İnsan en temelde iki katmanlı bir varlıktır.
Bu iki katmanın oluşumundaki farklılık bir insan tekini diğerinden ayıran farklılıkları meydana getiren sürecin görünümleri olarak anlaşılabilir. Bu iki katmanı kabaca biyolojik ve kültürel olan ile psikolojik/ruhsal/manevi/düşünsel olarak isimlendirebiliriz.
Biyolojik olan katmanımız potansiyelleriyle birlikte doğduğumuz haldir ve doğduğumuz coğrafyanın/kültürün belirlenimiyle damgalanır. İkinci katman olan, kısaca ruhsal olan diyelim buna, ise birinci katmanla kurduğumuz ilişki ile şekillenir. Ve bu iki katman arasındaki ilişki dinamiktir, diyalektiktir, süreklidir.
Buradan hareketle insan bir iç bir de dış dünyası olduğunu söyleyebiliriz. Dış dünya kendi bedenimizle içinde bulunduğumuz, yer kapladığımız, dokunduğumuz, gördüğümüz öz cümle duyularımızla kavradığımız dünyadır. Kültür de buna dahildir.
Diyeceksiniz ki “kültürün soyut kısmı ne olacak?”
Sanat, edebiyat, gelenek vb. soyut alanlar da içine doğduğumuz kültüre mündemiçtir ve bundan dolayı da bize somut görünümlerle ulaşırlar. Onları da duyularımızla kavrarız önce. Toplumsal normları aileden öğreniriz. Sanatı resim, heykel, edebiyatı roman, şiir halinde görür, dinler, okuruz.
İşte iç dünyamız dış dünyamızdan bize nüfuz eden bu somut ve soyut şeylerden oluşur. Bunlara, doğduğumuz andan itibaren hatta son bilimsel gelişmelerin bize gösterdiği şekilde daha anne karnındayken maruz kalırız. Aklımızın, belki de bilincimizin demeliyim, farkına vardıkça ve vardığımız ölçüde bu maruz kalma olgusunu “seçme” olgusuna dönüştürürüz. Ancak bana kalırsa bu bilinçle, taammüden, kasten seçme yeteneğini hayata geçirebilen insan sayısı çok azdır. Hatta enderdir. Onlar dış dünyanın belirlenimlerinden kaçabilenlerdir. Sürüdeki kara koyunlar, çoğunluk etkisiyle baş edebilenler, kendi olmakta, kendi kişiselliğinde ısrarcı olanlar ve bağımsızlığına düşkün olanlardır bunlar. Farkı yaratan bu bireylerin dünyayla ilişki kurma biçimidir.
Sorunsallaştırmak istediğim mesele başlıkta ifade etmeye çalıştığım gibi günümüz toplumlarında bireylerin iç dünyalarını oluşturma yeteneği hâlâ var mı? Günümüz toplumu üyelerine bu olanağı sunacak katmanlara hâlâ sahip mi? Bugüne kadar bildiğimiz anlamda bir doğa ve kültür var mı? Yoksa ya da büyük ölçüde değişime (deformasyona) uğradıysa yerini ne aldı ya da almaktadır?
Küçük bir örnekle yazıyı toparlayalım ve bitirelim:
İnsanların dış dünyası orman, ova, mera, ahır, bağ/bahçe, dağ, pazar yeri, okul, hastane, mahalle, köy, kasaba, şehir vb. idi. İnsanlar bu dış dünyaya gerektikçe çıkar ve “ev”e dönerlerdi. Ev, ocak, yuva insanların iç dünyasının en samimi, en hakiki haliyle tezahür edebildiği yerdir.
Peki, günümüzde dış dünyamız nelerden oluşuyor?
Binalar, binalar, binalar. AVM’ler. Marketler. Asfalt ve beton. İç dünyayı temsil eden ev var mı? Apartmana, siteye, yığma binaların kare kare bölünmüş hallerine, yapay olarak ısıtılan yapay olarak soğutulan ve giderek tektipleşen bu yapılara ev demek mümkün mü? Ya dış dünyayı dışarda bırakarak “ev”e dönmek –eskiden olduğu gibi- mümkün mü? Önce radyo, sonra TV ve nihayet internet ve cep telefonlarıyla bütün dış dünya, en uzak noktasına kadar ve tüm kiriyle evimize dolmadı mı? Ya da biz o kirli dünyanın içine neredeyse coşkuyla düşmedik mi?
Mahallede, bakkalda yaşanabilen toplumsallık duygusunu AVM’lerde, günümüz şehrinin sokaklarında yaşamak mümkün mü? Kimsenin kimseyi tanımadığı, ilişki kurmadığı, bu tekinsiz, yabancı ve tehlikeli dış dünyadan toplumsallık duygusu devşirmek olanaklı mı?
Sorularım bu kadar…
Görsel: boredpanda.com