Dili kullanma becerisinin ilk olarak nasıl ortaya çıktığı ve geliştiği, çok eski çağlardan beri insanların ilgisini çeken bir konu olmuştur.
Farklı kültürler, dillerin varlığına ilişkin mitler yaratarak dilin önemini ve insanların onu nasıl kullandığını açıklamaya çalışmışlardır. Ancak bu mitler çoğunlukla dilleri doğaüstü fenomenlere bağlayan spekülasyonlar içermekteydi.
Orta Doğu mitolojisindeki Babil Kulesi, Yunan mitolojisindeki Prometheus, Hint mitolojisindeki Sanskrit efsanesi ya da İskandinav mitolojisindeki Mímir Kuyusu efsanesi, eski kültürlerde dille ilgili birçok mitten yalnız birkaç örnektir.
Platon, Aristoteles, Efesli Herakleitos ve Pamukkaleli Epiktetos gibi Antik Çağ düşünürleri de dillerin nasıl ortaya çıktığına ilişkin teoriler öne sürmüşlerdir.
Bugün, modern bilimin multidisipliner yöntemlerinin de yardımıyla, dilin evrimi hakkında daha fazla bilgiye sahibiz, ancak sürecin ayrıntıları hâlâ tam olarak net değil. Dilin ortaya çıkışı ve evrimiyle ilgili en yaygın görüş, biyolojik evrimle birlikte primatlarca kullanılan iletişim sistemlerinden geliştiği yönündedir.
Örneğin insana yakın primatlar olan şempanze ve bonoboların iletişim kurmak amacıyla vücut hareketleri, yüz ifadeleri ve sesleri kullandıkları bilinmektedir. Dilin evrimi, bu iletişim sistemleri daha karmaşık hale geldikçe ve sonunda insan diline dönüşmesiyle gerçekleşmiş olabilir.
Dilin insanlık tarihinde yapılmış en büyük buluşlardan biri olduğu ve uygarlık tarihi üzerinde derin bir etki yarattığı görüşü oldukça yaygındır ve birçok kişi tarafından desteklenmektedir.
Dil, insanların yüz yüze iletişim kurarken kullandıkları bir iletişim ve aktarım aracından daha fazlasıdır. İnsanların bilgi, duygu, düşünce ve deneyimlerini başkalarıyla paylaşmak ve birbirleriyle etkileşimde bulunmak için kullandıkları temel araçtır. Bunların yanı sıra sosyalleşme, topluma katılım, empati, işbirliği ve kültürel birikim gibi becerilerin gelişimi için de önemli bir araçtır.
Diller, insanların bilişsel, kültürel ve entelektüel gelişiminde kritik bir rol oynamıştır. Dil, düşünceleri söze ya da yazıya dökmek, edebiyat, müzik, sinema ve tiyatro gibi sanatları geliştirmek gibi olanaklar sağlamıştır. Diller olmasaydı insanlığı ileriye götüren yenilikçi teknolojilerin hiç birini yaratamazdık.
Şöyle basit bir denklem kurulabilir: Eğer ilk insanlar ihtiyaç duymasaydı, dil evrimleşemezdi. Primatların kullandığı basit işaretler ve seslerden aşamalı olarak ortaya çıkan dil, insanın ihtiyaçlarına göre evrilmiştir.
Darwinci paradigma, doğadaki tüm biyolojik özelliklerin evrim yoluyla oluştuğunu ve gene evrim kuramı yoluyla açıklanabileceğini savunur. Ancak, doğanın bir parçası olmasına karşın insana ait bazı sistemlerin işleyişini bu paradigma ile açıklamakta bazı zorluklar bulunmaktadır.
Bu zorluklardan biri, sözlü iletişim becerilerinin diğer türlerde değil de insanlarda neden ve nasıl geliştiği sorusudur. İnsan dilinin evrimiyle ilgili birçok önerme bulunmaktadır ve bunlardan biri de dilin cinsel seçilimle ilişkili olduğunu öne sürmektedir.
Darwin’in bir görüşü bu noktada öne çıkmaktadır. Ona göre, öncül atalar çeşitli melodiler söyleyerek karşı cinse çekici gelmeye çalışmış ve bu melodiler zamanla dilin temeline katkıda bulunmuş olabilir. Bu önermede doğruluk payı olsa da, dilin gelişimi yalnızca cinsel seçilime bağlanamaz ve daha fazla kanıt ve araştırma gerektirir.
Dillerin evrimsel açılımı bağlamındaki en temel sorunlardan biri, dilin soyut bir simgeler sistemi olmasıdır. Ne yazık ki, dillerin kökeni ve evrimine ilişkin doğrudan arkeolojik kanıt yoktur, antropolojik kanıtlar ise oldukça kısıtlı.
Bununla birlikte Darwin’in evrim teorisi, dilin de doğal seleksiyon ve uyum yoluyla evrimleşmiş olabileceği fikrini desteklemektedir. Dillerin çeşitliliğini tanımlarken, dilsel ve biyolojik çeşitlilik arasındaki benzerliklere dikkat çekmiştir. Darwin’e göre, dilin evriminin biyolojik ve kültürel faktörlerin birleşimiyle gerçekleştiği göz ardı edilemez.
İngiliz filolog William Jones, Hindistan’da yargıç olarak görev yaparken, aslında Darwin’den neredeyse yüzyıl önce dilsel türleşme ve çeşitlilik üzerine bir görüş ortaya atmıştı. Sir William Jones Sanskrit dilinin Yunanca ve Latince ile ortak bir kökeni paylaştığını savunarak Hint-Avrupa dil ailesi kavramının fikir babası olmuştu (1786).
Darwin, değişim ve seçilim kavramlarını açıklamak ve dillerin canlı türlerine benzer biçimde evrimleştiğini öne sürmek için bu tür çalışmalardan referans olarak yararlanmıştı.
1871 yılında Darwin “İnsanın Türeyişi” adlı kitabında dilin, edinilmiş birçok becerinin aksine, doğal olarak ortaya çıktığını ve konuşmanın içgüdüsel bir eğilim olduğunu yazmıştır. Henüz gramer kurallarını öğrenmemiş ya da kelime dağarcığı gelişmemiş küçük çocukların bile konuşmaya çalışmasının nedeni budur.
Darwin’in açıklaması şu şekildedir:
“Küçük çocukların gevezeliklerinde gözlemlediğimiz gibi, insanın konuşmaya içgüdüsel bir eğilimi vardır, oysa hiçbir çocuğun yemek pişirmeye, çay demlemeye ya da yazı yazmaya içgüdüsel eğilimi bulunmaz.”
Darwin’in bu sözleri, konuşma yeteneğimizin beynimize işlenmiş olarak doğuştan geldiğini ve kanıksadığımız bir olgu olduğunu düşündürmektedir.
Dillerin nasıl evrimleştiği sorusunun yanıtı esasen evrim kuramının özetinde gizli olabilir: Evrim, bir türün genetik baz birimlerden birinde zamanla oluşan bir değişikliğin kuşaktan kuşağa aktarılması olarak tanımlanır. Buna göre konuşma yeteneğimiz esasında mutasyon, doğal seleksiyon, genetik aktarım ve adaptasyon ilkeleriyle açıklanabilen evrimsel bir üründür.
Tek bir kuşağın yaşam süresinde gözlemlenen oluşumlar, evrim değil değişimdir. Bir değişimin evrim sayılabilmesi için “kalıtsal aktarımlı” olması gerekir. Evrim, bir kuşakta ortaya çıkan, sonrasında genetik bellekte yerleşerek yeni kuşaklara aktarılan bir değişimin popülasyona yayılma sürecidir.
Benzer koşullar dillerin evrimi için de geçerlidir. Bu açıdan dilin varlığını sürdürebilmesi için değişimlere uyum sağlama becerisinin geliştirilmesi önemlidir. Eğer dildeki değişiklikler kuşaktan kuşağa aktarılıyor ve bu değişiklikler yaygın kullanılan dilin iskeletinde kalıcı bir yer ediniyorsa, bu dilsel evrimin tipik bir göstergesi sayılabilir.
Dil, insanoğlunun bilinçli bir planlama ve çaba sonucunda, yararlı olacağı düşüncesi ve amacıyla geliştirilmiş bir olgu değildir. Birkaç bin yıl önce birkaç akil adamın bir araya gelip “Hadi bugün fiil çekimlerini geliştirelim” demesiyle ortaya çıkmış bir buluş da değildir.
Başka bir deyişle dil, bir takım avantajlar sunduğu için doğmamıştır; insanoğlunun iletişim ihtiyaçlarını karşılamak üzere evrimleştiği için avantaj sağlar hale gelmiştir.
İlk insanlar tarafından kullanılan basit iletişim yöntemleri, karmaşık düşünceleri iletme yetenekleri açısından sınırlıydı. İnsanlar o zamanlar daha küçük gruplar halinde yaşıyorlardı ve iletişim kurmak için basit sesler, işaretler yetiyordu.
Zamanla daha büyük klanlar halinde yaşamaya ve daha fazla sosyal etkileşime girdiklerinde, iletişim kurmanın daha etkili bir yolunu geliştirme ihtiyacı belirdi. Dil, toplumsal yaşamın bu gereksinimlerine uyum sağlayacak biçimde evrimleşmenin bir yolunu bulmuştur.
Konuşma ve dil, insanın biyolojik, fizyolojik ve kültürel evrimi sürecinde gelişmeye başlamış ve geçmiş çağlar boyunca birçok değişim ve adaptasyona uğramıştır. Biyolojik bakış açısıyla, bir dili edinme ve kullanma yeteneğinin konuşma aygıtıyla birlikte doğuştan gelen bir kapasite olduğuna inanılmaktadır.
Almanya’daki Ludwig-Maximilians Üniversitesi’nden Profesör Wolfgang Enard, yarım milyon yıl önce ortaya çıkan ve insanın konuşma ve anlama yeteneğinin anahtarı olabilecek bir gen mutasyonunu inceliyor. Dr. Enard, bu mutasyonun dil üretimi ve soyut öğrenme becerilerinin gelişimine katkıda bulunmuş olabileceğini savunuyor.
UC Berkeley’den Antropolog Terrance Deacon, dil üzerindeki seçici baskının beyin üzerindeki seçici baskıdan daha büyük ve daha ani olduğunu savunuyor. Deacon, geçmişte iklim değişikliği nedeniyle kazara radyasyona maruz kalmanın, beynin konuşma ve dil üretimiyle ilgili bölgelerini istemeden etkilemiş olabileceğine inanıyor.
Deacon ayrıca, insanların eskiden C vitamini kendileri üretebildikleri halde, belki de radyasyon deneyimiyle bağlantılı olarak artık bunu yapamıyor olabileceklerini de ekliyor. Deacon’a göre, C vitaminini dışarıdan almak zorunda kalmak, biyolojik ve dilsel evrim üzerindeki ayıklanma baskısını gevşetme etkisi yaratmış olabilir.
Terrance Deacon bunu şöyle açıklıyor:
“Bu durumda, doğal seçilim sürecinde genetik bilginin gözetilmesi ilkesi gevşetilir ve mutasyonların genetik bilgiyi kısmen biriktirmesine ve bozmasına izin verilir. Daha sonra rastgele mutasyonun yön değiştirmesiyle birlikte genomik düzeydeki bozulma kolaylaşır. Doğal seçilimin rolünün gevşediği dönemlerde, çeşitlilik ve farklılaşma etkileri seçilim formatının dışında gerçekleşebilmektedir.”
Seçilimsel faktörlerin dilin evrimi üzerinde etkisi elbette olabilir, ancak bunu yalnızca biyolojik bir bakış açısıyla açıklamak yeterli değildir. Örneğin kültürel seçilim, insanların dili nasıl kullandıklarına yön vererek dilin evriminde önemli bir rol oynamıştır.
Buna ek olarak, dil gelişimini etkileyen kültürel, çevresel ve tarihsel koşullar, grameri bazı dillerde daha karmaşık, bazılarında ise daha basit hale getirmiştir. Örneğin, daha fazla göç eden toplulukların dilleri, izole kalmış dillerden daha hızlı ve daha çeşitli biçimde değişmiş olabilir.
Sonuç itibarıyla, Profesör Enard ve Profesör Deacon, dilin evrimine ilişkin iki farklı ama birbirini tamamlayan bakış açısı sunmaktadır. Enard’ın çalışması dilin genetik bir temeli olabileceğini öne sürerken, Deacon’ın çalışması çevrenin rolünü öne çıkarmaktadır. Muhtemelen hem genetik hem de çevresel etkenler insan dilinin gelişimine katkıda bulunmuştur.
Dilin evriminin, konuşmayı olanaklı kılan biyolojik evrim çizgisini izlemiş olması, esasen tarihsel çerçeve içinde beklenen bir sonuçtur. Bu açıdan insan dilinin diğer canlıların iletişim sistemlerinden önemli farkı, sürekli ve hızlı bir şekilde evrimleşme eğiliminde olmasıdır.
İnsanlar farklı coğrafyalarda farklı diller konuşsalar da her yerde düşüncelerini, duygularını, bilgilerini ve isteklerini dil aracılığıyla aktarırlar. İnsan dilinin bir iletişim aracı olmanın ötesine geçerek karmaşık düşünce süreçlerinin temelini oluşturduğunun altını çizmekte yarar var. Dil konuşarak iletişim kurmak insanlarla, dil konuşmadan iletişim kurmak hayvanlarla ortak noktamızdır.
Hayvanlar insanlar gibi bir dil konuşamazlar, ancak yine de çevrelerini anlamak için bazı karmaşık bilişsel yeteneklere sahiptirler. Örneğin, dolabın üstünden aşağı atlamayı düşünen bir kedi, kafasında “yükseklik” kavramı olmamasına karşın önce divana sonra yere atlar. Bu, kedinin doğrudan yere atlamanın yaralanma riskinin yüksek olduğunu anladığı anlamına gelir. Kedi içgüdüsel olarak divana atlayarak yüksekliği azaltır ve yaralanma riskini düşürür.
Dilbilimde kabul gören bir görüşe göre, insanın fiziksel ve bilişsel yeteneklerinin gelişimsel paralelliği, dilin evriminde hayati bir rol oynamıştır. İnsanın birkaç temel sesi fiziksel ve bilişsel olarak yineleme yeteneğinin, yaklaşık 300 bin yıl önce Homo sapiens’in yeni bir tür olarak ortaya çıkmasını izleyen bir zaman diliminde geliştiği düşünülmektedir.
Dillerin ortaya çıkmasından önce, insanlar mağaralarında oturup günün olaylarını, deneyimlerini zihinlerinde işleyebilir ve ayrıntılar üzerinde düşünebilir miydi? Elbette bunları yapabiliyorlardı, buna hiç kuşku yok. Çünkü algı, izlenim ve düşünce olmasaydı dil de olamazdı. Konuşabilmenin önkoşulu bağ kurabilmektir.
Bireyin anlatacağını anlatabilmesi için gerekli sesleri bulması, ses öbeklerini anlamlarıyla birlikte sözcük olarak ezberlemesi ve sözcükleri aynı tonda yineleyebilmesi gerekir. Açıkçası, bağ kurma yetisi olmadan birey bu işlemleri gerçekleştiremez. Bebekler birkaç örneklemeden sonra farklı soyut ilişkileri kolayca öğrenebildikleri için konuşmadan önce düşünebildikleri varsayılır.
Homo sapiens öncesi dönemde dilin nasıl gelişip evrilmeye başlamış olabileceğine ilişkin henüz genel kabul görmüş bir görüş yoktur. Bununla birlikte, Homo sapiens dışındaki Homo türlerinin dil geliştirdiğine ilişkin tutarlı kanıtlar henüz bulunamamıştır.
300 bin yıllık Homo sapiens tarihimizin son 30-35 bin yılında diller “burada bir proto-kök dil doğuyor” diyebileceğimiz şekilde yapılanmaya başladı. Erken dillerin yapılanması yaklaşık 4-6 bin yıl öncesine kadar çok yavaştı. Uygarlıkların doğuşu, artan ticaret ve kültürel etkileşimler gibi faktörler nedeniyle gelişmeler hızlandı, diller zenginleşti ve çeşitlendi.
Dil, Homo sapiens için temel iletişim ve kültür aktarım aracı haline geldi ve toplumsal yaşamın merkezine yerleşti. Zaman içinde, karmaşık kurallarıyla insan iletişiminde sözcükleri ve anlamları belirli bağlamlarla ilişkilendiren gelişmiş bir konuşma sistemine dönüştü.
Bileşik sesler ve sözcükler bileşik anlamlar veriyor, başka bir deyişle sözcükler bir araya geldiğinde anlamları da bir araya geliyor ve kendi içinde bağlamsal tutarlılık yaratıyordu. O zamandan bugüne dil, en küçük yapı ve ses birimlerinden karmaşık sözcüklerin ve tümcelerin üretimini düzenleyen bir yapıya kavuştu.
Yeni düşüncelerin, inanç sistemlerinin, teknolojik gelişmelerin ve toplumsal değişimlerin ortaya çıkmasıyla birlikte yeni terimlere gerek duyuldu, böylece yeni sözcükler türedi. Dillin temel bileşenlerinden olan sözcükler zamanla iletişimsel, kültürel ve sosyal etkileşim gibi faktörlerin etkisiyle biçim, anlam ve kullanım değişikliğine uğradı.
Dillerde benzetmeden kaynaklanan semantik genişleme için birçok örnek vardır. Örneğin “demokrat” halk yönetimi anlamına gelirken, işitsel benzetme nedeniyle “Demirkırat”a dönüşmüştür. (Yunanca Demos+Kratos > Halk+Gücü, Demo+Kratia > Halk Yönetimi).
Türkiye’de 1946 yılında kurulan Demokrat Parti’nin adı halk tarafından tam olarak anlaşılamamış ve “demir gibi güçlü beyaz at” anlamına gelen Demirkırat olarak yorumlanmıştır. Bundan yararlanan parti yöneticileri daha sonra parti logosuna beyaz bir at eklemişlerdir.
Bir başka örnek de Çek yazar Karel Čapek’in bir romanında kullandığı “robot” sözcüğüdür. Romanda robotlar insanlar için yaratılmış makinelerdir. Oyunun yayınlanmasından sonra ise “robot”, insan benzeri makineler için kullanılmaya başlanmıştır
Dil, antik çağlardan beri toplumlara aidiyet kazandıran değerlerin, inançların ve kültürlerin yaşar kalmasını sağlayarak Homo sapiens’in yeryüzüne egemen olmasına olanak sağlamıştır. İlginçtir, dil geliştiren Homo sapiens soyunu sürdürebilmiş, dil geliştiremeyen çağdaşı Neandertal ve Denisova gibi türler ayıklanarak yok olmuştur.
Bir dil için varlığını sürdürmenin temel koşulu gelişmiş olmak değil, değişimlere uyum sağlayabilmektir. Tıpkı biyolojik evrimde olduğu gibi, diller de yaşamak için değişimlere uyum sağlamak zorundadır. Aksi takdirde son konuşan kişi de öldüğünde dil yok olur, unutulur.
Öte yandan, sosyal medyanın iletişim üzerinde önemli bir etkisi vardır. Sosyal medya kullanıcıları daha çok insanla etkileşime geçebilmek adına kısa ve hızlı paylaşımlara yönelmekte. Hızlı bir iletişim stili, verilerin sindirilmesini zorlaştırarak dil üzerinde olumsuz bir etki yaratabilir.
Mesajları kısa tutma ve emoji kullanma alışkanlığı, kişiyi kendini daha az kelime ve daha basit tanımlarla anlatmaya yönlendirebiliyor. Bunun sonucunda dilin derinliğine odaklanma azalır, iletişim yüzeyselleşir ve bazen içeriğin kalitesi ve doğruluğu geri plana itilebilir. Sosyal medyanın dil üzerindeki etkisi karmaşıktır ve ölçülmesi şimdilik zordur.
Dil, insanlığın entelektüel, kültürel, sanatsal ve sosyal gelişiminde kritik bir rol oynamış, böylelikle ortak uygarlık tarihimizin bagajında yerini almıştır.
Başka bir deyişle dil, insanların paylaşımlarda bulunmak ve dünyayı anlamlandırmak için kullandığı ve ortak geçmişten bugüne taşıdığı evrimsel bir mirastır. Bu miras sürekli olarak değişmektedir çünkü diller insanların dünyayı deneyimleme biçimlerine uyum sağlar.
halilocakli@yahoo.com