Selçuklular Şii miydi?
Bu soruyu yanıtlayan Franz Babinger olmasa ciddiye almak gerekmiyordu. Babinger “Der Islam in Kleinasien neueu der Islamforschung”, (Zeitschrift der Deutschen Morgenlandischen Gesselshaft, 76 (1922): 126-52) başlıklı makalesinde Şiiliğin Anadolu’daki tarihini 11. yüzyıl sonlarına kadar götürür. Anadolu Selçuklularının Şia mezhebine mensup olduklarını iddia eder Babinger. Selçuklu yönetimi altındaki halkın ise Şii olduğunu söylemekten kaçınır. “Şiilikle İranîlik arasında doğal bir yakınlığın bulunduğunu kabul eden Babinger, Anadolu Selçuklu eliti de kültür bakımından İranî olduğundan aynı zamanda Şii olmaları gerektiği sonucuna ulaşır. Aynı şekilde, Osmanlı’da da 1.Selim’e kadar İranî etki ve Şii anlayışın devam ettiğini iddia eder.”1
Anadolu Selçuklu elitleri Babinger’in iddia ettiği gibi Şia mezhebine mi mensuptu? Fuat Köprülü Babinger ile aynı kanıda değildir. Köprülü “Anadolu’da İslamiyet: Türk İstilasından Sonra Anadolu Tarih-i Dinisine Bir Nazar ve Tarihinin Menbaları” başlıklı makalesinde “birtakım Şii inançların sufî cereyanlar içinde yaşayıp yayıldığını kabul etmekle beraber Anadolu Selçukluları’nın Şii bir mezhebe mensup oldukları iddiasını tamamen reddetmektedir. Aynı şekilde Babinger’in Rus alimlere dayandırarak Maveraünnehir ve İran’ın Sünni olmayıp Şii-Alevi tesiri altında bulunduğu iddiasını temelsiz bulmaktadır.”2
Peki Selçuklu elitleri arasında Şiilik yaygın mıydı? Köprülü elitler arasında Şiiliğin olmadığını mı söylemektedir? Tam olarak değil, Köprülü iktidar elitleri arasında Şiiliğin olabileceğini kabul eder. Ancak onun yorumu şöyledir: “bir yandan şehirlerde Arap ve İran etkisi altında yüksek tasavvuf yorumları yapılırken, diğer yandan başka kültürlerin etkisine kapalı geniş Türkmen kitleleri arasında, yukarıdakilerin bahsettiği konuların kaba ve basit bir halde, hazmedilmeden yayılması neticesinde oluşan bir halk tasavvuf anlayışı gelişmekte idi. Bu zümreler arasında eski inanç ve ananeler yeni dinin şemsiyesi altında yaşamaya devam etmekte olup babalar ve dedelerin önderliğinde yayılan bu anlayışın en önemli iki temsilcisi Kalenderiler ve Hayderîler idi. Köprülü bu gruplarla beraber Fütüvvet, Rufaîlik, Yesevilik ve Bektaşilik’te de Şii inanışların yaygın olduğunu ifade etmektedir.”3 Fütüvvet, alçakgönüllülük, yiğitlik, eli açıklık, başkalarını sevmek, dünya malına önem vermemek, hoşgörü vb. gibi ahlâki temellere dayanan, Anadolu’da 13. yüzyıldan sonra ortaya çıkan, kısa bir süre içinde birçok İslam ülkesinde de benimsenip yayılan, zanaatkâr ve esnaf birliklerine verilen addır.
Bu kısa alıntılardan bir sonuca varmak gerekirse Anadolu Selçuklularının elit-yönetici kesimi arasında Şiiliğin olduğu kabul edilmekle beraber Şia’nın Selçuklu yönetimindeki Anadolu’nun Müslüman halkı arasında yaygın olmadığını söylemek mümkün hale geliyor. Ancak şunu hemen belirtmem gerekiyor ki Köprülü Anadolu’da baş gösteren Babaî isyanının lideri Baba İshak’ın “müfrit aleviyyu’l-mezhep ve Kalenderiyyu’l-meşrep Türkmen babalarından olduğunu” da söyler. Yani Türkmen kitlelerin inancını yönlendiren “babalar”dan en ünlüsünün Sünni olmadığını belirtir. Köprülü Babailerle ilişkilerinin iyi olmasından ve Osmanlı karşısında bir çekim gücü oluşturarak Türkmenleri kendi safına çekmesinden hareket ederek Karamanoğulları’nın da Şii-Alevi olabileceğini iddia eder: “herhalde bir alaka-i mezhebiyye de bulunmak ihtimali pek kuvvetlidir” der.
Anlaşıldığı kadarıyla 13. yüzyıl Anadolu’sunda Sünni ve Alevi ya da Şiiler mezhepsel farklılıklarına rağmen hiçbir çekince duymadan bir arada yaşıyordu. Köprülü bu durumu gayet güzel anlatır: “Bir taraftan sufiyane cereyanların tesiriyle bilhassa göçebe Türkmen aşiretleri arasında Şii ve Batınî itikatları eskisi gibi kuvvetle devam edip dururken diğer taraftan büyük merkezlerde Sünnilik bir şekl-i resmi almış hatta ulema ile bir kısım sufiyyun arasında bir i’tilaf ve ahenk bile takarrür etmişti (yerleşmişti, M.G.). Mamafih göçebe Türkmenler arasında hükümran olan Baba’i Bektaşi cereyanıyla merkezi kuvvetlerin siyaseten müdafaa ve iltizam ettikleri Sünnilik arasında bir mücadele yavaş yavaş tamamıyla zaruri bir hal alıyordu.” 4
Fransız tarihçi Claude Cahen ise Anadolu’daki Şiiliği incelerken Ahilere odaklanır. “Cahen’e göre 13. ve 14. yüzyıllarda Anadolu’da Şii-Alevi unsurların görece en fazla görüldüğü zümre Ahiler idi. Ancak Cahen son tahlilde, Ahi muhitinde kimi Şii fikirlere rastlansa da bunların Şii kabul edilemeyeceğini, aynı şekilde en-Nasr’ın organize ettiği fütüvvetin de pir olarak Hz. Ali’ye bağlanmakla beraber Şii sayılamayacağını iddia eder. Öte yanda Anadolu’daki Türkmen zümrelerinde Orta Asya’dan gelme şaman kültlerinin hakim olduğunu, bunların da Şii sayılmasının mümkün olmadığını savunur.”5
Anlatılanlara bakılırsa 13. yüzyıl Anadolusu yani Selçuklu yönetimindeki Anadolu halkı bugünkünden çok daha barışçıl bir ortamda yaşıyordu, en azından mezhep açısından.
Cahen’in başka savları da bulunuyor bu arada, değinmeden geçmeyelim. Anadolu Selçuklularının Sünni olduğunu belirten Cahen, diğer Türkmen beylikleri hakkında ise bu kadar kesin konuşamamaktadır. Cahen’in sözünü ettiği beylikler Candaroğlu ve Aydınoğlu beylikleridir. Cahen bu beyliklerin Şii ya da Alevi olabileceklerine ilişkin kuşkularını dile getirirken kesin bir yargıda bulunmaktan kaçınır.
Başka uzmanlar bu konuda ne düşünüyor acaba?
“Ahilik ve Fütüvvet üzerine kapsamlı araştırmalarıyla bilinen (Alman tarihçi, M.G.) Franz Taeschner’in Ahiler ve Şiilik ilişkisi konusundaki görüşleri Cahen ile paraleldir. İslam Ansiklopedisi’ne beraber yazdıkları Futuwwa maddesinde, Taeschner ve Cahen gerek halife en-Nasr (ölümü 1223) öncesinde gerekse sonrasında Fütüvvet geleneğinin Şii sayılamayacağını iddia etmektedir. Onlara göre Fütüvvet öğretileri özellikle şecaati bakımından Hz.Ali’yi pir kabul etmek gibi bazı Şii unsurlar içermekle beraber, Fütüvveti kendilerine şiar edinmiş gruplar arasında hem Şii hem de Sünni inanca mensup insanlar bulunabilmekteydi.”6
Taeschner İslam Ansiklopedisi’ne yazdığı Ahi maddesinde biraz karışık olan bu duruma açıklık getirir. Anadolu Ahileri, 13-14.yüzyıllarda, kendilerini Hanefî mezhebine mensup Sünni saymaktadır. Ancak ülküleri olan Fütüvvet öğretilerinde yoğun bir Ali kültü vardır.
Abdülbaki Gölpınarlı ise “Fütüvvet ehlinin baştan beri Şii yahut müteşeyyi (kendini şeyh gibi gösteren) bir taife olduğunu iddia eder.”7
Gölpınarlı’ya göre “Fütüvvet ehlinin Şiiliği hurafelerle karışık bir Şiiliktir ve batınî mahiyyet arz etmektedir. Ne var ki 17. yüzyıldan itibaren Şii-Batınî karakter yavaş yavaş unutulmuş ve Fütüvvet yolu yalnız esnaf teşkilatı haline gelmiştir, yalnız Melami-Hamzavilerin temsil ettikleri peştemalcı esnafında bu unsurlar kalmış, bir de Bektaşiler Fütüvvet erkânını benimsemişlerdir.”8
(Babası Azeri, annesi Rus, M.G.) Irene Melikoff da 13-14. yüzyıl Anadolu’sunda Şiiliğin bulunmadığı kanısındadır. Melikoff bu dönemde ne 12 İmam Şiiliğinin ne de gulat (haddi aşan anlamındadır, M.G.) Şiiliğin Anadolu’da yer aldığına ilişkin hiçbir kanıt bulunmadığını ileri sürer.
Ahmet Yaşar Ocak 16.yüzyıla kadar “Anadolu ve Rumeli’de gerçek anlamda ne İmamiye ne de İsmailiye Şiasına mensup toplulukların bulunmadığını vurguladıktan sonra, özellikle Alevi-Bektaşiler başta olmak üzere Osmanlı kaynaklarının Rafızî diye nitelediği Şiilikten etkilenmiş gruplara dikkat çeker. Ona göre, en geniş ifadeyle Kalenderî olarak adlandırılan bu derviş zümrelerinin itikatlarında 16.yüzyıldan itibaren açıkça Şii unsurlara rastlanmaktadır.”9
Alıntı yaptığım Rıza Yıldırım’ın1 yorumuyla devam edeyim: “Görüldüğü üzere Alevi-Şii fikir ve itikatların Anadolu’ya girişinin ne zaman olduğu hususunda iki ana tez ortaya konulmuştur. Bir görüş bu işin başlangıcını Anadolu Selçukluları dönemine kadar götürürken, diğer görüş kırılma noktasının 15. yüzyılın sonları ve 16.yüzyıl başlarında yaşandığını savunmaktadır. 15. yüzyılın sonlarından itibaren, özellikle Safevi propagandasının Anadolu ve Balkanlar’da önemli bir halk kitlesini etkisi altına almasından sonra, Kızılbaş ve Bektaşi şemsiyeleri altında birleşmeye başlayan sufî grupların belirgin bir Alevi karaktere büründüğü herkesçe kabul edildiğine göre, ben ihtilaflı olan ilk kısma, yani 12. ve 15. yüzyıllar arasında Anadolu’da gördüğümüz İslam pratiğinde Alevi unsurlara rastlanıp rastlanmadığı tartışmasına yoğunlaşacağım. Bu dönemde Anadolu’da yaşayan Müslüman nüfusun kanaatlerini şekillendiren zümreleri Aşıkpaşazade şöyle ifade etmektedir: Gāziyān-ı Rum, Ahiyān-ı Rum, Abdalān-ı Rum ve Bacıyān-ı Rum. Ben de Aşıkpaşazade’yi takip ederek bu zümrelerin İslamı nasıl anlayıp yorumladıklarına bakacağım.”10
Sonuç çıkarmak mümkün mü?
Bu alıntılardan bir çıkarsama yaparak Selçukluların Şii inancına sahip olup olmadıkları belirlenebilir mi? Yönetici sınıfın/elitin Şiiliğe yakın olması muhtemel görünmektedir ancak halkın Şia ile iç içe olduğuna ilişkin olarak yazarlar ortak bir fikir beyan edememektedir. Rıza Yıldırım’ın Ahiler hakkında söyledikleri onların da Ali kültüne büyük ölçüde bağlı olmaları dışında, Sünniliği tamamen bıraktıklarına dair bir ip ucu vermemektedir.
Aslında Yıldırım’ın Fuat Köprülü’den aktardığı şu satırlar dönemin Anadolu’sundaki durumu anlamamız açısından anahtar niteliğindedir:
“Orta Çağ Anadolu’sunda gördüğümüz İslam anlayışları sadece doktrin bakımından değil dindarlık uygulamaları bakımından da oldukça renkli ve heterojen bir manzara arz etmektedir. Fuat Köprülü’nün öncü çalışmalarının etkisiyle, uzun süre, bu zengin dindarlık spektrumu ortodoks-heteredoks kavramsallaştırması çerçevesinde ele alındı. Köprülü’ye göre Orta Çağ’da Anadolu’da yaşanan dindarlık biçimleri esas olarak birbirinin karşıtı iki ana kısımdan oluşmaktaydı. Bir yanda, büyük kentlerden Arap ve Fars kültürünün etkisinde gelişen klasik, kitabî, yüksek İslam, diğer yanda kırsala yayılmış geniş Türkmen kitleleri arasında şekillenen halk İslamı vardı. İkinci grup yüksek İslam’ın ince ve sofistike meselelerini anlayacak eğitim ve idrak seviyesinden yoksun olduğu için tasavvufa dair bazı kavramları kabaca almış ve öteden beri devam ettiregeldiği örf ve ananelerinin üstüne İslamî bir cila olarak örtmüştü. Dolayısıyla, Köprülü’nün heteredoks olarak tanımladığı bu İslam formu, aslında üzerine İslam cilası çekilmiş eski Türk inanışlarından başka bir şey değildi. Heteredoks İslamın bir başka bileşeni de Şii-Batınî unsurlardı.
Köprülü’nün ideolojik ajandası Türklük merkezli olduğu için ‘doğru İslam’ kaygısı onun yazılarında birinci derecede egemen değildir. Ancak bu iki kutuplu kavramsallaştırmadan ortodoksinin ana kaynaklara dayanan normatif İslam olduğu, heteredoksinin ise bu ana çizgiden sapmaları ifade ettiği hemen anlaşılmaktadır. Ortodoks-heteredoks kavramsallaştırması İrene Melikoff ve Ahmet Yaşar Ocak’ın da katkısıyla uzun süre Alevilik ve Bektaşilik çalışmalarında egemen yaklaşım olarak devam etti. Ancak son dönemde bu kavramsallaştırma ciddi eleştirilere maruz kalmaktadır. Ahmet Karamustafa, Markus Dressler, Ayfer Karakaya-Stump gibi akademisyenler, Köprülü modeline egemen normatif anlayışı şiddetle eleştirmekte, orada heterodoks olarak adlandırılan İslam yorumlarının da en az öteki kadar ‘doğru’ kabul edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Ayrıca, bu yeni yaklaşım, Anadolu’da muhtelif gruplar arasında yaşanan İslam pratiklerini birbirinden kopuk iki kulvara sıkıştırmanın mümkün olmadığını, aksine birbirleri ile etkileşen çok çeşitli İslam pratiklerinin söz konusu olduğunu ileri sürmektedir.”11
Alevi renginde Sünnilik
Buraya kadar okuduklarınızdan zaten böyle bir çıkarsamada bulunmuşsunuzdur. Selçuklu’nun son dönemi ve Osmanlı’nın ilk dönemi diye adlandırabileceğimiz 13. yüzyılın ikinci yarısıyla 14. yüzyıl ve hatta 16. yüzyıl başlarına kadar Anadolu’da hüküm süren Sünnilik’in bugünküyle pek ilgisi yok gibi görünüyor.
Rıza Yıldırım bunu çok güzel anlatır: “…14. yüzyıl Anadolu’sunda 16.yüzyıldan itibaren gördüğümüz gibi bir Sünni-Şii ayrışması bulunmamaktadır. Toplum bir yandan kendisini Ehl-i Sünnet dairesinde görürken diğer yandan daha sonraki dönemlerde görmediğimiz ölçüde Şii/Alevi unsurlar taşıyan bir İslam anlayışı ve pratiğine sahiptir. Bu unsurların başında Ehl-i Beyt’e (Peygamberin ailesi) karşı duyulan derin muhabbet ve bağlılık gelmektedir. Yine bu sevgi bağıyla yakından ilişkili olarak, Kerbela hadisesi insanların İslam’la ilişkilerini belirleyen en önemli etkenlerden biri olarak toplumun belleğini şekillendirmektedir.”12
“…Orta Çağ’da gördüğümüz bu gevşek dokulu Sünnilik daha sonra karşımıza çıkan fıkıh temelli katı Osmanlı Sünniliğinden çok farklı olup bugünkü Alevi inancının pek çok unsurunu içinde barındırıyordu.”13
Anlaşılıyor ki gerek 12.-13. yüzyıllarda gerekse de 14-15. yüzyıllarda Anadolu’da İslami pratikler bugünkünden çok daha çeşitlilik arz etmekte ve hiçbiri diğerini yok etme düşüncesi taşımamaktadır. Selçukluların Şii mi yoksa Sünni mi olduğu sorusu tabii ki önemli bir konudur. Ama bu sorunun yanıtını ararken bulduğumuz şey bence daha önemlidir. Düşünceler birbirleriyle itişmeden, çekişmeden, bir diğerini yok etmeden aynı anda bir arada ve iç içe geçmiş durumda halkın anlayışına da uyum göstererek yaşayabilmektedir. Ötekileştirmenin zerresi bile kimsenin aklından geçmemektedir.
Herkese keyifli günler dilerim.
Fotoğraf: Konya Alâeddin Camii
KAYNAK
1 Hacı Bektaş’tan Balım Sultan’a Bektaşiliğin Doğuşu, Rıza Yıldırım, s.119.
2 aynı eser, s.19.
3 aynı eser, s.20.
4 aynı eser, s.21.
5 aynı eser, s.22.
6 aynı eser, s.24.
7 aynı eser, s.25.
8 aynı eser, s.25-26.
9 aynı eser, s.27.
10 aynı eser, s.29.
11 aynı sere, s.39.
12 aynı eser, s.57.
13 aynı eser, s.57.