“Toplumdaki derin ideolojik-siyasi bölünmüşlüğü nasıl yenebiliriz? Rus toplumunu hangi stratejik hedefler birleştirebilir? Rusya, 21. yüzyılda uluslararası toplumda nasıl bir yere sahip olacak? 200-300 yıldır ilk kez Rusya, dünya devletleri arasında ikinci, hatta üçüncü lige düşme tehdidiyle karşı karşıya. Bu tehdidi yok etmek için zamanımız kalmadı. Ulusun tüm entelektüel, fiziki ve ahlaki güçlerini zorlamalıyız.” (Vladimir Putin, 1999)
Donbas’ta savaş sürüyor.
Çatışmaların odak noktası Severodonetsk’tir, yanı başında da Lisiçansk vardır. Rejim güçleri şimdilik Luhansk’ta bu iki yerleşim birimine tutunmaktadır. Rusya henüz bir zafer ilan etmemiş olsa da Ukrinform ve Ukrayinska Pravda gibi “merkezi” kaynaklara yansıdığı kadarıyla biliyoruz ki Severodonetsk’in ana mahalleleri artık Rus ordusunun kontrolündedir. Çok yakında Lisiçansk’ta da ağır bir bombardıman ve ardından da şiddetli çatışmalar başlayacaktır. Luhansk Halk Cumhuriyeti’nin fiili olarak kuruluşunu tamamlaması yakın gözükmektedir. Donetsk’te ise Rus ordusu kapsamlı ve oldukça karmaşık bir şekilde ilerlemektedir. Burada; bir, Mariupol yönünden kuzeye ve iki, İzyum yönünden güneye doğru manevra yapılmaktadır. Slovyansk ve Kramatorsk, Rus ordusu açısından Donetsk’te iki önemli hedeftir ve muhtemelen bu iki hedefe yaklaşıldığında şu an Luhansk’ın Severodonetsk ve Lisiçansk kentlerinde yaşanan durum yaşanacak, zafer bu iki kentin kontrol altına alınmasına bağlı olacaktır.
O hâlde artık mesele bir bütün olarak Donbas’taki savaşın sonucunun ne olacağı değildir, çünkü sonucun ne olacağı bu koşullar altında bellidir. Rusya, Luhansk ve Donetsk’te tam kontrolü sağlayacaktır. Mesele, bir zaman meselesidir.
Savaş, politikanın farklı ve daha yoğun araçlarla sürdürülmesi ise eğer, haklı olarak sahadaki bu durumun diplomasiye de yansıması beklenmektedir; ancak bu olmamaktadır. Nitekim Kiev rejiminin herhangi bir iradesi bulunmamaktadır ve Ukrayna’da devam eden savaş ABD ve İngiltere öncülüğündeki NATO’nun Rusya ile savaşıdır. Masaya dönülememektedir, çünkü Kiev rejiminin yasakladığı bir dili konuşan insanların çoğunlukta olduğu Odesa-Luhansk hattı boyunca herhangi bir “vatan savunması” motivasyonu yoktur ve işte tam da bu sebeple masaya dönülememektedir, çünkü masaya dönülürse Kiev rejimi varlığını sürdürmek için Rusya’nın “ilhak” isteklerini karşılamaya hazırdır ve NATO burada devreye girmekte, bu “tehdit” daha başlangıçta bertaraf edilmektedir. NATO’nun isteği Rusya’yı mümkün olduğu kadar yıpratmaktır ve bu hedef doğrultusunda da Ukraynalıları cepheye sürmektedir. Geçtiğimiz günlerde Kiev rejiminin askeri sözcülerinin belirttiği rakamlar baz alınırsa, günde en az 500 Ukraynalı, çerçevesi NATO tarafından çizilen bu “piyon” siyasetinin kurbanı olmaktadır.
NATO’nun bahsi geçen yıpratma stratejisi bir başarı şansına sahip mi, onu irdeleyelim.
Emperyalist hiyerarşinin en üst basamaklarında yer almayan ancak bu basamaklarda yer almayı sonuna kadar hak ettiğini düşünen Rus sermayesinin devletinin birkaç üstünlüğü vardır. İlki, enerji piyasası üzerindeki hakimiyetidir. Bu ona çok büyük bir güç sağlamakta ve Rus devleti bu gücü ödüllendirme-cezalandırma mekanizması olarak dış politikada ustalıkla kullanmaktadır. Öte yandan Rus sermayesi konsolide olmuş durumdadır ve özellikle ABD ve İngiltere’nin basın-yayın organlarının kullandığı ırkçı, iğrenç dili de lehine çevirerek Rus toplumunu ulusal çıkarlar etrafında birleştirmeyi başarmıştır. Tüm bunlara bir de enerji ile birlikte bir diğer yaşamsal temel olan gıdanın Rusya tarafından zora dayalı kontrolü eklenmiştir, ki bu durum, enerji arzında yaşanan daralma ile başlayan ve şu anda sürmekte olan fiyatlardaki altüst oluş sürecini ikiye katlamıştır.
Rusya amansızca statükoya hücum etmektedir ve Sovyetler Birliği’nden devraldığı devasa askeri-nükleer mirasından ötürü de durdurulamamaktadır. Oysa Lenin’in “Emperyalizm” eserini ortaya koymasından beri çok iyi biliyoruz ki; emperyalist kapitalist sistemde bir kapitalist ülke, kendi sermaye sınıfının çıkarları için içerisinde bulunduğu hiyerarşik düzeni değiştirmeye kalkarsa ya cezalandırılır ya da bizzat kendisi öbür ülkelere yeni bir statüko dayatır ve bu bir dünya savaşı anlamına gelmektedir. Fakat bu emperyalistler arası “talimatname” Rusya’ya karşı uygulanamamaktadır, çünkü bu, uygulandığı takdirde bir nükleer dünya savaşına yol açacaktır. Dolayısıyla NATO-Rusya Savaşı’nda NATO’nun hareket alanı kısıtlıdır ve bir sıkışma yaşamaktadır. Çelişkiler askeri açıdan çözülemedikçe, bu çelişkiler daha da büyümekte ve kaynağına yönelmektedir. İşte bundan ötürüdür ki; ABD’den İngiltere’ye, Avrupa Birliği’nden Kore’nin güney parçasına kadar dünya haritasında bulundukları yerden bağımsız olarak Batı hegemonyanın bir parçası olan ülkelerde enflasyon hızla yükselmekte, enflasyon yükseldikçe faiz artırımına gidilmekte ve faiz artırımına gidildikçe de resesyon riski doğmaktadır. Böyle bir konjonktürde, bu ülkelerin birbirleri arasındaki uzlaşmazlıkların da yeniden gün yüzüne çıkması muhtemeldir; başta ABD ve Fransa ile İngiltere ve Avrupa Birliği arasındaki ihtilaflara özellikle dikkat edilmelidir.
Sonuç:
1. Batı hegemonyasının yaratmış olduğu ve sözde “ahlaki” üstünlüklerinin bir unsuru olarak pazarladığı “tüketim” kültürü tökezlediğinde; büyük yığınlar, “beceriksiz” hükümetleri üzerinde daha fazla baskı kuracaktır. Kamuoyu araştırmalarından ve tek tük başlamış bulunan protesto gösterilerinden bunun işaretlerini görmekteyiz. Putin’in son açıklamasında vurguladığı “elitlerin değişeceği” iddiasının bir dayanağı da budur. Kiev rejimine onlarca milyar dolarlık askeri ve ekonomik yardım paketleri gönderilmesi bu koşullarda artık bir “iç güvenlik” tehlikesi doğurmaktadır.
2. Avrupa Birliği ülkelerinin, özellikle de “Yeni Avrupa” olarak adlandırılan ve 1968 Çekoslovakya karşı-devrim girişiminin bastırılmasından bu yana Rusofobilerini irrasyonel boyutlara vardıran eski Varşova Paktı ülkelerinin Rusya’ya karşı kullanılmak üzere gönderebileceği daha fazla ağır silah ve mühimmat kalmamıştır, nitekim birkaçı da bunu alenen açıklamıştır. Bu, yukarıda üzerinden geçilen askeri çıkmazı Rusya lehine olmak daha da büyütecektir.
O hâlde NATO ya yıpratma stratejisinden vazgeçecek ve başlangıçta ileri sürdüğü maksimalist taleplerini bırakarak Rusça konuşan çoğunluğun yaşadığı bölgeleri ilhak etmeye odaklanmış Rusya ile NATO’nun daha fazla yayılmamasını da kapsayan yeni bir statüko üzerinde anlaşacaktır ya da kaybettiği stratejik üstünlüğü geri alabilmek ve mevcut statükonun varlığını sürdürebilmek için yeni bir politik-askeri enstrüman keşfedene kadar gelişmeleri izlemeye ve bu süre boyunca da Ukrayna’nın sivil-askeri kaynaklarını tüketmeye devam edecektir.
Muhtemelen ikincisini yaşayacağız.