Medyanın büyük bir kısmının iktidarın kontrolünde olduğu Türkiye’de medya etiği ve editöryal bağımsızlık tartışmaları bu kez ana muhalefet partisi CHP ve Halk TV arasında yapıldığı ortaya çıkan anlaşma ile alevlendi.
Kamuoyu, CHP ile Halk TV anlaşmasını CHP’nin Medya Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Eren Erdem tarafından gönderilen fesih bildirisi ile öğrendi. Erdem, hafta sonu yaptığı açıklamada, “Halk TV isimli televizyon kanalı ile partimiz arasında yapılmış olan ve Anayasa Mahkemesi (Sayıştay) denetimine tabi; 01.01.2023 tarihli protokolün 6.3 maddesi kapsamında, partimiz tek taraflı fesih hakkını kullanmış, Halk TV ile tüm ilişkimiz sona ermiştir” ifadelerini kullandı.
Ardından Halk TV’de bir programın yine Erdem’in talimatıyla engellenmeye çalışıldığı iddia edildi. Halk TV, söz konusu anlaşmanın CHP’nin grup toplantılarının, açıklamalarının, ayrıca partinin reklamlarının yayınlamasını içerdiğini ve Sayıştay denetiminden geçtiğini açıklasa da tartışmalar bununla sınırlı kalmadı.
Eren Erdem, çeşitli medya kuruluşlarına yaptığı açıklamalarda “Halk TV, adeta CHP tabanını ve kamuoyunu demoralize etmeyi amaçlayan bir yayıncılık çizgisi yürütüyor” ifadesiyle fesih gerekçesine işaret ederek başka yayın kuruluşlarıyla da benzer anlaşmalar yaptıklarını söyledi.
Halk TV’nin sahibi Cafer Mahiroğlu da Gazeteci Fatih Altaylı’nın YouTube kanalına yaptığı açıklamada, reklam harici yayınlar için para almadıklarını belirterek yaptıkları anlaşmayı savundu.
CHP’nin anlaşma çerçevesinde Halk TV’ye nasıl bir ödeme yaptığı ise CHP ya da Halk TV yönetimi tarafından kamuoyuna açıklanmadı.
Peki sözleşmenin sonlandırılmasının ardından yaşananlar medya etiği ve siyasi partiler ile medya ilişkileri açısından ne ifade ediyor?
Kutuplaşmanın sonucu “muhalif gazetecilik”
Medyanın bağımsızlığı ve gazetecilik etiği ilkelerine uyumu, demokrasinin sağlıklı işlemesi açısından büyük önem taşıyor. Türkiye’de ise yazılı ve görsel medyanın 2008’den itibaren iktidara yakın sermaye gruplarının kontrolüne girmesiyle gazetecilere baskı artarken ortaya çıkan kutuplaşma yeni bir tanımlamayı da beraberinde getirmişti: Muhalif gazetecilik.
DW Türkçe’ye konuşan Medya Ombudsmanı Faruk Bildirici, CHP’nin Halk TV ile imzaladığı anlaşmayı feshetmesini tartışırken Türkiye’deki medya ortamını göz ardı etmeyi doğru bulmuyor.
Devletin tüm olanaklarının, özel sektör ve belediyelerin ilanlarının, sponsorluklarının iktidar medyasının hizmetinde olduğunu, mali açıdan cendere altında olan muhalif medyanın ise ilan-reklam ambargoları, RTÜK ve Basın İlan Kurumu cezalarıyla karşı karşıya olduğunu ifade eden Bildirici, CHP’nin muhalefetin sesini duyurma işlevini üstlenen bu medya kuruluşlarını yıllardır desteklediğini anlatıyor.
CHP’nin Halk TV’ye “reklam, kampanya videoları yayınlama, grup ve basın toplantılarının canlı yayınlanması” için yaptığı ödemelerin yeni olmadığını, Anayasa Mahkemesi’nin 2009 yılı mali denetim raporunda CHP’nin canlı yayın bedeli olarak Halk TV’ye yaptığı ödemelerin dökümünün yer aldığını söyleyen Bildirici, CHP’nin beş TV kanalı, üç radyo, 18 gazete ile benzer anlaşmalar yaptığını dile getiriyor.
Ancak muhalif medyanın devamı için katkı sağlarken gazeteciliğe zarar vermemek gerektiğini vurgulayan Bildirici, CHP’nin Halk TV ve diğer medya kuruluşlarıyla yaptığı anlaşmaların etik ihlallere yol açtığına işaret ediyor.
Siyasi etkinliklerin canlı yayımlanmasına “haber değeri”ne bakılarak karar verilmesi gerektiğine işaret eden Bildirici, CHP etkinliklerinde “haber değeri” yerine “ödenecek para”nın belirleyici hale gelmesinin gazetecilik ilkelerinin açıkça ihlali olduğunu söylüyor. CHP toplantılarının para karşı yayınlandığının da izleyicilere bildirilmesi gerektiğini söyleyen Bildirici, “Bu bir reklamdır ya da ‘sponsorlu yayın’ gibi uyarılar koymadan canlı yayın yapmak izleyiciyi kandırmaktır; örtülü reklam/tanıtım yapmaktır” diyor.
Öte yandan Bildirici, haber ile parasal ilişkilerin bu şekilde iç içe geçmesinin meşru görülmesinin, siyasi olmayan, örneğin belediyeler, sağlık, eğitim gibi konularda da para karşılığı yayın yapılması sonucunu doğurabileceği konusunda uyarıyor.
DW Türkçe’ye konuşan Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütü Türkiye temsilcisi Erol Önderoğlu ise Avrupa’da da siyasi partilerin genel izlenirliği olan medya kuruluşlarının çeşitli etkinliklerine sponsor olabildiğini ya da medyanın belirli bir süreçte özel bir konu açısından siyasi partilerle iş birliğine gidebildiğini belirterek “Ancak Avrupa’da bu gibi iş birliği durumlarında her zaman kamuoyuna da ilk elden medyanın kanıtlamak zorunda olduğu durum, aslında yorumcuları ile ya da gazeteci ekibiyle bu meselenin didikleneceği, çok farklı perspektiflerden işleyeceğine dair güvencedir” diyor.
Önderoğlu’na göre Türkiye’de ise bu tarz anlaşmalar ve bu tarz ekonomik işbirlikleri genellikle medyayla partnerliğe girişenleri editoryal olarak rahatlatacak bir formata giriyor. “Dolayısıyla bu tarz iş birliği, medyanın bir konuya yakınlık göstermesi ve yayınlarında ayrı bir yer bir yer ayırması konusu çok fazla rahatsız etmese dahi Türkiye’de neredeyse olmayan bir faktör nedeniyle bu iş birliği riske giriyor o da editöryal bağımsızlık” diyen Önderoğlu, ekliyor:
“Türkiye’deki bu iş birliğinin tarihçesi gazeteciliği belirli bir dostane düşünce ortamında tutuyor ki seçimlerden sonra birazcık ses çıkaran gazetecilere, biraz eleştirel tutum takınmaya çalışan gazetecilere birdenbire kamuoyunun ve o medya kuruluşlarının bakış açısı değişiyor. Oysa ki ne gazeteci ne medya kuruluşu, eleştirilmeme karşılığında ya da iş birliğine girdiği çevrenin daima suyuna gidecek tarzda düşünceler ortaya atma karşılığında bir ticari veyahut herhangi başka bir anlaşmanın bir parçası kılınabilir.”
“Kutuplaşmaya katkı sunuyor”
Özellikle Gezi eylemlerinden sonra iktidarın kutuplaştırıcı dilinin etkisiyle toplumun bir kısmının kriminalize edildiği bir döneme giren Türkiye’de kutuplaşma medyaya da yansıdı. Ancak uzmanlara göre kutuplaşma; objektiflik, tarafsızlık, doğruluk gibi habercilik prensiplerinden uzaklaşmasına neden oldu, bu da kamuoyunun gerçekleri öğrenme hakkını sınırlandırdı.
Erol Önderoğlu, Türkiye şartlarında kendi istikrarını ve geleceğini daima düşünmek zorunda kalan medyanın kendisine sunulan şartları tatmin ettikçe kutuplaşmış bir fotoğraf verdiğine işaret ediyor.
Bunun sadece CHP ile Halk TV anlaşmasıyla ilgili olmadığını ifade eden Önderoğlu, Türkiye’de medyanın çok boyutlu olarak bankalarla ve diğer kurumlarla yaptığı farklı anlaşmalar ve attığı imzaların medyaya belirli bir düşünsel vefa içerisinde hareket etmeyi de her zaman bir güçlü bir ön şart olarak getirdiğini vurguluyor.
Önderoğlu, “Dolayısıyla Türkiye’de sağlıklı bir medya ortamı görmenin ön koşulu, kendi ayakları üzerinde durabilen bir medyanın genel izlenirli olabilmesi ve geniş toplumsal kesimleri dikkate alır bir yayıncılığa girişmesidir. Öyle zannediyorum ki Türkiye medyasının yumuşak karnı editöryal bağımsızlık. Yazı işlerinin, dış müdahalelere yani finansöre karşı, kredi sağlayana karşı, iktidara karşı, muhalefete karşı ya da çeşitli politik güçlere karşı kendi editöryal yayınını koruyamamasıdır” diyor.
DW Türkçe’ye konuşan Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) Eş-Direktörü Avukat Veysel Ok’a göre de CHP ile Halk TV arasında yapılan anlaşma hukuki olarak bir sorun oluşturmasa da muhalefet medyasının da iktidar medyasıyla benzer bir yapıyla yönetildiğini gösteriyor.
“Burada sorunlu olan kısım Halk TV’nin kamuoyuna bunu şeffaf olarak bildirmemesi” diyen Ok, şöyle devam ediyor: “Bu anlaşma, medya ve etik ilişkisi açısından, özellikle iktidar medyasında eleştirdiğimiz durum açısından, muhalefet medyasının da aslında iktidara benzer bir yapıyla yönetildiğini bize gösterdi. Bu anlamda Türkiye medyasının bağımsızlığı ve bilgi akışı konusunda sınıfta kaldığını söyleyebiliriz.”
Anlaşmanın Sayıştay’a iletilmesinin bunun kamusallaştığı anlamına gelmediğini vurgulayan Ok, “Çünkü vatandaşların veya televizyon izleyicilerinin veya bizlerin Sayıştay’a iletilen denetim raporlarını incelemek bir yükümlülüğü yok. Bu yüzden Halk TV’nin yaptığı en büyük etik dışı durum bence bu raporu Sayıştay’a göndererek bunu artık kamusallaştırdık ve bunu artık herkes biliyor algısını dayatmasıdır” diyor.
Seçim öncesi birçok insanın Halk TV üzerinden aslında bilgi veya kanı akışından öte kamuoyu yaratmaya yönelik bir yayın politikasının kurbanı haline geldiği görüşünü paylaşan Ok, “Televizyonculuğun esas görevi, kamuoyuna bilgi aktarmak veya var olan kanıları ve kanaatleri aktarmak. Ancak şimdi biliyoruz ki Halk TV bunu yapmak yerine bir siyasi parti için kamuoyu oluşturma, bir siyasi partinin kanısını yaygınlaştırma gibi görev edinmiş. Bunun doğru olduğunu düşünmüyorum. Sayıştay’a rapor göndermenin de bunu meşru kıldığını düşünmüyorum” ifadelerini kullanıyor.
Avrupa’da herhangi bir televizyon kanalı bir siyasi partiyle sözleşme yapıp para alıyorsa ve bununla ilgili kamuoyuna şeffaf bir şekilde bilgi vermiyorsa bunun hukuki açıdan hem maddi hem de cezai farklı yaptırımlarının söz konusu olabileceğini ifade eden Ok, Türkiye’de ise böyle bir durumun söz konusu olmadığını aktarıyor.
Görsel: Cumhuriyet