Sümer yazıtlarından beridir “Ne olacak bu gençlerin hali?” diye soruluyormuş.
Demek ki her neslin büyükleri gençleri beğenmemiş bugüne kadar. Bugün de öyle. Ama günümüzde sanki daha karamsar bir şey yok mu? Var elbette. O sokulgan, soğuk, ürkütücü karanlığın kaynağı çoğunluğa hâkim olan umutsuzluktur. Geçmiş nesiller genç kuşaklardan şikâyet ederken, o şikâyete içkin bir umut her şeye rağmen varlığını koruyordu. Geleceğin mutlaka daha iyi olacağına dair inançtı. Bu inancı besleyen kaynak ise bilim idi. Modernite ile tavan yapan bilim. Salgınlara, bulaşıcı hastalıklara, bebeklere musallat olan ve onların büyümesine izin vermeyen arazlara çare bulmuştu ya. Antibiyotik her şeye yetiyordu. Anestezi ameliyatları acısız hale getirmişti. İnsan bedeninin sırları bir bir çözülmüştü ve çözülüyordu. Açlıkla ve hastalıkla kırılmıyordu artık insanlar.
Aynı bilim kaynaklı umuttan gücünü alan inanç, kuşkusuz, doğa olayları yani felaketler için de geçerliydi. Gelgitlerden, azgın nehirlerin taşmasından, aşırı yağışların getirdiği sel sularından korkmaya gerek kalmamıştı. Mühendislik harikası barajlar, su dağıtım sistemleri, korunaklı evler, yapılar sayesinde doğadan korkacak hiçbir sebep kalmamıştı. Vahşi hayvan sorunu çoktan çözülmüştü. Bir zamanlar insanın korkulu rüyası olan devasa hayvanlar, yırtıcılar, arslanların, kaplanların ya neslini tüketmiştik ya da kafeslere tıkarak onları insanın maskarası haline getirmiştik. Ormanlar kralı arslanı sirklerde bir parça et için rezil kepaze ediyor, yılanları müzikle dans ettiriyor, görkemli filleri tek ayak üstünde durduruyorduk. Ayıları sokaklarda üç paraya oynatıyorduk.
Okyanuslar ve tekinsiz rüzgarların beslediği dalgalar da umurumuzda değildi. Deniz altı, deniz üstü gemilerimizle hepsinin hakkından geliyorduk, geliyoruz. Biz, insan türü, deniz altında heykel sergisi açıyor, nikah kıyıyor, yeryüzünün tüm canlı cansız varlıklarına hükmediyorduk. Bütün bu dünya egemenliğinde baş edemediğimiz tek tür gene kendimiz olduk. Kendi mutsuzluğumuzla baş başayız bugün. Aynı zamanda umutsuzluğumuzla da. Bir sabah uyandık ve geleceğin geldiğini anladık.
Ancak bu gelecek bir şekilde geçmişi hatırlatıyor bize. Kovid19 salgını, kitlesel ölümlerle sonuçlanan virüs kaynaklı hastalıklara olan korkumuzu bastırdığımız yerden çıkardı. Daha beteri, hümanizmin yaratıcısı, modern, gelişmiş, uzaya gitmiş Batılı devletler, bir parça bezden ibaret maskeler için birbirlerinin uçaklarını korsanlıkla soydular.
Vay canına! Yoksa Maslow’un “İhtiyaçlar Hiyerarşisi”ndeki savı gerçek miydi? En alttaki ihtiyacın tatmini mümkün olmadığında, en yukarıdaki insanlar bile tekrar barbarlaşabiliyor muydu?
Yetmedi: Sellerle boğuşuyoruz. Gökten yağanı tutacak barajlarımız yok çünkü. Akanı zapt etmiştik ama bu başka. Ultra modern şehirlerimizde, gökdelenlerle donatılmış mega kentlerimizde sıçanlar gibi boğulmak ihtimali tüm korkutuculuğuyla dikiliverdi karşımıza. Ve depremler. Yıkıcı depremlerden haber veriyor bilim adamlarımız. Geliyor, çok fena geliyor! Taş taş üstünde kalmayacak, diyorlar. İyi de ne yapalım biz bu bilgiyle. Kentlerde balık istifi yaşayan yığınlar ne yapsın? Nereye gitsin? Nasıl gitsin? Depremi 30 saniye önce bilebilsek, ah bir bilebilsek, eski özgüvenimizi belki yeniden kazanacağız ama bilemiyoruz işte. O devasa teknolojimiz, aygıtlarımız, makinelerimiz, hassas radarlarımız, sismik araştırmalarımız bir türlü depremi önceden bilemiyor.
Depremler, seller, salgınlar tıpkı ateşe hükmetmeyi bilmediğimiz o uzun karanlık gecelerdeki gibi ve kadar şiddetli bir korkuyu hatırlatıyor. Dışarısı tehlikeli. Canavarlar, sürüngenler her an saldırabilir. Bu korkunun günümüz insanında yol açtığı davranışlar elbette yaban dönemlerin insanlarındakilere benzemiyor. Onlar yüksek ağaçlara tırmanarak, mağaralara saklanarak, birbirlerine sokularak korunmaya çalışıyorlardı. Bizim mağaralarımız AVM’ler.
Antik insanın gene insanda bulduğu sıcaklık ve güven duygusunu ise biz ekranlarda, tiktoklarda, sanal ilişkilerde arıyoruz. Bulduğumuzun ne olduğundan bile haberimiz yok ama bir şekilde rahatlıyor ve gündelik yaşama devam ediyoruz. Bir başka kaçış yerimiz uyuşturucular. Esrar, ot vs. Sentetikler. Bir başkası en ilkel duygumuz olan oral haz. Yeme bağımlılığı.
Gelecek geldi ve ne açlık, ne doğal afetler ne savaşlar ne adaletsizlik ne de hastalıklar bitti.
Gelecek geldiğine göre başka ne gelebilir ki geçmişten başka. Kimin cesareti var ufka bakmaya?