Metin Gülbay
Bugün İstanbul diye adlandırdığımız yere ilk insan yerleşimi 300 bin yıl önce oldu. Tabii başka kazılar daha eski kanıtlar ortaya çıkarmazsa, bugünkü bilgilerimizle bu tarihi rahatlıkla söyleyebiliyoruz.
Ancak insan yerleşimi demek bir yerin kent haline, şehir haline gelmesi demek değil elbette. Üzerinde sürekli olarak insanların yaşadığı ve orayı kendi yurtları, evleri yaptığı yere şehir deniyor.
İstanbul’un bulunduğu yerde ilk yerleşimin Marmaray kazılarında Yenikapı’da bulunan kanıtlara göre M. Ö. 6200 dolayında olduğu ortaya çıktı. İstanbul yine bugünkü bilgilerimize göre 8000 yıllık insan yerleşimine sahip.
Bugünkü kentin temeli ise M. Ö. 7. yüzyılda atılıyor. Sarayburnu dolayında M. Ö. 667 yılında Megaralılar tarafından ilk yerleşim kuruluyor ve Byzantion olarak anılıyor. M. Ö. 196’da Romalıların egemenliğine giren şehir 330 yılında ise 1. Konstantin tarafından başkent ilan ediliyor, adı da Konstantin’in ölümünden sonra onun anısına Konstantinopolis olarak değişiyor.
İlk imparatorluğa başkentlik
Konstantinopolis ilkin Roma İmparatorluğu’nun başkenti, 65 yıl sonra imparatorluk ikiye bölününce Doğu Roma’nın başkenti olur. 476 yılında Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla Roma İmparatorluğu ve Konstantinopolis adları birbiriyle aynı anda anılır.
1453 yılında Türkler tarafından alınan kentin tarihiyle ilgili çok fazla bilgi var, sanırım herkes ucundan bucağından bunları biliyor, hepsini bilmemiz imkansız zaten. Ben Semavi Eyice’nin “Yabancıların Gözüyle Bizans İstanbulu” yapıtını okurken ilginç bilgilerle karşılaştım. Kentin en eski ziyaretçilerinin kent hakkında ne yazdıklarını toparlamış Eyice. Çok merak edilecek şeylerdi bunlar benim için. Belki sizin de ilginizi çeker diye paylaşacağım bu yazımda.
Eyice’nin yapıtından kent hakkında bilgi verenlerden bazılarını seçiyorum bu yüzden tümünü aktar(a)mayacağım, ayrıca kent Türklerin eline geçtikten sonra gelen gezginleri de yazının dışında tutuyorum. Amacım Türklerin eline geçmeden kentin gezginlerin gözüyle nasıl olduğuna ilişkin bir panorama çizebilmek.
İstanbul’un ilk ziyaretçileri
Eyice’nin saptayabildiği ilk ziyaretçi Egeria (Aetheria) imiş. Akitanialı rahibe Egeria veya Aetheri ya da Eteria, 384 yılı dolayında kente gelmiş. 1. Konstantin’in Hristiyanlığı legal hale getirmesinden sonra gerçekleştirilen ziyarette yazılanlar ne yazık ki birkaç satırmış. Khalkedon’u gördüğü sanılıyor rahibenin. Ayasofya 532-537 arasında yapıldığı için onu görme olasılığı yok tabii.
Piskopos Arculf’un ise 675 yılında kenti ziyaret ettiği tahmin ediliyor. Büyük kilisenin (Ayasofya) üstünde çok büyük bir kubbe olduğundan söz etmiş Arculf. Buradaki İsa’nın haçına büyük saygı gösterildiğini eklemiş. Kentin kuzeyi hariç her yanının denizle çevrili olduğunu belirten Arculf Haliç’in uzunluğunu da 60 mil (yaklaşık 95 kilometre) olarak vermiş. Sur duvarlarının uzunluğunun 12 mil olduğunu ileri süren Arculf surların kulelerle güçlendirilmiş olduğunu söylüyor. Şehrin içinde çok sayıda ev olduğunu ve yapıların genellikle taştan yapıldığını ve Roma evleri gibi gösterişli olduğunu belirtiyor.
Bizans’ta bir Çinli gezgin
Yedinci yüzyıla ait bir Konstantinopolis tasviri de Çinli bir gezgine ait. Bizans ile Çin arasında 605 ile 719 arasında diplomatik ilişki olmuş, buna ilişkin metinler de Çin devlet ve kanunnamelerinde yer almış. Çinli gezgin Bizans’a Fu-lin diyor ve devlet arazisinin 10 bin li uzunluğunda olduğunu, içinde 400 kent barındırdığını ileri sürüyor. Bizans’ta “Sarayların sütunları ve kirişleri kristalden ve sırlı tuğlalardan yapılmış” olduğunu belirtiyor. Bu abartılı anlatım gezginin kente hayran olduğunu gösteriyor. Çinli gezgin imparatorun şikayetleri bir sepette toplatmasını ve haksızlığa uğrayanları bu yolla saptayabildiğini de yazmış. İmparatorun tacının, kanatları açılmış bir kuş biçiminde olduğunu, hem tacının hem de takılarının inciler ve kıymetli taşlarla bezeli olduğunu, ipekli kumaşlar giydiğini belirten gezgin onun altın kaplamalı bir tahtta oturduğunu, yanındaki minderde yeşil tüylü kaza benzeyen bir kuş olduğunu, bu kuşun imparatora sunulan yemeklerde zehir olup olmadığını haber verdiğini ileri sürer. Artık inanmak size kalmış.
Başkentte bir Arap gezgin
Kenti 829 yılında ziyaret eden Yahya İbn Hakem El-Gazal Endülüs elçisidir. İmparator Theophilos ve eşi imparatoriçe Theodora ile tanışan Gazal sarayda renkli günler geçirir. İkram edilen şarabı dini gereği geri çeviren elçi imparatora secde etme seremonisini de Allah’tan başka kimseye secde etmeyeceğini belirterek reddeder. Gazal şehri kendi kenti Kurtuba ile kıyaslar ve buranın bir “zevk-ü safa şehri” olduğunu söyler.
850’ye doğru kente gelen Grigoriy ise Khandzeth Gürcü manastırını kuran kişidir. G. Merçul adlı bir keşiş tarafından yazılan yaşamı 12. yüzyıla aittir. Merçul şunları ifade eder yapıtında: “O Greek aleminin güzel kutsal mekânlarını görmek ve ibadet etmek için 2. Kudas olan, Mesih’in hazinesi Konstantinopolis’e gitme kararı aldı. Kendisiyle beraber teyzesinin oğlu ve bir de öğrencisi ile birlikte bu seyahate çıktı. Konstantinopolis’e geldiğinde hayat ağacına ve bütün kutsal güçlere saygı gösterdi, aynı zamanda bütün ibadetgâhları da gezdi. Ve burada birçok kişiyle görüştü, çünkü o çok bilgili ve çok sayıda yabancı dil bilen biriydi.”
Halifenin elçisi de Bizans’ta
861 yılında kentte bulunmuş olan Nasır İbn El-Ezher, Abbasi Halifesi Mütevekkil-Alellah tarafından Bizans’a esir düşmüş Müslümanların fidye pazarlığını yapmak için gönderilmişti. Bir yandan pazarlık yapıp diğer yandan kenti gezen Ezher, saray girişinde üzerindeki kılıç ve hançerin sorun olduğunu bu yüzden geri döndüğünü ancak yolda ikna edilerek yeniden saraya götürüldüğünü belirtir. İmparator 3. Mikhael ile görüşme şansını yakalayan Ezher ne yazık ki onun sesini duyamamıştır. İmparator söylenenleri yalnızca başını sallayarak onaylamış veya reddetmiştir.
850 ile 900 yılları arasında yazıldığı tahmin edilen eserinde İbn Hurdazbih Konstantinopolis’ten söz eder. İslam coğrafyacılığının ilk temsilcilerinden olan yazarın el-Mesalik ve’l-Memalik adını taşıyan yapıtında kenti anlatırken Altın Kapı’ya değindiği görülür. Ordunun savaşa giderken bu kapıdan geçtiğini belirten Hurdazbih imparatorların çok saygı gördüğünü ve yalnızca onların erguvan ve parlak kırmızı renkte giysiler giydiğini, aynı renkleri başkaları giyerse bunu hayatları ile ödediğini ekler.
Harun İbn Yahya kente 911 veya 912 yılında gelmiştir. Esir olarak kente getirilen Yahya’nın anıları Ahmed İbn Rosteh’in coğrafya üzerine olan kitabı Kitab al-A’lak an-Nafisa’da yer almaktadır. Yahya esir olmasına rağmen kenti gezme fırsatı bulmuştur. Bu fırsatı ya Hristiyan oluşundan veya esir düştükten sonra Hristiyanlığa geçişinden dolayı yakaladığı sanılmaktadır. Yahya’ya göre kenti çeviren surlarda, Roma’ya giden yola açılan kapı altındandır, bu yüzden oraya Altın Kapı denir. Üstünde dört fil ile onların dizginlerini tutan ve ayakta duran bir kişinin heykelleri vardır. Kanatları demirden olan ve Bigas denilen bir başka kapı daha vardır, imparator geziye çıktığında bu kapıyı kullanır. Muhtemelen Yahya’nın söz ettiği bu kapı Silivrikapı’dır.
Yazar Ayasofya ve Hipodrom’dan da bahseder. Hipodrom’da “atları, insanları, vahşi hayvanları, aslanları tasvir eden tunçtan heykeller vardır.” Yahya “Hipodrom’un batı tarafındaki kapılardan çıkarılan her biri dörder at koşulu, sim işlemeli giyimli iki yarışçının kullandığı altın yaldızlı iki arabanın ortadaki heykellerin etrafında üç kez dolanarak yarıştıklarını” da anlatır. Yahya Büyük Saray’ın çevresinin duvarla çevrili olduğunu belirttikten sonra girişlerde bekleyen silahlı muhafızlar arasında Hazarların bulunduğunu belirtir. Hazarlar bilindiği gibi Kafkasya’da yer alan bir Türk devletidir.
Yahya ayrıntılı bir biçimde imparatorun Ayasofya’yı ziyaret törenini de anlatır. Yahya’nın tören alayında ellerinde mızrak ve altın yaldızlı kalkanlar olan, dilimli zırhlar giymiş çok sayıda Türk ve Hazar gencinin Bizans hizmetinde olduğunu belirtmesi dikkat çeker. Hazar Devleti’nin 1048 yılına kadar yaşadığı bilindiğine göre bu gezinin yapıldığı 911-912 yıllarında Bizans’ta Hazar silahlı koruyucuları varken Hazar devleti halen egemenliğini sürdürüyordu.
Bir başka ilgi çekici olay da Ayasofya’ya bu törenlerde iyi yetiştirilmiş ve değerli taşlarla bezenmiş üç boz atın sokulmasıdır. Duvarlara asılı dizginleri at eğer ağzına alırsa halk “İslam ülkesinde bir zafer kazandık” diye bağırırmış. Ama atlar her zaman dizginleri ağzına almaz ve bu da moral bozucu olurmuş.
Yahya’nın belirttiğine göre kilisenin yakınında kare biçiminde mermer bir kaidenin üstünde, kilisenin kurucusu olan imparatorun tunçtan atlı heykeli vardır. İmparatorun başında inciler ve yakutlarla süslü altın bir taç bulunmaktadır. Sağ eli ise insanları İstanbul’a çağırır gibi kalkıktır. Bu anlatımdan Yahya’nın 15. yüzyıl sonu veya 16. yüzyıl başlarına kadar yerinde duran İmparator İustinianus’un anıtını gördüğü anlaşılmaktadır.
Yahya ayrıca Ayasofya’nın batı kapısı yanındaki zamanı belirten Horologion ve üzerindeki 24 kapının her birinin günün bir saatini karşılamasından söz eder. Ayrıca sarayın kapısının yanındaki üç tane tunç at heykeli de anlatımda yer alır. Aslında dört tane olduğunu sanılan bu at heykellerinin Hipodrom’da iken saraya getirildiği ve 1204 yılındaki kentin yağma edildiği Haçlı Seferi sırasında Venedik’e götürüldüğü bilinmektedir. Bu heykeller bugün San Marco Kilisesi’nin cephe saçağındadır.
Piskopos Liudprand Konstantinopolis’te
949 ve 968 yıllarında iki kez Konstantinopolis’e gelen Cremano Piskoposu Liudprand ilkin Lombardia Kralı 2. Berengario adına 17 Eylül 949’da vardığı kentte 31 Mart 950 gününe kadar kalmıştır. Piskopos Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun kurucusu Kral 1. Otto’nun elçisi olarak 4 Haziran ile 2 Ekim 968 günleri arasında da kentte bulunmuştur. Liudprand Antapodisis ve Relatio de Legatione Constantinopolitana başlıklı yazılarında kent hakkında bilgiler verir. Piskopos sarayda Magnaura adlı pavyondan övgüyle söz eder. Liudprand 7. Konstantinos tarafından burada kabul edilmiştir. Tahtın önünde altın kaplamalı tunçtan bir ağaç vardır. Dallarında türleri değişik kuşlar cıvıldaşır. Çok büyük ölçülerdeki tahtın yanlarında, altın kaplamalı tunç veya ağaç aslanlar bulunur. Piskopos imparator önünde üç kez yere kapanarak selamladıktan sonra başını kaldırdığında imparatoru tahtında oturur ama tahtın tavana doğru yükseltilmiş olduğunu görür.
Liudprand’ın 968’deki ikinci elçiliği döneminde geldiği kentte kötü karşılanır. 4 Haziran günü sağanak halindeki yağmura rağmen atlarından indirilen kafile akşama kadar bekletilip sonra yaya olarak bozuk bir yoldan mermer saraya götürülür. Adı saray ama kendi harabe olan bu yapıda her yerden rüzgar ve yağmur girmektedir. Elçi ve maiyetindekiler Büyük Saray’a epey uzak, suyu olmayan bu yapıda tutuklu muamelesi görür. İmparatorun karşısına çıktığında da sert geçen bir tartışmadan sonra yurduna dönmek isteyen Liudprand’a izin verilmez. Nikephoros bugün Maltepe Küçükyalı arasında bulunan bir alanda ordugahını kurarak elçiyi 26 Temmuz’da buraya ayağına çağırtır. Ancak orada da problem çıkar ve yine tartışırlar. Kentten ayrılması uzayan elçi nihayet 2 Ekim’de ülkesine dönmek üzere kentten ayrılabilir.
Foucher de Chartres 1. Haçlı Seferi’ne katılarak geldiği kenti Kudüs Tarihi adlı bir kronikte anlatmıştır. Şehre alınmayan Haçlı askerlerinin karınlarını halktan sağladıkları yiyeceklere doyurduklarını anlatan Chartres, 5-6 kişilik gruplar halinde kente girişlerine izin verildiğini belirtir. İstanbul’a hayranlığı satırlarına şöyle yansır:
“Tanrım! Bu ne muhteşem bir şehir! Birçok manastır ve ibadet alanı var. Her biri muhteşem binalar! Bir şehrin sokaklarında bir seferde kaç tane inanılmaz güzellikte bina görebilirsiniz ki? Ve bunların hepsini nasıl akılda tutabilirsiniz? Altından ve gümüşten yapılmış bir sürü bina ve kutsal emanetler!”
Norveç Kralı Konstantinopolis’te
1107 yılında İstanbul’u ziyaret eden Norveç Kralı 1. Sigurd kentten o kadar etkilenmiştir ki askerlerine “dünyanın en zengin şehrine girmekte olduklarını, bu şaşaa karşısında hayran kalıp her şeye öyle uzun (uzun) bakmamalarını” tembihlemiştir.
“Serseriler burada ne cezadan ne de ahlâka aykırılıktan çekinir”
2. Haçlı Seferine katılan Odon de Deuil Konstantinopolis hakkındaki diğer yazarların betimlemelerini yineler ama özel bilgiler de verir. Kara tarafı surlarının dışında, geniş topraklarla bostanların uzandığını, bunların kent halkının her türlü sebze ihtiyacını karşıladığını belirtir. Buralar yeraltındaki kanallarla getirilen bol su ile sulanır. Sarnıçların suyu ise tuzlu ve pis kokuludur. Şehrin içi pis, iğrenç ve çöp doludur. Birçok yerinde sürekli geceymiş gibi karanlık hüküm sürmektedir. Kentin içinde hava akımı olmamaktadır. Zenginlerin evlerinin taştığı sokaklar düşkünler ile yabancılara bırakılmıştır. Karanlık sayesinde buralarda cinayetler, soygunlar ve başka yolsuzluklar olur. Bu şehirde adalet olmadığından varlıklılar kadar büyük iş sahipleri, fakirler kadar da hırsız vardır. Serseriler burada ne cezadan ne de ahlâka aykırılıktan çekinir. Odon’a göre Haliç suyu ve içindeki balıkların çeşitliliği bakımından bir denize, günde beş altı defa karşıya kolayca geçilebilmesi bakımından bir nehre benzer.
Tudelalı Haham Bünyamin İspanya’da Saragosa’dan başladığı yolculuğunda kente de uğrar. Bünyamin’in kaleme aldığı seyahatnamesinde dikkat çeken ayrıntı şu satırlardadır: “Grekler, hepsi de barbarlardan olan her milletten asker toplar. Bunları Türklere karşı olan savaşlarda hizmet ettirirler. Kendilerinin askeri ruhları yoktur. Ve adeta kadınlar gibi savaş girişimleri için yeteneksizdirler. Burada Museviler, denizin bir tarafından yaşamaya mecbur edilmiştir… Bu yüzden karşı tarafta işi olanlar ancak suyu aşarak oraya gidebilir. Konstantinopolis’teki Musevilerin sayısı iki bini Rabbanit, beş yüz kadar da Karait Karaylardan oluşur. Çoğu ipekli giyim ticaretiyle uğraşır, çok zengindirler. İmparatorun hekimi olan Salomon Hamitsri dışında hiçbir Yahudi’nin at üstünde dolaşmasına izin verilmez. Greklerin nefretini üzerlerine çekmemek için deri dabakçıları pis sularını sokaklara, Musevilerin kapılarının önüne döker.”
Bünyamin’in Hristiyanlarca Yahudilere yapılan kötü muamele dolayısıyla anlatısı belki biraz abartılı bulunabilir ama anlattıklarının tümünün de yalan olduğunu söylemek zor görünüyor.
Yağmacı Haçlıların şeflerinden yağma anlatısı
1203 yılında 4. Haçlı Seferini başlayanlar İstanbul’a gelince her şeyden vazgeçip Konstantinopolis’i yağmalamaya başladı. Bu Haçlılardan biri olan Villehardouin yönetici konumundadır. La Conquete de Constantinople adlı yapıtta anılarını aktaran Villehardouin, Haçlıların kenti nasıl ele geçirdiğini de dile getirir. Yazar kente giren Haçlıların kardeşi tarafından gözleri kör edilen İsakhios’u tahta çıkardıklarını belirtir. Sonra da Haçlıların yaptıkları barbarlıkları anlatır. “1203 yılı sonbaharında kentte yaşayan Latinler ile Bizanslılar arasında çıkan bir çatışma sonunda başlayan yangın o derece şiddetli ve dehşetli olmuştur ki hiç kimse söndürememiş ve durduramamıştır. Karşı yakadan bu afeti seyreden Haçlılar, haşmetli kiliseler ile muhteşem sarayların çöküp yıkıldıklarını, alışveriş merkezi olan caddelerin alevler içinde kaldıklarını görünce büyük üzüntü duymuşlardır. Yangın limandan yukarı tırmanarak, şehrin en yoğun yerleşim bölgesini aşmış ve Ayasofya’yı sıyırarak öteki taraftaki denize ulaşmıştır. Sekiz gün süren bu yangında kaybolan para ve servet gibi yanan pek çok erkek, kadın ve çocukların sayısının hesabını hiç kimse veremez” diyen Villehardouin, şehirde yaşayan sayıları 150 kadar Latin’in çoluk çocuklarıyla karşı kıyıya sığındıklarını da bildirerek şöyle devam eder:
“… 1204 yılı Nisan ayının ilk haftasında bir daha gemilerini Haliç tarafından surlara dayayarak hücuma geçen Haçlılar. ilk denemelerinde püskürtülür.. 12-13 Nisan gecesi, Bizanslılar ile aralarına bir engel koymak için bir yangın çıkarırlar. Bu üçüncü yangın bütün gece ve ertesi gün akşama kadar sürer ve ‘Fransa Krallığı’nın en büyük üç şehrindekinden daha çok konut kül olur’. Boniface Bukoleon Sarayı’na gider, burada 2. Isakhios’un eşi, Macar asıllı Maria ile 1. Andronikos’un eşi Agnes ve birçok soylu kadını ayrıca ‘ölçüye sığmayacak derecede çok hazine’ bulur… Şehre yayılan diğer şövalyeler kimsenin hesabını tutamayacağı ölçüde ganimet toplar. Villehardouin ‘dünya kurulduğundan beri, hiçbir şehirde bu derecede ganimet toplanmadığını” da sözlerine ekler.
Konstantinopolis’i ziyaretlerin ardı arkası kesilmez. Osmanlıların kenti almaları da ziyaretleri kesintiye uğratmaz. Çünkü kent yüzlerce yıl boyunca dünyanın en muhteşem kenti olarak kabul edilmiştir. Sekiz bin yıldır insanların yaşadığı bu kenti tüm insanlığın ortak değeri olarak kabul edip onunla ilgili kararlar alırken muhteşem bir mirasın emanetçisi olduğumuzu unutmamalıyız. Tıpkı Roma gibi tıpkı Kahire gibi, Bağdat gibi, Kudüs gibi, Atina gibi, Şam gibi, Mardin, Biblos (Lübnan), Varanasi (Hindistan), Cholula (Meksika), Filibe, Luyang (Çin) gibi… Bunlar dünyanın en eski kentleridir. Ama İstanbul bugünkü arkeolojik bilgilere göre “en eski kentlerin en eskisi”dir.
Çok ama çok değerlidir.
Bizim de sahip olduğumuz ancak tüm insanlığın bir emaneti olan bu eşsiz mücevherin farkına bir an önce varmamız gerekir.
Aslında gezegenimizi de çocuklarımıza devretmek üzere emanet olarak korumamız gerektiği gibi.
Ben Metin Gülbay, herkese keyifli bir hafta sonu dilerim.