Yazının geçen haftaki ilk bölümü Kuvvet Lordoğlu ile ana kampta yaptığımız, İskender Iğdır’ın ölümüyle sonuçlanan kazanın konuşulduğu sohbetle sonuçlanmıştı. Bugün ise zirveye çıkmak için 4200 metrede başlayan tırmanışımızla devam ediyorum.
O gece sabaha karşı 1.30’da zirve tırmanışı için kalktık. Kahvaltımızı ettik ve yanımıza hafif bir sırt çantası alarak yola çıkmaya hazırlandık. Öğlene kadar çıkış tamamlanacak, sonra kampa geri dönülecekti. Hava inanılmaz derecede soğuktu.
O gün tırmanış karda olacaktı. O nedenle bacaklarımıza, botlarımızın hemen üzerinden başlayan ve derin karda botların üstünden içeri kar girmesini engelleyen kar tozluklarını taktık. Ayakkabılarımızın altına çivili kramponlar bağlandı, elimize de birer kazma verildi. Biz hazırlıklarımızı yaparken ODTÜ ekibi çoktan hareket etmişti bile.
Biraz sonra bizim tırmanış da başladı. Hafiften baş ağrısı gelir gibi oluyor ama arkadaşım Özcan Yüksek’in beni uyardığı üzere köpek gibi kısa ve hızlı nefes alıp vererek ağrıyı bertaraf ediyordum. Biraz sonra karlı zeminde tırmanmaya başladık. Hafiften de sis vardı.
Daha sonra iyice bulutun içine girdik. Hedef Ağrı Dağı’nın zirvesini kaplayan takke buzuluydu. Oksijen azlığı, zemindeki kar, artan eğim ve bulut, tırmanışı iyice zorlaştırıyordu. Hepimiz nefes nefeseydik. Zaten artık sisten sadece bir önümdekini bir de arkamdakini görebiliyordum. Uzun bir tırmanıştan sonra bir düzlüğe geldik. Artık şiddetli bir rüzgâr da vardı. Kuvvet Lordoğlu’nun anlattığı kazanın olduğu buzul geçişinin hemen başındaydık. Buzulu aştıktan sonra 45 dakikalık bir tırmanışımız kalmıştı. Kuvvet’in etrafında toplandık. Kuvvet bayağı düşünceli gözüküyordu.
Sonunda, içimizde ondan başka bu tırmanışı daha önce yapmış biri olmadığından ve dağcılık deneyimine de sahip olmadığımızdan, bu şartlarda buzul geçişi yapmamızın riskli olacağını söyledi. Önerisi kampa geri dönmekti. O an grupta bir tartışma çıktı. Grubun bir bölümü, ‘Ağrı Dağı’nda zirve yapabilmek için dünya kadar para verdik, devam edelim’ diye Erhan’a baskı yapıyordu. “Devam etmezsek paramızı geri isteriz” diyen bile vardı. Erhan çekimser kalmıştı. Kuvvet’in uyarısına katılıyordu ama ticari sıkıntıları da göz ardı edemiyordu.
Benimse aklımda Özcan ve Kemal’in Atlas’ta söylediği cümle; ‘Dağ şakaya gelmez, ilk kez dağ tırmanışı yapan 16 yaşında bir kişi rahatlıkla zirve yaparken, en deneyimli dağcılar bile şartlar uygun olmazsa geri dönerler’ vardı. Sonuçta ben de lafa karıştım ve ‘İçimizde en deneyimli Kuvvet, o devam etmeyelim diyorsa etmememiz lazım’ dedim. Ben destek çıkınca Kuvvet biraz rahatladı. Dönmek isteyenler de arttı.
Tam bu sırada Erhan bana bir öneriyle geldi. ‘Sen dönmek isteyenleri al kampa dön, biz devam edelim’. Derhal reddettim, “Bu bulut içerisinde daha önce açık havada bile hiç gelmediğim bir yoldan dönüşte izcilik yapamam, kayboluruz’” dedim.
Sonuçta uzun tartışmalar sonucunda dönülmesine karar verildi. Oldukça zor bir şekilde döndük, zira hava iyice sertleşmişti. Kampa yaklaştığımızda tipi halinde kar yağmaya başladı. Ayrıca gök gürlüyor, şimşekler çakıyordu. Kuvvet’in talimatıyla derhal çadırların içerisine girdik ve direkleri söktük. Altımızda çadırın tabanı, üstümüzde bir örtü gibi çadırın üst brandası yatmaya başladık. Az sonra etrafa yıldırımlar düşmeye başladı. Çadır direklerinin sökülmesinin nedeni bu yıldırımlara hedef olma riskini en aza indirmekmiş.
Bir saatten biraz fazla olmuştu ki, kar durdu ve bulut dağılmaya başladı. Biz de kısmen kar altında kalmıştık. O sırada aklıma ODTÜ’lü dağcılar geldi. Acaba zirvede ne durumdaydılar.
Bir yarım saat daha geçmişti ki uzaktan ODTÜ ekibi göründü. Buzul geçişini gerçekleştirip zirve yapmışlar, sonra geri dönüşe başlamışlar ve yine Cehennem Vadisi’nin üstündeki buzuldan geçtikten biraz sonra kar fırtınasına yakalanmışlar. O bakımdan şanslıydılar. Yıldırımlar düşmeye başlayınca ise derhal karı kazmışlar, içine girip, üstlerini yine kar ile örtmüşler. Açtıkları ufak deliklerden de nefes almaya devam etmişler.
Benim Kuvvet’e destek vermem sayesinde zirve yapmayı denemememiz bizi büyük bir tehlikeden korumuştu. Hem buzul geçişi esnasında deneyimsizlikten şiddetli rüzgar altında Cehennem Vadisi’ne düşmemiz olasıydı hem de fırtınaya buzulun zirve tarafında yakalanmamız.
Hava bu arada iyice açmış, ortalık pırıl pırıl olmuştu. Dağ bize oyun oynamış, zirve yapmamızı istememişti. Çadırları topladık ve geri dönüşe başladık. Herkesin canı sıkkındı. Ama şiddetli kar fırtınasını yaşamış olan gruptan artık kimse, ‘hata ettik, zirveye devam etmeliydik, paramızı geri isteriz’ filan demiyordu. Hatta, ısrar edenlerde biraz eziklik bile vardı.
Öğle saatlerinde geri dönüşe başladık. Önümüz Doğu Beyazıt’a kadar pırıl pırıldı. Hızla aşağı, Eli Mezrası’na indik.
Bildiğiniz gibi Ağrı sönmüş bir volkan. Yolda dikkatimi, püsküren lavların oluşturduğu donmuş kayalar çekti. Kim bilir hangi yıllardan kalmaydı?
Aracımıza binerken arkama dönüp Ağrı’ya bir daha baktım. Pırıl pırıl zirvesiyle, yamaçlarında otlayan koyunlarla sanki bize, izin vermedim işte, der gibiydi.
Doğu Beyazıt’ta Nuh Oteli’ne vardık. Benim dışımdaki gurup üyeleri ertesi sabah dönüş yolculuğuna çıkacaktı. Benim uçak biletim ise bir gün sonrasınaydı, zira o dönemler İstanbul’dan Ağrı’ya her gün uçuş yoktu.
Gece kendimi kötü hissetmeye başladım, şiddetli bir karın ağrısını müthiş bir ishal takip etti. Ayrıca ateşim de iyice yükseldi. Sabah İstanbul’dan akrabam Prof. Dr. Evin Büyükünal’ı arayıp durumumu anlattım. Birkaç soruyla amipli dizanteri teşhisi koydu. Almam gereken ilaçları yazdırdı, bol Coca Cola içmemi tavsiye etti. İçerisinde bir miktar kinin olduğundan iyi gelirmiş. (Pepsiciler için üzgünüm!)
Halsizlikten odadan çıkacak durumda değildim. Telefonla otelin sahibi Ömer Bey’i buldum ve durumu anlattım. Hemen odama geldi. Gereken ilaçları kendisine söyledim. SSK’lı olup olmadığımı sordu. Ben evet deyince ‘Tamam ben kendi karnemle hastanede ilaçları yazdırır sana getiririm, sen de SSK’lı olduğuna göre gayriahlaki bir durum olmaz’ dedi.
Biraz sonra resepsiyondaki çocuk bir kasa Coca Cola ile geldi. Ardından da ilaçlarla Ömer Bey… Ben ise bir an evvel ishalin durmasını ve ertesi gün Ağrı’dan kalkacak uçağa binebilmeyi ümit ediyordum. Doğu Beyazıt-Ağrı arasını dolmuş minibüsle geçeceğimden ishalin durması son derece kritikti.
Akşamüstü ishalim durdu, karnımdaki ağrı da geçmişti. Kolaları içtiğimden hem dehidrasyonu telafi etmiş, hem de epey şeker yüklemesi yapmış olduğumdan dolayı olacak, halsizliğim de azalmıştı. Aldığım bağırsak antibiyotiği de işe yaramaya başlamıştı.
Ertesi sabah yorgun ve hala bir miktar halsiz olarak odadan çıktım. Ömer Bey arabasıyla beni garaja götürdü. Kendisine çok teşekkür ettim, vedalaştık.
Öğle saatlerinde havalimanına vardım. Korkudan hiçbir şey yememiş olduğumdan halsizliğim yeniden artmıştı. Biraz sonra Ağrı Havalimanı’nın oldukça kısa olan pistine THY’nin RJ-70 tipi uçağı indi. Biraz gecikmeyle kalktık ve akşamüstü İstanbul’a vardık. Yaşamım boyu hatırlayacağım bir seyahat kazasız belasız sona ermişti.
Daha sonra iki kez Gürbulak üzerinden İran’a, bir kez de Iğdır-Aralık üzerinden Nahçıvan’a giderken Ağrı’nın eteklerinden geçtim. Her seferinde sanki bana yükseklerden küçümseyerek bakıyor gibiydi…
İlk bölüm: