Erdal Çolak
İnsanın tarih boyunca var olma amacını değerler ve kurumlar temelinde oluşturmadığı aşikar. Daha çok kendi türünün varlığını öne çıkaran insanın etik değerlere bağlı kalarak oluşturduğu iyi bir tarihinin varoluş haritasını çizmek mümkün değil.
İnsanın doğadaki var oluşunu için verdiği mücadele takdire şayan, tüm yaptıklarıyla onun bir parçası olmuş. Dünya denen gezegende varlığını ontolojik olarak sorgulaması gereken ve bunu hâlâ yapan yegane canlı türü. Sorgulayan, hem varlığını hem de yaşama bakış açısını sürekli geliştiren tek canlı türü olduğu için sıkıntılı düşünce üreten bir tür aynı zamanda. Gündelik hayatın işleyişi içinde duygularını, düşüncelerini, davranışlarını dışarıdan ve içeriden gelen baskıdan dolayı tam anlamıyla yaşayamayan bir canlıdan söz ediyoruz. Biyolojik, bilişsel, zihinsel ve sosyal bir varlık olarak insan tüm yönleriyle bir bütündür, biyo-psiko-sosyal bir canlıdır.
Dr. Morris Taviki’nin “İnsan Soyu Neden Devam Etmedi” başlıklı yazısını okuma fırsatı bulunca ben de bu konuda bir şeyler yazılması gerektiğini düşünerek bu yazıyı kaleme aldım. Taviki yazısında Paleolitik Çağ’dan Antik Mısır`a, Roma`dan Orta Çağ’daki engizisyon mahkemelerine dinlere, tanrılara, dogmalara, tabulara, masallara inanmadığı için işkence ile öldürülen insanların, düşünürlerin sayısının binleri hatta milyonları bulduğunu söylüyor. Ben biraz daha derine inerek Hz. Adem’in çocukları olan Habil’in kardeşi Kabil tarafından öldürülmesine kadar gidiyorum. Kabil’in ruhuna kök salmış ve onun varlığına egemen olmuş kötülük duygusu, düşüncesi bugünkü çocuklarına aktarıldıysa bizler kutsal kitaplara göre ölen Habil’in değil Kabil’in çocuklarıyız. İnsanlık tarihi böylesi binlercesi olay ile dolu.
Bu kadar da değil, insan öldürme konusunda “master” yapmış diktatörlerin tarihine baktığımızda da insan türünün acımasızlığı ile yüzleşiyoruz. Cengiz Han’ın ordularının, o zamanki dünya nüfusunun %11’ini yok etmesi, Belçika kralı Leopold II’nin Kongo halkına yaptığı insanlık dışı eziyetler ve katliamlarla tahminen 21 milyon kişiyi öldürmesi, Mao Zedung’un Çin’de komünist devrim ve Adolf Hitler’in 2. Dünya Savaşı sırasında Avrupa hegemonyasını kurmak için yaptıkları, Josef Stalin’in muhalifleri bertaraf etmesi, Hideko Tojo’nun Japon İmparatorluğunun iktidarı adına 2. Dünya Savaşı sırasında Çin’de ve Güneydoğu Asya’da soykırım yapması… II. Nikolay’ın vatandaşı Ruslara yaptıkları, Kamboçya’da zulmün adresi olan Pol Pot döneminde yaşananlar, Saddam Hüseyin’in Halepçe’deki zehirli gaz saldırısı ile binlerce Kürt’ü, iktidarı boyunca ise yaklaşık iki milyon insanı öldürmesi, Kim il-Sung’un Kuzey Kore’de milyonların ölümüne sebep olması, Etiyopa’da Mengistu Haile Mariam ve Nijerya diktatörü Yakubu Gowon…
Bu isimlerini yazdıklarım milyonlarca insanın ölümüne sebep olan caniler. İnanın tarih sayfaları insanlara zulüm eden diktatör krallar, kraliçeler, vezirler, komutanlar, “kahraman” denilen canilerle dolu. 1500’lü yıllarda başlayan coğrafi keşifler sırasında 100 milyon Afrikalı, 70 milyondan fazla Kızılderili öldürülmüş. Bu katliamları yapanlar milyonlarca insanı tek başlarına öldürmedi; bu katliamları tek başlarına yapmadı. Bu insanlarla birlikte hareket eden cani, zalim bir zihniyet vardı. Dikkatinizi çekerim burada Dr. Morris in ifade ettiği bu insanlar bilim, sanat, felsefe üreten değerli, akıllı, üstün zekalı bir insan nesli. Eğer insanın insana yaptığı bu zülüm olmasaydı; beyin, zeka olarak genetik değişimine uygun hızda evrilseydi herhalde şu anda galaksiler arasında seyahat ediyor olurduk. Elon Musk veya herhangi birisinin uzaya turist göndereceğini duyurmasına gerek bile kalmayacaktı. Kısacası bu hayattaki nesil yani günümüz insanı büyük bir ihtimalle zulüm eden, en azından zulme ortak olan insanların çocukları.
D.H. Lawrence’ın Aşık Kadınlar romanında iyi insan soyunun geldiği tükendiği noktayı o kadar güzel dile getirilmiştir ki…
Gudrun ve Ursala romanın kahramanları “İnsan yaşamı neden gururlanacak bir şey olmaktan çıktı acaba? Neden çiçek açmıyor artık?” diye sordu sonunda. “Bu kavram temelden çürüdü de ondan. İnsanlığın kendisi kuruyup çürüdü, aslını ararsanız. Dalları salkım salkım insan dolu; hepsi de pek güzel, pek iştah açıcı duruyor; yüzlerinden sağlık fışkıran genç erkekler, genç kadınlar. Ama yakından bakılınca hepsi de Sodom elması bunların. Daha doğrusu Ölü Deniz meyveleri. Hiçbirinde lezzet diye bir şey yok. İçleri acı ve kokuşmuş kül dolu.” Ursula, “İyi insanlar da var!” diye ona karşı çıktı. “Bugünün yaşantısına yetecek kadar iyi. Ne var ki insan soyu parlak renkli mantarlarla kaplı bir ölü ağaçtan başka bir şey değil artık.” Ursula bu benzetişe başkaldırmaktan kendini alamadı. Öyle canlı ve kesin, öylesine umut kapısı bırakmayan bir tabloydu ki bu. Genç kadın başkaldırırcasına, “Peki, böyle olsa bile, neden böyle acaba?” diye sordu. Birbirlerini kamçılayarak aralarında tam bir karşıtlık havası yaratır gibiydiler.”
Bizler adalet, hukuk, doğruluk, eşitlik, bölüşme, yardım etme duygu ve düşüncesinden uzak olan nesillerin devamıyız. Kendi türü bir yana doğaya zorbalık eden, düşmanlık benimsemiş, birlikte yaşama kültürünü özümseyememiş nesillerin bugüne yansıyan genetik mirasçılarıyız. Nerede o iyi insanlar, canımın içi insanlar? İyice azaldılar, gün geçtikçe de tükeniyorlar. Yürürken bir karıncaya basmamak için o hassasiyeti gösteren, arabasıyla çamur sıçratmamak için yavaşlayan, karşısındaki kişiyi kırmadan, doğada hiç kimseye zarar vermeden yaşamaya çalışan insanlar çok az değil mi? İnsan özlüyor, bir uhde kalıyor içimizde, ikiyüzlü olmasın, samimi davransın, kin tutmasın, kibir taşımasın, kalp kırmasın, kırmamak için emek versin ama neredeyse kalmadı böyleleri. Özür dileyen, karşılıksız ve çıkarsız seven, gülümseyen, nasılsın derken nasıl olduğunu gerçekten merak eden ve dert dinleyenin az olmasının sebebi meğerse tarih sayfalarındaki kanlı insanlarmış. Bugün birbirimizi sevemiyorsak, menfaatimize düşkünsek bu sorgulanmalı. Doğanın sunduğu koşullarda değil, ona karşı verdiğimiz acımasızlığı yaşıyoruz. Acıma duygusundan yoksun bu saydığım insanların belirlediği ve şekillendirdiği bir dünyada ortaya çıkan eser böyle bir şey işte…
İnsanlar istedikleri kadar kendilerini dev aynasında görsün bilgi, uzay, teknoloji çağındayız desin. Ortaya çıkan nesil böylesi atalarından kalan bir geçmişe sahip olmasaydı; dünya günümüzden daha farklı, daha güzel bir medeniyet seviyesine gerçekten ulaşabilirdi. Belki de bugün kullanmış olduğumuz teknolojiyi birçok medeniyet binlerce yıl önce yaşardı…
Ne diyordu üstat Yaşar Kemal; ”O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık…”
Kalın sağlıcakla…
Fotoğraf: Saraybosna’daki şehitler mezarlığı