Ne çok severim yağmurlu havaları, bilirsin Sevdiceğim. Dün akşam buralarda yağmur vardı yine ve ben her akşam oturduğum koltukta, kâh hemen solumdaki pencereden kalabalık caddeyi seyrediyor, kâh önümdeki ekrana bakıyordum.
Kimi zaman ortalığı, insanları hafifçe ıslatmaktan öte gitmeyen incecik damlalar halinde düşen yağmur kimi zaman da hızlanıyor, fırtınanın yön verdiği iri damlalarıyla arabaları, binaları, ağaçları ve tabii sokakta yakalanmış insanları hırpalıyordu.
Islana ıslana, hırpalana hırpalana yürümek vardı çıkıp dışarıya; mecalim yoktu. Gökyüzünün bir orkestra şefi gibi benimle beraber pek çok kişiye evine kapanma komutunu vermesiyle içime muzipçe dolan mutluluğu ıskalamaya hiç mi hiç niyetim yoktu ayrıca.
Düşünüyordum Sevdiceğim.
Düşünüyordum…
Anılar da insanın üzerine yağmur damlaları gibi yağarlar böyle zamanlarda; kimi zaman hafifçe ıslatmaktan öte gitmeyen incecik damlalar halinde, kimi zaman fırtınada iri damlalarıyla hırpalar gibi.
O esmer şehrin bir köşesindeki küçücük odanın açık penceresinin biri koyu renk, kalın birisi incecik tülden iç içe perdelerini döven rüzgârı seyre daldıkça beni oradan oraya sürükleyen rüzgârda kaderimi, ona nafile direnen perdelerde kendimi gördüğümde seninle birbirimize yüzlerimizi dahi görmemişten fikirle, aşkla, nağmeyle, şiirle kadim nehirler gibi çağlayarak aktığımız akşamlara daha yıllar vardı.
O yağ akan, bal akan cennet dağlı, cennet ovalı memleketimden kulaklarımda otobüsün motor sesiyle uzaklaştıkça sararan toprakların bir ücra köşesindeki köy evinin bahçe kapısında peyda olan o yeşil gözlü, kısacık saçlı, yün çoraplarının üzerinde gri, uzun etekli küçük kızın üzerinden ise yıllar geçmişti.
“Sen öğretmen değilsin ki” diyeceksin şimdi Sevdiceğim, biliyorum; ama bu tatlı kız benim öğrencimdi. Ortaokul üçüncü sınıftaki dokuz öğrenciden bir tanesiydi. Köylülerin imeceyle inşa etmiş oldukları söylenen ortaokul, Türkçe öğretmeni olan okul müdürü, bir matematik öğretmeni, bir kâtip, birinci sınıfta 17, ikinci sınıfta 12 ve üçüncü sınıfta dokuz öğrenciden ibaretti. Müfredatta yer alan bazı dersler için öğretmen atanamamış olduğu için göreve gönüllü olmuş, müdürden o zamanlarda öğretmenlerin öğrencilere verdikleri notları işledikleri siyah kaplı küçük defteri teslim almıştım.
Bina vardı, öğretmen eksiği vardı. Köyün ne haritada ne de anayolda ona ulaşan yolun sapağında ismi vardı. Civardaki birkaç daha da küçük köy yıllar önce bu köyün kasaba statüsünü alması amaçlanarak buraya bağlanmıştı. Ailemle birlikte bir ağustos gününde 570 kilometre yolu kat ettikten sonra sora sora güçlükte bulduğumuz köy henüz bana uzaktan merhaba demişti ki arabamız sağ ön tekerleğinin sert bir şeyin üzerinden geçmesiyle şiddetle sarsılmış, kapıları açıp merakla indiğimizde bir horozu ezmiş olduğumuzu görmüştük.
Sahiplerini bulup helallik aldık almasına ama gel gör ki uğruna yıllarımı harcayarak üst mertebelerine ulaşmış olduğum mesleğimin ilk gününün arifesinde -ruhu şad olsun- bir horoz kurban ettim desem yalan olmaz Sevdiceğim.
“Etkisinde kalmış nice gizemin,
Kaygılı, bir yandan tir tir titriyor,
Karanlıkta, bilinmeyen bir gücün
Gözlerini üstünde hissediyor.
Ne büyük dehşet kendini tanımak!
Kaçışı olmadan, durmadan çalışmak,
Ebediyetin içinde devinen
Varlığın merhametine kalmak!
“Bu nasıl kara, zor bir bulmaca
Amaçlar ve çözümler gizleniyor,
Birileri titrerken aşağıda,
Yukarda birileri düş görüyor.”
diyebilmişti karısını, kızını, oğullarını toprağa vermiş olan hisleri dev, acıları dev şair, bilirsin sen de Sevdiceğim. Şimdilerde tevâfuk deyiveriyorum laf arasında bazen; sen bu gencecik halinle anlıyor, gülümsüyorsun bana ama pek çok kişi anlamıyor. Kimi sözcükler de insanlar gibi doğuyor, yaşıyor, ihtiyarlıyor ve ölüyorlar mı dersin? Belki de öyle; en azından bu topraklarda, en azından bazıları öyle oldular. Kimine göre hayat rastlantılar manzumesi oldu, kimileri tesadüf diye bir şey olmadığına inanarak yaşadıklarını ihtiyacını hissettikleri anlamlarla donattılar. Bendeniz ise yukarıda birilerinin düş görüp görmediğini bilememekle birlikte aşağıda titrememeye çalışıyordum, yanılmıyorsam. Yanılmıyorsam bugün de bu durum değişmedi.
Münzevi, mütevazı köy hayatı apartman dairesinde tıkırtılardan ürktüğü için yalnız uyumaktan tedirgin olan bir gençten köyün ev grubunun dışında kalan ve en yakındaki kimsenin oturmadığı eve 250 metre mesafesi olan bir evde tek başına huzurla uyuyabilen bir adama dönüşerek, büyük şehrin hiçbir köşesinde hissetmediği sessizliklere alışarak, kışa girerken gaz sobasıyla ısınırım zannıyla uyarılara kulak asmadığı için her akşam ta kurdun geldiği yerdeki eve sırtında odun çuvalıyla yürüyerek, kar kapattığında bacaklar belin hemen altına dek gömüldüğü için eve ulaşamayınca bir traktörle gelen köylüler tarafından kurtarılarak, dört rakamlı bir telefon hattının bağlanmasını sabırla bekleyerek, onlarca kitapçısı olan bir şehirde büyürken olmadığı kadar iyi bir okur olarak, ısıtabildiği tek mekan olan 12 metrekarelik odayı her gün daha fazla, daha fazla severek geçti, gitti.
Sen de bilirsin Sevdiceğim. Gençken insan içinde coşanları, içine sığmayıp taşanları sağa sola saça saça, savura savura yol alan, dümeninde henüz ehliyet sınavını vermemiş bir deli fişeğin oturduğu gıcır gıcır bir otomobil gibiyse de aslında kendi içine doğru çıkacağı tenha yolun zorunlu istikametine doğru ilerlemektedir. Onca farklı yörede, daha uzun sürelerle bulunmuş olsam da neden sık sık rüyamda gördüğüm yerin o köy olduğunu daha iyi anlıyorum şimdi.
Orası benim kendime yolculuğumun başladığı yerdi.
Bundan sonra yaşayacağım her şey bu yolculuğun manzaralarına eklenecekti artık; artık yol buydu.
O küçük kız, o yapayalnız evin kapısında bitiveren yeşil gözlü, kısacık saçlı, yün çoraplarının üzerinde gri, uzun etekli küçük kız…
Hatırlıyorum Sevdiceğim. Bir öğretmenler günüydü.
Elinde köy bakkalından aldığı bir kâğıt mendil paketi, bir de kapağı mavi, kendisi sarı renk tükenmez kalem vardı. Minicik ellerinde ikisini üst üste birleştirdi, bana uzattı ve “Öğretmenler gününüz kutlu olsun Öğretmenim” dedi. Boğazım düğümlenerek, heyecanla öptüm alnından. Koşarak uzaklaştı.
İşte böyle Sevdiceğim. Anılar da insanın üzerine yağmur damlaları gibi yağarlar böyle; kimi zaman hafifçe ıslatmaktan öte gitmeyen incecik damlalar halinde, kimi zaman fırtınada iri damlalarıyla hırpalar gibi.
“Sessizce dibe çökmüş anılarda
Okunmuyor artık karmakarışık
Gittikçe kapanan bir göz oluyor
Tahtalarda silinen bakışların artık”
diye haykıran şair
“Yeni gelenler merdiveni
Yeni kesilmiş tahtalardan sanırlar
Boya çekin yaşanmışın üstüne
Onlar orada okunmadan kalırlar”
demişti ama ömrümde aldığım en güzel hediyenin ve o küçük kızın hatırası benim merdivenlerime üzerlerine çekilecek hiçbir boyanın örtemeyeceği biçimde işlenmişti bir kez.
Sen de seversin yağmurlu havaları benim gibi, biliyorum Sevdiceğim. Acaba sen de kendini açık pencerenin önünde rüzgara nafile direnen iç içe iki perde gibi hissediyor musun zaman zaman, hani biri koyu renk, kalın, biri incecik tülden?
Bir sonraki mektuba dek, lal küpeli kıza, al yanaklı dev adamdan…
Devam edecek…