“Devlet aygıtını kontrol eden egemen gruplar, geniş toplumsal kesimlerin bariz şekilde tükenmesinin ardından, emekçilerin aşırı sömürüsüne dayanan ekonomik modellerinde bir değişiklikten kaçınarak rejimin bazı kısımlarında reform istiyorlar.”
Bu alıntı, Brezilya devlet başkanlığı seçimlerini kazanan Lula da Silva’nın İşçi Partisi’nin İlkeler Beyannamesi’nden. 1979 tarihi atılmış bu metin, İşçi Partisi’nin web sitesinde Tüzük’ün de üstünde tutulmakta ve içerdiği stratejik hedeflerle güncelliğini bugün de korumakta, bir tür ön program denebilir.
Kabul etmek gerekir ki aşırı sağcı Jair Bolsonaro’nun kışkırttığı öfke hem kişisel olarak Lula’nın hem de temsil ettiği İşçi Partisi’nin radikal bir görünüm kazanmasına ve öne çıkmasına neden oldu. Ancak bu dahil her geçici konumlanış, dönemsel değişkenler ortadan kalktığında, öznesinin sınıf aitliği doğrultusunda gerçekliğine geri döner. Politika isimler değil, programlar mücadelesi olduğundan ve bu programlar-1979’lar jargonu ile-“son tahlilde” belirli sınıfların çıkarlarına denk düştüğünden, bu analizde Lula değil, İlkeler Beyannamesi ele alınacak. Geçmişi değerlendirmek, günü anlamak ve geleceğe dair öngörüde bulunmak için bu daha doğru.
İlkeler Beyannamesi’nde ilgimi çeken ilk husus, Brezilya solunu 1980’lerde güdümüne alan merkez Demokratik Hareket Partisi’nden kopuş çabası oldu.
“Siyasi ve entelektüel elitlerin geniş kesimleri, ülkemizde henüz demokrasiye erişilmediğini iddia ederek Demokratik Hareket Partisi’nde birleşen muhalefeti bölmenin zamanı olmadığını belirtiyorlar. Bu argümanı şiddetle reddediyoruz.”
Ne kadar tanıdık!
Bu, sol için evrensel bir çiledir ve bugüne kadar iki türlü aşılagelmiştir. İlk çözüm, solun “komünizm” bileşeninin, parçası olduğu ve temsil ettiği sınıfı-tüm uzlaşmaz karşıt sınıfların varlığını kaldırarak-özgürleştirmesidir. İkinci çözüm ise, solun “sosyal demokrasi” bileşeninin, önceki merkez partinin rütbesini sökmesi ve bu defa kendisinin merkez parti olmasıdır ki bu aslında bir “aşma” değil, ötelemedir. İşte bu noktada, başlangıçtaki alıntıda geçen “emekçilerin aşırı sömürüsü” ve “geniş toplumsal kesimlerin tükenmesi” ifadelerine tekrar bakmak gerek. “Sömürü” baki kalacaksa, “aşırı” uçlarda rütuş ve “reform” şarttır.
Şimdi bazı teorik sorunlara bakalım…
“İşçi Partisi, ülkenin demokratikleşmesi ve tekelci sermayenin egemenliğinin kırılması mücadelesinde tüm toplumsal ve siyasi akımları kapsar.”
Sade. Belli ki, henüz “ezilen” cinsel kimlikler ve “dezavantajlı” etnik-dini gruplar keşfedilmemiş!
Peki bu “tüm toplumsal ve siyasi akımlar” içerisinde “tekelci sermaye egemenliğinin kırılması” kendi çıkarına olan, çoğu milli, orta burjuvazi var mıdır, evet. Bu güçler bir “ihtiyati güç” şeklinde de tanımlanmamakta. Türk solunun literatürü bu anlamda fazlasıyla geniş: “ideolojik öncülük”, “temel güç”, “vasıtalı ihtiyat”… Oysa bu karmaşıklık, burjuvazinin müttefikliğini kabullenmekten daha tercih edilesidir.
İşçi sınıfının iktidarı fethetme mücadelesinde ancak tek bir müttefiki vardır, o da sınai dışı iktisadi alanlarda emek-gücünü satarak geçinen “yarı-proleter” unsurlardır. Örnek vermek gerekirse, birkaç dönümlük tarlasında kendi ürettiklerini satan bir çiftçi de, herhangi bir ırgatın emek-gücünü sömürmediği farz edilirse, emekçidir; bir avukatlık ofisinde kendisi gibi avukat olan patronunun getir götür işlerinin peşinde koşturan idealist avukat da. Hiçbiri, toplumsal ve büyük ölçekli fabrikaların proleteri değildir, fakat neticede bir proleterdir.
Stratejik tanımlara geçelim.
“İşçi Partisi kendisini, insanın insan tarafından sömürülmesine son vermeyi amaçlayan bir parti olarak tanımlar; işçilerin kurtuluşunun işçilerin kendilerinin işi olduğunu anlar ve sömürülen bir sınıf olan işçi sınıfının sorunlarının ayrıcalıklı seçkinlerce çözülmesinin beklenmemesi gerektiğini bilir.”
“İnsanın insan tarafından sömürülmesine son vermek”, altını çizmek gerekir ki, oldukça cüretkâr bir iddia. Özellikle de Bolivarcılığın kitlesel etkisinin Marksizm’den daha güçlü olduğu Latin Amerika’daki sol hareketlerin ajitatif, renkli metinlerinde çoğunlukla “adalet”, “mutluluk”, “refah”, “hakikat” vb. gibi sübjektif ifadelere rastlandığımız düşünüldüğünde. Yalnız, “insanın insan tarafından sömürülmesine son vermek”, bir komünist partinin asgari programıdır ve “işçilerinin kurtuluşunun işçilerin kendi işi olması” bir politik parti öncülüğünü dışlama izlenimi vermektedir, bu da belirlenen ilk hedefle çelişmektedir. Bu parti öncülüğünü dışlamanın menşei de, belirtmek gerekir ki, “üstün” Latin kökleri gereği “Doğulu” Rusların kaba SBKP’sinden ötekileşme ihtiyacı hisseden Fransız ve İtalyan komünistleridir. Belli ki, bu alışkanlıktan henüz kurtulunamamış.
Devam edelim.
“İşçi Partisi, devlete ait şirketlerin halkın ihtiyaçlarını karşılama işlevine geri dönmesini ve devlete ait şirketlerin tekelci sermayeden kopmasını savunuyor.”
Bir diğer Venezuela modeli midir bahsedilen, onu zaman gösterecek. Ancak biz şimdiden şerh düşelim: Pazarın varlığının devam ettiği bir ekonomi, devlete ait şirketleri de bu pazar mekanizmasına çeker. Sonuç, devlete ait şirketlerin özel teşebbüsle rekabet edememesinden ötürü sürekli sübvanse edilmesi ve kendisi de bir meta olan paranın arzının olağanüstü artmasıdır ki bunun da ardından genel değer düşümü gelir.
İşte, solun “kadim” tartışması!
“İşçi Partisi, demokrasi olmadan sosyalizm, sosyalizm olmadan demokrasi olmayacağından, doğrudan kitleler tarafından uygulanan tam demokrasi taahhüdünü teyit eder.”
Bizim “sosyalizm” ifadesinden anladığımız, Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi adlı eserinde “komünizmin ilk aşaması” biçiminde tabir ettiği evredir, ütopik filozofların kurguladığı bir tür Atlantis değil. Bu, farklı sınıfların varlığını öngören “demokrasi” ile birbirini keser ve tartışmasız bir şekilde, işçi sınıfının diktatörlüğünü gerektirir. Denenmiştir, başarılmıştır, bırakıldığında da eksikliği tüm insanlığı karanlığa sürüklemiştir.
Bu, bir dostça eleştiridir; ancak anlaşılan o ki, bu sistemik kriz, daha önce defalarca tekrarlandığı üzere, bir “pembe” reformla tadil edilecektir. Lula, sadece bir figürandır.
Başarılar!