Daha önceki yazılarımdan birinde anlattığım gibi Arjantin’e yaptığım ve Iguazu Şelaleri’nden başlayıp Buenos Aires’e uzanan gezi, daha sonra Güney Amerika’nın en uç noktası olan Ushuaia ile devam etmişti
5 Şubat 2014 sabahı Buenos Aires’teki otelden ayrılıp yarım saat içerisinde Aeroparque isimli, ağırlıklı olarak iç hat seferlerinin yapıldığı havalimanına vardık. Ama gezinin daha önce anlattığım kısmında olduğu gibi Aeorolineas Argentinas yine bir saat yirmi dakika gecikme yaptı. Üç buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Ushuaia’ya ulaştık. Mesafe neredeyse İstanbul-Londra kadardı.
İndiğimizde, Güney yarım kürede yaz olmasına rağmen ısı 5 derece civarıydı ve hava rüzgarlı, puslu ve biraz da yağışlıydı. Bunun nedeni Ushuaia’nın Antartika’ya yakın olması imiş. Ushuaia’ya inmeden önce Magellan Boğazı üzerinden geçiliyor. Dağlar karla kaplı. Sonra Beagle Canal yakınındaki havalimanına iniliyor. Bu bölgeye İspanyolca Fin del Mundo deniyor yani dünyanın sonu! Jules Verne’in, filmi de çevrilen, meşhur “Dünyanın Ucundaki Fener” romanında bahsedilen fener de burada ıssız bir adanın üzerinde…
Ushuaia şehri 1884’de kurulmuş. Anlamı yerli dilinde batı koyuymuş. O dönemde bu soğuk ve ıssız bölgeye kimse gelip yerleşmek istememiş. Arjantin açısından stratejik bir nokta olarak değerlendirilen bölgede nüfusu artırabilmek için, 1893’te bir hapishane kurulmuş ve ağırlıklı olarak tehlikeli suçlular yollanmaya başlanmış. Mahpuslar bölgedeki ağaçları kesip mobilya üretirlermiş. Ushuaia bu hapishaneye, 1947’de Juan Peron tarafından kapatılıncaya kadar lojistik hizmet vermiş. Mahkumların yaşadığı ve zor şartlar altında çalıştığı çok geniş bir arazi ise 1960’da milli park ilan edilmiş. Bölgeye Tierra del Fuego (Ateş Ülkesi) denmesinin nedeni, burada yaşayan ve çıplak dolaşan Yamanas (Camanas okunuyor) yerlilerinin kışın üşümemek için büyük ateşler yakmasıymış. Ayrıca, yine üşümemek için üstlerine deniz aslanı yağı da sürerlermiş. Ateş Ülkesi ismini Macellan koymuş.
Bu bölgeye 1520’de ilk İngilizler gelmiş. Yamanaslar’da özel mülkiyet olmadığından, İngilizlerin balina avında kullandıkları kanolardan birini yerli bir aile kendilerininkinden daha iyi olduğu için almış ve kullanmaya başlamış. Kanonun ait olduğu İngiliz gemisinin kaptanı da durumu hırsızlık olarak değerlendirmiş. Ailedeki anne ve babayı öldürtüp, öksüz kalan dört ila on dört yaş arasındaki dört çocuğunu İngiltere’ye götürmeye karar vermiş. Yamanaslar sürekli kanoda avlandıklarından üst kısımları çok güçlü, belden aşağıları çok zayıfmış. (Deniz aslanı yağı tüketerek günde 10,000 kalori yakarlarmış.) 1.5 metre civarında boyları olan bu insanların yürüyüşleri de, beden yapıları nedeniyle garipmiş. İngiltere’ye götürülmek için gemiye alınan dört çocuktan biri yolda çiçekten ölmüş. Diğer üç çocuk kraliçenin huzuruna çıkarılmış. Bilim alemi bu garip görüntülü canlıların maymunla insan arası olduğuna karar vermiş. Charles Darwin o nedenle seyahatine bu bölgeyi de katmış. Galapagos yolunda teknesi Beagle’la buraya da uğramış. Kanalın adı o nedenle Beagle Canal. Biz gittiğimizde, Ushuaia’nın karşısında bulunan Şili’nin Port Williams kasabasında son safkan Yamanas’ın yaşadığı anlatılmıştı. O zamanlar 82 yaşında bir kadındı. Hala yaşıyorsa artık 90’ı geçmiş olmalı. Tam bir soykırım hikayesi…
Rehberimiz, başta Macellan olmak üzere buraya gelen tüm kaptanların, mürettebatın iskorpit olmasından çok sıkıntı çektiklerini de anlattı. Buraya ulaşana kadar, içerisinde C vitamini olması nedeniyle iskorpite karşı koruma sağlayan limon suyu stokları tükendiğinden, tayfalarda hastalık şiddetli bir şekilde kendini göstermeye başlarmış.
Biz de indiğimiz gün keskin bir soğukta bu milli parkta dolaştık. Önce bir koyun kıyısında yürüdük. Rehberimiz yürüyüş esnasında iskorpite karşı kullanılan bir bitkinin meyvesini tattırdı. Bu bitki bulunduktan sonra limon suyu tükenen gemilerin personeli iskorpit olmaktan kurtulmuş. Çekirdeği de çok acı bir karabiber tadındaydı. Aynı ağacın kuru yapraklarını da tavsiye üzerine çay yapıp içtik. Bir yerde mola verdiğimizde rehberimiz Yamanasların dallarla ev yaptıklarını anlattı. Ancak ev kalıntısı kalmadığı için onun yerine attıkları çöplerle oluşan bir tepeciği gördük. Aralarında, yüzlerce yılda birikmiş bol miktarda midye kabuğu vardı. Daha sonra adı Alakush (Alakuş okunuyor) olan bir yere geldik. İşin ilginç yanı Alakush gerçekten bir kuş ve buranın amblemi. Artık tesadüf mü yoksa Güneş Dil Teorisi gerçekten doğru olabilir mi bilmiyorum. Burada bir kafede kahve ve çay içip, empanada (bir çeşit poğaça) yedik.
Sonra Türkçede sepet gölü anlamına gelen, Yamanas dilinde Asigami, İspanyolca Lago Roca denilen göle geldik. Bu bölgede manzara müthişti. Bir taraf Arjantin, bir taraf Şili. İnsanda gerçekten dünyanın sonunda olduğu hissi veriyordu. Deniz ve göller pırıl pırıl, dağlar karla kaplıydı. Şansımıza hava açık, ancak rüzgarlı ve soğuktu. Isı yavaş yavaş sıfıra yaklaşıyor olduğundan ellerimiz buz kesmişti. Bir sonraki durağımız Pan American Highway’in son noktasıydı. Pan American Highway, değişik yol standartlarında, tüm Latin Amerika’yı, Orta ve Kuzey Amerika’yı aşıp 17,848 km sonra Alaska’da sonlanıyor. Bulunduğumuz güney ucu aslında bir toprak yoldan ibaretti. Bu yolun bir bölümünü daha önce Kaliforniya’da, British Columbia-Kanada’da ve Peru’da Lima-Nasca arasında görmüştüm. Oralarda iki şerit asfalt kaplamalıydı. Bu bölgede hayvan az diye, 1946’da Kuzey Amerika’dan kunduz getirmişler. Kürkü ticari kazanç sağlar diye düşünmüşler. Getirilen kunduz adedi 25 çiftmiş. Doğal düşmanı olmadığından 30 yıl kadar yaşayan bu sempatik canavarlar hızla üremiş, ormanları tahrip etmiş. Bugün 200 bin civarında kunduz varmış. Çizgi filmler dışında, ilk defa bir kunduz kolonisi tarafından yapılmış bir baraj gördüm. Müthiş bir şeydi. Uzunluğu 1500 metre, yüksekliği altı metre olanları da varmış. Kunduzlar gece çalıştığından kendilerini göremedik ama, o sıra bir tilki görme olanağımız oldu.
Akşam geç vakit küçük ve çok hoş olan otelimize giriş yaptık. Sahibi Türkiye’yi ziyaret ettiğinden otelde bol miktarda Türkiye fotoğrafları, her yerde Kapadokya posterleri vardı. Yemekler müthişti. Özellikle de bölgeye özgü dev yengeç, King Crab çok iştah açıcıydı. Yanında beyaz Mendoza şarabı ile nefis bir akşam yemeği yemiş olduk.
O mevsimde güneş 22.30’da batıp 05.30’da doğuyordu. Garip bir duygu; hem yaz hem çok soğuk. Ayrıca aylardan şubat! Ertesi gün programımızda Haberton Çiftliği diye anılan bir yeri ziyaret etmek vardı. Çiftliğin hikayesi ise ilginç… Burası İngiliz kökenli bir ailenin dördüncü nesli tarafından yönetiliyormuş. Büyük büyükbaba Tierra Del Fugeo’ya misyoner olarak gelmiş. Adam, küçük yaşta İngiltere’de bir köprünün üzerinde, T harfi olan bir tişörtle bulunup yetimhaneye yerleştirilmiş. Kendisine bu nedenle “Thomas Bridge” adı verilmiş. Bölgedeki Yamanasları Anglikan kilisesine kazandırmaya çalışmış. Ayrıca onlara giyinmeyi vs. öğretmiş. Bu arada 30,000 kelimelik bir İngilizce-Yamanasca sözlük oluşturmuş. Bölgede Şili ile sınır sorunu olan Arjantin buraya kendi vatandaşlarını getirmek isteyince İngiliz vatandaşı olan Thomas Bridge’e bu bölgeden çıkması için bildirimde bulunmuş. Adam da o güne kadar bölgede gösterdiği çabalar karşılığı Arjantin hükümetinden bir şeyler talep etmiş. Arjantin hükümeti de kendisine 20 bin hektar büyüklüğündeki bu araziyi vermiş. Arazi içerisinde Beagle Canal’ın ortasında bulunan bir iki ada da var. Bu ihsan karşılığında da Arjantin Hükümeti Thomas Bridge’den bazı taleplerde bulunmuş; ailenin Arjantin vatandaşlığına geçmesi ve arazinin satılamaması. Bu sayede Arjantin’in bölgede hak iddia eden Şili’ye karşı bazı avantajlar sağlaması mümkün olmuş.
1995’e kadar Haberton Çiftliği’nde hayvancılık yapılırmış. Ancak 1995’te son derece soğuk geçen bir kış yaşanmış. Yirmi bir gün bir buçuk metre kar ile örtülen çiftlikte binlerce baş hayvan ölmüş. Bu felaketten sonra hayvancılıktan vazgeçilmiş. O sıralar adalardan birine Antarktika’dan bir penguen kolonisi gelmiş. Bu koloniyi görmeye gelenlerle de turizm başlamış. Aile için de turizm ana geçim kaynağı olmuş. Trekking, kano, binicilik, penguen adasını ziyaret gibi aktiviteler gelir kapısı olmuş. Biz, yukarıda bahsettiğim seçenekler arasından penguenleri görmeyi tercih ettik. Bir Zodiac botla 20 dakikalık bir yolculuktan sonra bir adaya vardık. Bir kumsalda tekneden sahile atladıktan sonra tepedeki bir kulübeye doğru tırmandık. Burada termostan çıkan sebze çorbası, sandviç, sucuk, peynir ve brownie’den oluşan yemeğimizi yedik. İsteyene şarap da vardı.
Daha sonra adanın diğer tarafına yürümek için yola çıktık. Değişik yerlerden geçtik. Kunduzların yaptığı bir barajı aştık. Orman içerisinde yürüdük. Bir buçuk saat sonra Zodiac teknenin bizi alacağı koya geldik. Buradan 5-6 dakikalık bir yolculukla penguenlerin bulunduğu adaya ulaştık. Adada üç çeşit penguen vardı. Birlikte yaşıyorlardı. En büyük ve renklileri Kral Pengueni (Emperor Pinguin). Onlardan az miktarda vardı. Resim ve video çektik. O gün hava bir gün öncesinden daha sıcak, daha az rüzgarlı ve en önemlisi yağışsızdı.
Daha sonra Zodiac ile çiftlik binalarının bulunduğu noktaya geri döndük. Harberton Çiftliği’nde doğa yine çok güzeldi. Karlı dağlar, küçük göller, turba zemini olan yeşil ıslak düzlükler, deniz ve orman. Ormanlarda yine kunduz tahribatı göze çarpıyordu. Yolda vahşi bir at sürüsünü bir dereyi geçerken görüntüleme olanağımız da oldu.
Çiftlik binalarının bulunduğu yerde oluşturulmuş olan deniz hayvanı kemikleri müzesini gezdik. Güney Amerika ile Antarktika arasındaki boğaz, balinaların Pasifik ve Atlantik arasında geçiş noktası olduğundan, zamanında buralarda balina avcılığı yaygın bir şekilde yapılırmış. Aileden genç bir kız bize çok hoş bir anlatım yaptı. Bu sayede balina ile fok familyası arasındaki farkı öğrenmiş olduk (dişli olanları fok ailesi, buna katil balinalar da dahil; dişsiz olanlar ise balina imiş). Sonra bizi çiftliğe getiren cipe binip, dönüşe geçtik. Otele varmadan Ushuaia’da bir dükkanda durup hatıra olarak kalın, uzun kollu, üzerinde az önce gördüğümüz üç çeşit penguenin olduğu pamuklu bir kazak aldım.
Kasaya gelince ödeme yapmak için, üzerinde THY logosu bulunan kredi kartını kasiyer kıza uzattım. Yirmili yaşlardaki kız kartı görünce birden bakışları değişti. Gözlerinin içi gülmeye başladı. Büyük bir heyecanla, ‘Türk müsünüz?’ diye sordu. Meğer kendisi Türkiyeli bir Ermeni aileden geliyormuş ve ağabeyi de İstanbul’da yaşıyormuş. Eski bir dost görmüş gibi bizimle sohbet etti. O da, biz de çok mutlu olduk. Akşam otele yemek vaktinde döndük. Yemek seçimimiz yine King Crab oldu. Bu sefer yanında yerel bira Cerveza Beagle içtim. Buenos Aires’te karaborsada bozdurduğumuz para dolayısıyla yengeç inanılmaz ucuza geldi. ABD ve Kanada’da bulunan Alaska yengeci ve Rusya’da bulunan Kamçatka yengeci ile karşılaştırıldığında fiyatlar dörtte birin altındaydı. Ushuaia’da yengece verdiğimiz parayla İstanbul’da ancak orta ayar bir kebapçıda karnımızı doyurabilirdik.
Arjantin anılarına ileride devam etmek ümidiyle… Umarım sizleri bir süreliğine olsun ülkemizin yaşamakta olduğu ekonomik/politik kriz ortamından çıkarıp, kafanızı dağıtabilmişimdir.