrak ettin mi? Yedisinde, on yedisinde, yirmi yedisinde idrak edilecek şeyler değil bunlar. Buda bile 40 yaşında aydınlanmış. Muhammed’e ilk vahiy 40 yaşından sonra gelmiş. Sana ne oluyor…
Herkesin kendine ait, inişli ve çıkışlı, eksikli, kusurlu bir yaşamı olabilir: İçine doğulmuş bir hayat var ne de olsa. Ancak onu öylece, olduğu gibi sürdürmek zorunda değilsin ki. Çocukluğunda acı çekmiş olabilirsin, çocukluğundan taşıdığın yaraların olabilir. Ama bir düşün. Sen artık o çocuk değilsin ki. Koş aynaya bak. Ne görüyorsun? Ufacık, çaresiz, korkmuş bir çocuk mu aksi mi var arkası sırlı camda, yoksa koskocaman bir insan mı? Yaranların çoktan kapanmaya hazırdır sen kaşımasan, sen kendine acıyıp durmasan, sen artık o çocuk olmadığını bir kavrasan…
Kaldı ki acıyı bal eyleyenlerin akrabalarıyız biz. Bak ne diyor Hasan Hüseyin. Bak gönlü dile gelmiş de ne diyor.