Fırtınaya yakalanan gemi açıklarından geçmekte olduğu, uzaktan bakıldığında küçük bir üçgen gibi görünen kıyıya yanaşarak buraya sığınmayı başardığında içindekiler derin bir oh çekmiş olmalılar.
Küçük bir yarımadaydı burası; ıssızdı gerçi ama iki doğal limanı, eski kaya mezarlarına bakıldığında bir tarihi olmalıydı. Gemi mürettebatının gözleriyle, adımlarıyla takip ettiği, saygıyla, çekinerek baktığı, eniyle boyuyla insan irisi muhterem zat gözlerinin sevdiği, yüreğinin minnetle dolduğu bu yere bir cami yaptırmaya karar verdi.
Nüktedan, müşfik ve barışsever mizacı, zor meseleleri kolayca çözebilecek, onunla müzakere etme durumunda olan yabancı elçilerin zihinleri açık olsun diye bir süre aç kalmayı gerekli gördükleri zekasıyla tarihte yerini alacak olan bu kişi 1561 yılında Rüstem Paşa’nın vefatı üzerine Osmanlı sadrazamlığına getirilen Ali Paşa’ydı.
“Heraklia” hançerelerine pek uygun düşmediği için Türkler buraya hep “Ereğli” dediler. Oysa tarihteki bilinen ilk ismi “Perinthos” ya da “Perinthus” idi. Zamanla Selanik’ten getirilen göçmenlerin yerleştirildiği küçük bir balıkçı köyü olan Marmara Ereğlisi günümüzde büyük şehrin kalabalığından, gürültüsünden bunalan insanların arabalarına atlayıp 1,5-2 saatlik yolla ulaşarak keyifli bir mola verme fırsatını buldukları, Marmara Denizi’nin kuzeybatısında küçücük bir burun gibi görünen sahil ilçesi. M.Ö. 600 civarında zamanın Yunan kolonisi, bugün Sisam olarak bildiğimiz Samos adasından gelenler tarafından kurulduktan sonra ticari önemi nedeniyle istilalara uğrayan Perinthos bugüne dek yapılmış ve belki zamanla yapılacak olan arkeolojik keşiflerle Trakya’nın Efes’i olabilecek zenginlikte bir tarihi yarımada.
Nihayet Marmara Ereğlisi’nin tarihin tozlu raflarından nadiren de olsa bir ufak fasikül gibi çekip, çıkarılıp okunan bir anısı var: Perinthus öksürüğü. Tıbbın babası olarak anılan Hipokrat’ın (M.Ö. 460-370) yazdıkları sayesinde üzerinde bilgi sahibi olabildiğimiz insanlık tarihinin ilk salgını, günümüzden 2600 yıl kadar önce, M.Ö V. yüzyılda burada, bugün Marmara Ereğlisi adını taşıyan yerde, kış gün dönümünü izleyen 15-20 gün içerisinde başlayan, halsizlik, boğaz ağrısı, yutkunma güçlüğü, ses kısıklığı, nefes darlığı, vücut ağrıları gibi şikayetlerin tanımlandığı, “Perinthus öksürüğü” adıyla tarihe geçen grip salgını ya da influenza benzeri salgındı.
Bunu takip eden yüzyıllar boyunca bazı başka yerel salgınlara dair kayıtlar olsa da tatmin edici ölçüde belgelenebilmiş, kitleler halinde ölümlerle sonuçlanmış ilk influenza (grip) salgını Asya’da başlayıp Afrika’ya, altı ay içerisinde her iki kıtadan Avrupa’ya, nihayet Amerika kıtasına yayılan 1580 tarihli salgın oldu. Bunu 1729’da Rusya’da, 1781 ve 1830’da Çin’de, 1889’da tekrar Rusya’da başlayan, komşu ve uzak kıtalara yayılan influenza salgınları izledi. Keşfedilebilmesi için 1930’lu yılların bekleneceği, elli bini yan yana gelse bir toplu iğne başı büyüklüğüne ancak ulaşabilecek olan virüs, kendisini yerkürenin tek hâkimi, eşref mahlûk olarak görmeye alışmış insanlığa en ürkütücü darbesini o günlerde “tüm savaşları bitirecek savaş” olduğuna inanılan, 37 milyondan fazla insanın hayatını kaybettiği dünya savaşının son yılında indirecekti.
Savaşta tarafsız ülke konumunda olan İspanya’da gazetelerin salgının yıkıcı etkilerini sayfa sayfa, özgürce yayınlayabilmiş olmaları dört yıl süren 1.Dünya Savaşı’nda verilen kayıplardan fazlasının hayatına mal olan salgının pek doğru olmayan bir adlandırmayla “İspanyol gribi” (manşet fotoğrafı) olarak anılması sonucunu doğurdu. Önceki salgınlardan farklı olarak ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya sadece ticaret yollarıyla değil gerek askeri personel gerekse sivillerin büyük kitleler halinde yer değiştiriyor olmalarının virüs enfeksiyonunun yaygınlığını misliyle arttırdığı ortadaydı.
Bugün 1918 influenza salgınının kökeninin Çin’de o günlerde yanlışlıkla akciğer vebası tanısı konmuş olan solunum sistemi rahatsızlığı vakaları olduğu ve müttefik ordu güçlerine katılan Çinli işçilerle Avrupa’ya taşındığı düşünülüyor. Savaşın son iki yılında Çin’den Avrupa’ya seyahat eden bu işçilerin rotalarında durak noktaları Singapur, Durban, Cape Town, Kuzey Afrika ve Kanada olduğu gibi ABD ordusunun Kansas’taki eğitim kampındaki bu işçiler arasında 2-3 gün süren ateş, halsizlik, sindirim sistemi rahatsızlıkları gelişmiş, 3 hafta içerisinde 1100 asker hastaneye yatırılmış, binlercesi hastane dışında tedavi edilmişti.
Atlantik Okyanusu’nu geçerek Avrupa’daki müttefik kuvvetlere katılmadan önce ABD’deki diğer askeri kamplarda hastalık yaygınlık kazanmış durumdaydı. 1918 yılının Mart-Mayıs ayları arasında Amerikalı askerlerin %11,8’inin bu tanımlanamamış solunum rahatsızlığıyla hastaneye yatırıldıkları ABD ordusu tarafından bildirilmişti. Ağustos ayının ortalarında gelişen, İngiltere’nin güneyinde bir liman kenti olan Plymouth’tan başladığı düşünülen ikinci dalganın hedefi bu kez Kuzey Avrupa’ydı. Salgının en ağır seyrettiği, ölümlerin en fazla görüldüğü bu dalga kasım ayına dek sürdü.
Plymouth’tan Sierra Leone’ye ulaşan gemiler salgını Afrika’ya, buradaki Yeni Zelanda askerleri kendi ülkelerine taşıdılar. Dünya nüfusunun yaklaşık üçte biri, 500 milyon kişi virüse yakalanmıştı ve ölüm oranı %2,5’u aşıyordu. İspanyol gazetelerinin ilk 4-5 sayfası ölüm ilanlarına ayrılıyor, 31 hastanesi bulunan Filadelfiya’da tüm hastane yataklarının influenza hastalarına ayrıldığı bildiriliyordu. “Salgınların anası” olarak kabul edilen İspanyol gribi 1919’un ilk aylarında üçüncü atağını yaptıktan sonra sona erdi.
Çin’de başlayarak dünya ölçeğinde yayılan 1957-58, 1968-70 influenza salgınları ölüm oranları daha düşük olmakla birlikte 1918 salgınının ardılları olarak kabul edildiler. 2009 yılının nisan ayında Meksika ve ABD’de eş zamanlı olarak başlayan domuz gribi salgını 284 bin kişinin hayatına mal olduktan sonra dünya ekonomisi ve sağlık sistemleri üzerine –her büyük salgın gibi– yıkıcı etkiler göstererek son buldu.
Salgın kelimesini 2500 yıl önce icat eden insan toplulukları var olduklarından bu yana influenza dışında başta veba, tifüs, kolera, sarıhumma, çiçek hastalığı, sıtma, kızamık olmak üzere salgınlarla boğuştu. Milyonlarca can kaybı verdi. Nesilleri, hatta türü yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Gözleriyle göremediği minik canavarlardan hep şüphe ettiyse de bulaşıcı hastalıklara neden olan küçücük organizmaları XVII. yüzyılda, daha da küçük olan, kendisi bir canlı bile olmayıp ancak bir canlının hücresinde faaliyet gösterebilen virüsleri ise XIX. yüzyılın sonunda keşfedebildi. Her bir bulaşıcı hastalık salgını insanlığa kendisini nereden geldiğini bile kestiremediği korkunç bir saldırı altında hissettirdi. Her büyük salgın insan kibrini yerle bir ederken hurafelerle bilimin, fırsatçılık ve bencillikle idealizmin, komplo kolaycılığıyla gerçeği aramanın acı külfetinin muharebe alanı oldu. Her büyük salgın kitleleri mezarlara gömerken kalanların ellerine kendilerini yeniden tanıyacakları aynalar, yaşadıkları dünyaya ve insanlığa farklı bir biçimde bakabilecekleri mercekler verdi.
Büyük veba salgınını Yahudilerin başlatmış olduğunu, çiçek virüsünün Amerika yerlilerini yok etmeye dönük biyolojik silah olarak geliştirildiğini, AIDS hastalığının eş cinsel bireyleri, zencileri ortadan kaldırmak amacıyla gizli örgütler tarafından yayıldığını öne sürenlerin torunları korona virüsünün eş cinsel yürüyüşlerden dolayı Allah tarafından verilen ceza olduğunu, falanca ülkeye virüsü filanca ülkenin yaydığını, şu ya da bu kişinin şu ülkeye kasıtlı olarak getirdiğini öne sürerlerken bir kez daha hurafelerle bilim, fırsatçılık ve bencillikle idealizm, komplo kolaycılığıyla gerçeği aramanın acı külfeti yaşlı yerkürede muharebe ediyor.