Hastane koridorunda asansöre doğru ilerletilen bir sedye üzerinde hayata yeniden uyandığımda sedyenin yanında yürüyen iki hemşirenin telaşsız, gülümseyen yüzleriyle karşılaştım.
Ağrı veya bulantı hissetmiyordum. Göğüs kafesimi tümüyle çevreleyecek biçimde sarılı pansumanın koltukaltlarıma hafif baskısını algıladığımda hayatıma dair en son hatırladığım solumda dikilmiş anestezi uzmanının “iyi uykular ağabey” diye seslenişi oldu.
Aradaki yaklaşık üç saatlik süre tam bir boşluktu.
Ne anestezi için damardan verilen ilaç sonrası uykumun gelir gibi olduğunu ne de herhangi bir rüyayı hatırlayabildim. Perdeleri kapalı bir odanın ışığı kapatıldığında oluşan zifiri karanlık sonrasında gözün hızla ortama alışması gibi zihnim saniyeler, belki bir iki dakika içerisinde dünyaya alışıverdi.
O anda anımsadığım uzun, çok uzun yıllar öncesinden bir akşam vaktiydi.
Hızlı hızlı yüzdükten sonra başımı nefes nefese havuzdan çıkardığımda bugün hayatta olmayan babamın yumuşak, hafif otoriter yüzü ve uyarısıyla karşılaşıp irkilmiştim. O saatte babamın oraya geleceğini tahmin etmediğim için şaşırmıştım; zaten kırmızı olan yüzüm ısınıp daha da al al oluvermişti.
“Olmuyor!..” demişti babam. “Seni dakikalardır izliyorum.”
Başımı iki kulaçta bir aynı yana döndürüp nefes alarak kolaya kaçtığımı biliyordum. Oysa üç kulaçta bir nefes aldığımda başım bir sağa bir sola doğru dönecek, böylece kulvarımda daha düz ilerleyebilecektim ki serbest stilin kuralı da zaten buydu.
On ya da on bir yaşında olmalıydım.
Yetmişli yılların başında Akdeniz Oyunları için yapılmış yüzme havuzu tesisine iki yaş küçük kardeşim ve birkaç arkadaşla birlikte haftada üç veya dört kez gidip antrenman yaptığımız, eve başlarında bereleri, kan çanağı gibi olmuş gözleriyle iki oğlunu almaya gelen babamızla döndüğümüz günlerdi.
Harf inkılabından birkaç ay önce doğmuş olan babam Cumhuriyet’in ilan edildiği yıl il statüsü kazanmış küçük bir Orta Anadolu kenti ailesinin büyük oğluydu. Uzun yıllar sonra güneşli bir günde cenazesi kaldırıldığında bir zamanlar küçük atölyesinde yanında çalışmış işçilerin bile “kendisi gibi güzel bir günde veriyoruz toprağa” diye gözlerinden yaşların süzüldüğü zarif adam henüz üç yaşındayken ailesiyle birlikte hayatının geri kalanını geçireceği, evlenip çoluğa çocuğa karışacağı büyük şehre taşınmıştı.
Espri amaçlı yaptığı küçük taklitler dışında hiçbir zaman ailenin köklerinin ait olduğu yörenin şivesini konuşmadığı gibi kolej yıllarında öğrendiği Fransızcayı yaşlılığında dahi pek unutmamış olduğunu her ne kadar aksini iddia etse de gençlik yıllarımda İsviçre’den gelen iki arkadaşımla sohbete koyulduğuna göstermişti.
Babam parlak bir öğrenci olmasına karşın bana ismini verdiği babasının beklenmedik ölümü sonrası gerek girdiği bunalım gerekse hissetmiş olduğu para kazanma yükümlülüğü nedeniyle tıp fakültesine dördüncü sınıfta ara vermiş, daha sonra da devam etmemişti.
Bir kez nişanlanıp ayrıldıktan sonra heyecanlı, gerilimi yüksek aşk ilişkilerinin iyi bir evlilikle sonuçlanmadığı dersini çıkarmış, evliliği her tür gençlik heyecanı tüketildikten sonra serinkanlı bir mantıkla verilmesi gereken bir karar, çocuklarını doğurmaya layık namuslu, iyi kalpli bir adayla oluşturulması gereken bir kurum olarak görmüştü. “Âşık olursan oğlum, eleştiremezsin” diyordu bana.
Nitekim asla sevemediği ticaret hayatına atıldıktan yıllar sonra, otuzlu yaşlarının ortalarında idealindeki evliliği dört yıl sonra beni dünyaya getirecek olan on yedi yaşındaki annemle yaptı.
Çocukluğumuz anne ve babamızın birbirleriyle ilişkilerinin aşkla, flörtle başlamış olmasa da ortak bir dilin, hatta espri anlayışının oluşturulabildiği bir hayat arkadaşlığına dönüştüğü bu ailede geçti. Akıllı bir kadın olan annem kendisini yumuşak bir otoritenin ona tanıdığı sınırlarda yeniden var ediyor, giderek çocukları üzerinde serinkanlı yaptırımları uygulayan kişi rolünü üstleniyordu.
Zaten net, kolayca keşfedilebilir bir insan olan babam, eşine güveni derinleştikçe duygularını giderek daha az gizliyor, hatta çok zaman hayatının merkezinde çocukları olan, endişeli, tedbirli bir anne kimliğine bürünüyordu. “Üşürsün oğlum”, “cüzdanını, mendilini aldın mı yanına oğlum”, “sınav nasıl geçti?” gibi sözleri biz iki kardeş annemizden ziyade babamızdan işittik. Kendi çocukları olana dek pek çocuk sevmeyen, okşamayan, genel olarak ten temasını nadir kullanan bu mesafeli adamın tek başına bir arkadaşıyla çay içmeye dahi gittiğine ya da erkek erkeğe bir akşam yemeğine gittiğine kimse şahit olmadı.
Tahsili lisede kesintiye uğramış olmasına karşın annem devam ettiğimiz okullarda tanıdığı velilerle, apartman komşularıyla ya da yüzme kulübümüzdeki arkadaşlarımızın anneleriyle yıllar süren sağlam dostluklar kuruyor, çeşitli isimler verilen toplantılar, günler, aktivitelerle babamınkinden daha sosyal bir hayat sürmeyi başarıyordu. Yüzünden eksik olmayan gülümsemesi, asla yükselmeyen ses tonuna karşın sanki eşinin duygusal tavırlarına bir tepki olarak evde serinkanlı, yeri geldiğinde eleştiren, uyaran, kızabilen bir anne rolünü benimsemişti. Yine de eşiyle arasındaki büyük yaş farkı nedeniyle otoritesi çocuklarıyla sınırlıydı.
Babam titiz, kuralcı, kelimelerini özenle seçen, nezaket sınırlarını aşmamakla birlikte eşine kızabilen, hatta bazen heyecanlanarak sesini patlar gibi aniden yükselten bir insandı.
Saygınlığını yitirmemek birinci önceliği olduğu için kendisini de sıkı kurallarla donatmıştı. Eşinin, çocuklarının yanında dahi pijamayla oturmazdı. Erken ağarmış saçları daima taralı, yüzü daima traşlı, zifiri karanlıkta bile istediği gömleği, kravatı bulabilecek kadar düzenli, çıkardığı çoraplarını, çamaşırlarını annemin bile ortalıkta görmesini istemeyecek ölçüde tertipli, koltuğunda televizyon karşısında otururken bile derli topluydu.
Eğer “Osmancığım” yerine “Osman” diye sesleniyorsa mutlaka kızdığı bir şey olmalıydı.
Annemizle hep senli benli olan biz iki kardeş babamıza “siz” diye hitap ederdik. Emir kipinin babamın günlük konuşmasında yeri yoktu. Mutfakla, yemek pişirmekle hiç ilgisi olmamasının eksikliğini sofranın kurulmasına ve toplanmasına yardım ederek, zaman zaman “kahveyi bu akşam ben yapayım size” deyip mutfağa giderek telafi etmeye çalışırdı. Fincanları koyduğu küçük tepsiyi acemice, elleri titreyerek oturma odasına getirir, kendi suyunu genellikle kendisi alır ya da mutfağa gitmekte olan birisi varsa ondan kibarca rica ederdi.
Yetmişlerin başından sonlarına dek üç odalı bir apartman dairesinde kiracıydı bizim aile. Olağan bir sair günde sabah babam tıraş olur, saçını küçük bir tarakla tarar, takım elbisesini giyer, kravatını takar, eğer mevsim kışsa açık renk pardösüsünü ve daima temiz görünen ayakkabılarını da giydikten sonra şehrin iş yerlerinin biriktiği merkezindeki mağazasına giderdi.
Annem istisnasız her sabah henüz üzerinde olan geceliği, hafif mahmur gözleriyle “hayırlı işler” diyerek onu uğurlar, babam kapıdan çıkarken “inşallah” diye cevap verirdi.
İki kardeş yetmişli yılların ilk yarısında iki yıl arayla aynı ilkokula başladık. Babam beni kendisinin otuzlu yıllarda gittiği okula göndermek istediğini söylese de ben her nedense evin hemen karşı sokağındaki daha az bilinen ilkokula gitmek istediğimi belli edince ısrar etmedi ve kabul etti.
“Sabahçı” ya da “öğlenci” olunan yarım günlük okul süresi için her gün siyah önlüklerimizi giyiyor, beyaz yakalarımızı takıyor, okul çantalarımızı ve bir simit, bir gazoz alabileceğimiz biçimde hesaplanmış günlük harçlıklarımızı (benim ilk yılımda bu 50 kuruş olup ikinci yıl bir liraya arttırılmıştı) ceplerimize koyup apartmandan çıkardık. Ana caddede karşıdan karşıya el ele tutuşarak geçerlerken annem her şey yolunda mı diye balkondan izlerdi.
Erken göçtü, gitti babam. Onu kaybettiğimde birkaç aylık uzman hekimdim ki büyük oğluna dair duyduğu büyük, son gurur bu oldu. Tamamlayamadığı tıp tahsilinin bayrağını iyi kötü bu yarışı bitiren oğluna teslim etmiş gibi hissederek yaşadı.
Çocukluğunda yüzme havuzunda yanlış stilde kaytararak yüzerken suçüstü yakaladığı oğluna “olmuyor!..” diye seslendiğinde o sesin oğlunun ömrü boyunca zihninin dehlizlerinde hiç susmadığını, onu hep uyardığını elbette tahmin edemedi.
Anneme gelince, Allah ona uzun ömür versin. Balkondan olmasa bile uzaklardan yüreğiyle izliyor şimdi beni “her şey yolunda mı?” diye…
Fotoğraf: (Soldan sağa) Cevdet, Osman, Haluk, Ayşen Akdemir