İnsanın iç dünyası ile dış dünyası arasındaki uçurum ne kadar derin olursa uzlaşmaz çelişkileri de o derece dramatik olur.
Bu çelişkinin kaynağının ve kendisinin bilincine varan insan için yeni ama eskisinden de zor bir süreç başlar. Eşik aşılmış olsa da patika zorludur. Peki şimdi ne olacak? Bir kere bu gerçeğin idraki neresinden baksan yıkıcıdır. Çünkü başkalarıyla birlikte yapılacak bir şey olmadığı hakikatini hazmetmeyi gerektirir. Örgütlü, yoldaşlı, devrimci yollar yürünse de hatta menzile varılsa da bu ‘’başarı’’ asla kalıcı olmayacaktır. Zira dış dünya dediğiniz şeyi yaratan kalabalıkların “iç dünyası”ndan başka bir şey değildir. Hitler de başkalarına gelecek biçen iyi bir terziydi. Diktiği kıyafeti neredeyse giydirecekti ki başkaları kavramının içine bütün dünyayı katmaya kalkması sayesinde başarısız oldu. Bunu sadece Almanya ile sınırlı tutsaydı en azından bir süreliğine başarabilirdi. Neyi? İç dünyası ile dış dünya arasındaki uçurumu kapatmayı.
Stalin de, Mao da. Mussolini de. General Franco da. Ve onların iç dünyaları ile dış gerçeklik arasındaki uçurumlar tıpkı Hitler’in olduğu gibi kapatılması mümkün olmayan uçurumlar idi. Denediler. Mustafa Kemal Atatürk’ün, Şeyh Bedrettin’in, Lenin’in, Castro’nun, Ç’nin de yamandı çelişkileri. Ama aynı zamanda insancıl idi. Üstünlük değil eşitlik talepleri vardı. Adaletsiz dış gerçekliğe bir isyan taşıyordu içinde. Dış gerçeklik yani verili dünya hep adaletsizdir. Adalet arzusu, arayışı bir insanlık ülküsünden başka bir şey değildir ve insanı insan yapan duygulardan biridir. İnşa etmek gerekir. Onlar da bu inşayı gerçekleştirmek için verili olanı, statükoyu, egemen düzeni önce yıkmak gerektiğini düşündüler ve kolları sıvadılar.
Ancak insan dediğimiz varlığın olgunlaşma yolculuğu asla eşit ve adil koşullarda sürmez. Asla iç dünya ile dış dünya arasındaki uçurum kitleler için görünür olmaz. Yığınlar bu çelişkinin farkına varmanın eşiğine kadar bile gelmezler. Bu da dış dünyanın bir başka değiştirilemez hakikatidir.
O yüzdendir ki, tarihin bir kesitinde bir şekilde yoldaşlık edenler, bir “dava” için, devrim için bir araya gelenler sonra fark ederler ki birbirlerine aslında hiç de benzememektedirler.
Adalet ve eşitlik Allah’ın günü ve saati, her an, her eylemde sınanan bir şeydir. İşte bu süreçte niceleri sonbahar yaprakları gibi dökülür. Sadece ‘’ben’’i düşünmek çok daha kolay ve insan harcıdır. O yüzden terziler ne kadar mahir, ne kadar insancıl ne kadar etkileyici olurlarsa olsunlar biçtikleri kıyafet her zaman için kısa ömürlü olmaya mahkumdur. Zira kıyafetin içindeki gövde sürekli bir rahatsızlık içindedir. Kıpırdar durur. Yenden değil de sırttan çıkarmak ister mesela kolunu. Cebinin sığdığı kadarına değil de evdeki ambarı doldurmaya diker gözünü. E o da haklı. Kısacık bir ömür. Ne kadar olabilmişse o kadar olmuştur.
Elbette insanın kendini oldurması diye bir irade de mevcuttur ve bu da bir insanlık ülküsüdür. İnsanın kendini oldurması için gerekli şartlar (Tabiat içinde var kalmak, toprağa yakın olmak, insani ilişkileri, komşuluğu, dayanışmayı gerekli kılan bir düzen vb.) artık yok. (Olduğunda da her insanın harcı olmamıştır hiçbir zaman ama en azından olmak peşinde olan için daha imkanlıydı diyelim) Tam tersine hayatta ve ayakta kalmak için bireyciliğin şartları geçerlidir. Bencil olmanın. Orman kanunu dedikleri şeydir bu. İyi de bu ormanda adildir. Çünkü hayvanların ülküleri yoktur. Demem o ki insanlık ülküsüne sahip olan tek kişi kalsa dünyada gelecek için umut vardır. Adil ve eşit bir düzenin kurulma umudu değil ha, bu uğurda çabalama umudu.
Nihai düzen? Cennet düzeni? Herkesin adil ve eşit bir şekilde dünya nimetlerinden yararlandığı ve barışın hüküm sürdüğü bir “Rıza Şehri”? Bir şehir, bir köy hatta küçük ölçekte bir ülkede mümkündür, bir süreliğine. Zira adalet, eşitlik, ahlak ancak insani ilişkilerin mümkün olabildiği, küçük ölçekli yerleşimlerde mümkündür. O yüzden ahlak köyde olur, teknoloji kentte. Masal köyde olur, ütopik/distopik sinema filmleri kentte. Atölye köylüdür, fabrika kentli.
Devamını siz getirin…