Hazal Yalın
Bugün haberleri, yorumları ve açıklamaları tararken, “emperyalist Rus milliyetçi diktatörlüğü” ifadesini gördüm.
Bu kavram setinin her bir parçası yanlıştır.
1) Emperyalist değil.
Rusya kapitalist bir ülkedir ve Kremlin’in de ülkeyi sosyalist yapmak gibi bir niyeti yok. Ama Rusya emperyalist bir ülke de değildir. Emperyalizm, hiç değilse Lenin’in tanımladığı anlamıyla, birincisi bir dünya sistemi, ikincisi de bu dünya sisteminde hâkim olan devletleri anlatır. Birincisine değinmeyeceğim. İkincisi, emperyalist şirketler (devletler), ancak şu şekilde ortaya çıkarlar: tekeller ve mali oligarşinin oluşumuyla birlikte ülke içi pazar yetmez olur ve bu yüzden meta ihracına karşı sermaye ihracı devasa bir önem kazanır. Rusya bir hammadde ihracatçısıdır, merkez ülkeleriyle karşılaştırıldığında sermaye ihracı devede kulak bile değildir, sermaye ihracı yapabilecek güçte değildir, Rusya’nın sermaye ihracı Türkiye’den daha azdır, üstelik istatistiklere yansıyan sermaye ihracının büyük bölümü de aslında off-shore hesaplarına servet aktarımıdır. Rusya, hiç değilse Leninist emperyalizm teorisine göre (biricik bilimsel emperyalizm teorisi, hâlâ budur) emperyalist değildir.
Bunu kitabımda (“Rusya…”) gösterdiğimi düşünüyorum.
2) “Rus” değil.
Rusya’da hiçbir resmi organ, yapı, kuruluş “Rus” diye anılmaz. Hatta kitle örgütleri de genellikle böyledir; meğerki kültürle (dil, edebiyat, sanat, gelenekler, vb.) ilgili olmasın. Rusya’da bütün bunlara “Rusyalı” denir. “Rus silahlı kuvvetleri” değil “Rusya silahlı kuvvetleri”; “Rus dışişleri bakanı” değil “Rusya dışişleri bakanı”; “Rus devleti” değil “Rusya devleti”. Bu o kadar kör gözüm parmağına bir şey ki, anlamama ısrarını anlamakta güçlük çekiyorum. Ne yazık ki Sovyet devletini ulus inşası açısından inceleyen pek az çalışma vardır; oysa Sovyet devleti inşası, aynı zamanda düpedüz bir çokuluslu ulus-devlet inşasıdır; bu, tamamen özgün, benzersiz, doğal asimilasyona dayanan, kültürel anlamda sonsuz hoşgörülü, ama idari anlamda son derece (ama o da özgün şekilde) merkezileştirilmiş bir sistemdir. Bu sonuncusu, Putin’in de (çok önemli birkaçını çevirdiğim) konuşmalarında belirgin bir yer tutar; o da SSCB’de sınırların fiktif, kararların merkezi olduğunu vurgular. Ulusal birlik bu temelde geliştirilmiş ve sağlanmıştır; bir “Sovyet insanı” bu temelde yaratılmıştır.
Bununla birlikte milli mesele, Putin’in (hem kendi Gumilyovcu tarihi-teorik inancı, hem Rusya’da devlet fetişizminin oynadığı rol, hem de RFKP’nin ve genel olarak sol hareketin yükselişi karşısında bir siyasi mücadele biçimi olarak benimsemesi sonucu) Lenin’e ve Bolşevik önderlerine saydırmasına rağmen, aslında Sovyetler Birliği’nde, yukarıda belirttiğim çerçevede çözülmüştür. Bu çözüm sürecinin belli başlı noktaları şunlardır:
(a) 1918 anayasasıyla (Sovyet Rusya) ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının kabul edilmesi;
(b) 1922 (ayrılma hakkına vurgu yapan) SSCB Kuruluş Deklarasyonu;
(c) 1924 (Kuruluş Deklarasyonu ile başlayan) SSCB Anayasası;
(d) 1936 (ayrılma hakkından hiç söz etmeyen) SSCB (Stalin) Anayasası;
(e) 1977 (ulusların kendi kaderini tayin hakkını Sovyetler Birliği’nde gerçekleşmiş bir şey sayan) SSCB (Brejnev) Anayasası;
(f) SBKP MK Eylül 1989 Plenum’unda kabul edilen “Partinin Günümüz Şartlarında Milli Siyaseti” başlıklı karar.
Putin’in saikleriyle bütünüyle örtüşmese bile, bu sonuncusu (partinin bu kararı çıkaracak kadar şirazeyi dağıtmış olması), Sovyetler Birliği’ni boğazlaşmalara sürükleyen ve sonunu getiren süreçte köklü, neredeyse tayin edici bir rol oynamıştır. Kararda, Putin’in de alıntıladığı en önemli cümle şudur: “Birlik cumhuriyetlerinin en yüksek temsil organları, kendi topraklarında, birlik [SSCB] hükümetinin kararname ve talimatlarının uygulanmasını protesto edebilir ve durdurabilirler.” Herhangi bir hükümetin kendi varlığını anlamsız ilan etmesinin bir başka örneğini daha bulmak güçtür. Her halükarda bu, Sovyet ulusunun parçalanması anlamına gelir. Ancak ülkenin (Rusya) çokuluslu yapısı, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra da, aslında ülkeyi yıkanlardan beklenmeyecek kadar zekice bir çözümü dayatmıştır; bu, Rus değil Rusyalı ulusu inşasıdır.
(3) “Milliyetçi” değil.
Milliyetçilik Rusya’da “kriminal” kabul edilir ve takibat altında tutulur, çünkü ülkenin çokuluslu yapısıyla çelişir. Milliyetçi örgütlere karşı davalar en ağır halinde anayasanın ve “Ekstremizmle Mücadele Kanunu”nun ihlalinden, en hafif halinde Rusya Ceza Kanunu md. 282’den (“düşmanlık uyandırıcı veya insan haysiyetini aşağılayıcı eylemler”) ve md. 282/1’den (“ekstremist toplulukların örgütlenmesi”) açılır. Milliyetçiliğe yönelik bu tehdit algısı, Putin’in konuşmalarına da doğrudan doğruya yansır. Örneğin, 20 Aralık 2016: “Yabancı düşmanlığı ve milliyetçilik propagandasını, gençliğin radikal grupların içine çekilmesini, sosyal ağlar da dâhil olmak üzere, kararlı bir şekilde engellemek gerekli. ”Bu tür girişimler, çokuluslu toplumumuzun istikrarına karşı gerçek bir tehdittir.” Rusya’yı az çok takip eden birisi, burada kastedilenin Rus milliyetçiliği olduğunu bilir. Yabancı düşmanlığı, aşırıcılık, milliyetçilik, aynı tehdidin farklı yüzleri olarak görülür. Putin’in Ukrayna kararını savunurken de milliyetçiliğe karşı çıkarak çokuluslu ülke vurgusu yapmış olması önemlidir. Yabancı düşmanlığı ve milliyetçilik propagandasını, gençliğin radikal grupların içine çekilmesini, sosyal ağlar da dâhil olmak üzere, kararlı bir şekilde engellemek gerekli.”
(4) Diktatörlük ne anlama gelir?
Ben bir Marksist olarak her toplumun bir sınıf diktatörlüğü olduğu kanısındayım. Kapitalist Rusya da tıpkı kapitalist ABD, kapitalist Fransa, kapitalist İsveç gibi bir sınıf diktatörlüğüdür. Ne var ki bu diktatörlük, diğerleri gibi kurulmamıştır; bu diktatörlük sosyalist bir ülkenin yıkıntıları üzerinde kurulmuştur.
İnsanlar siyasi inançlarına göre bu kavram setinin (“sosyalist” ve “ülke”) farklı kısımlarını öne çıkarıyor ve kullanıyorlar. Bunu yanlışlamak için söylemiyorum, bunu bir nesnellik olduğu için söylüyorum. Bu kavram setinin “ülke” kısmını öne çıkaranların “sosyalist” kısmını unutmaları doğaldır, Rusya’da sadece yönetici elit değil halk da bu eğilimdedir. Çünkü yıkımı onlar yaşamışlardır; bu yıkım, sürekli tekrar ettiğim gibi, devlet fetişizmini beslemiş ve beslemektedir. Ancak bu kavram setinin “ülke” kısmını unutup sadece “sosyalist” kısmını öne çıkaranlar, sorumsuzca davranıyorlar ve olayları kavrayamıyorlar. Bu artık doğal bir yanlış eğilim değil, düpedüz çarpıklıktır.
Bizim bakışımızı başkalarından da beklemek, eski deyimle abesle iştigaldir. Bizim bakışımız ancak, olayları ve altında yatan nedenleri açıkladığı ölçüde önemlidir. Bakışımız olayları açıklamadığında yanlışlanmış demektir. Ne yazık ki solun önemli bir bölümünün bakışı, açıklamıyor, dolayısıyla yanlıştır. Sol, Rusya’nın savaş kararını (sınırlı askeri operasyon denilen şey de nihayetinde bir savaştır), Sarı Yeleklilere iki yıl boyunca her türlü eziyeti eden, kollarını bacaklarını kıran (bizatihi danışmanı bu saldırılarda yer almıştır), gözlerini çıkartan ve ancak bu kan gölüyle bastıran Macron’un; Assange’ı akbabaların önüne atan ve cesedinin üzerinde tepinmek için fırsat kollayan Independent’ın, Guardian’ın üslubuyla eleştiremez. Rusya halkının ezici çoğunluğu, NATO’nun sınırlarına kadar gelmesiyle yaşadıkları tehdit algısı ve 1941’in anıları yüzünden bu operasyonu destekliyor.
Birkaç gün önce tam da bu nedenle şu satırları yazmıştım:
“Putin’in konuşmasındaki 1941 vurgusu, sanırım, daha ziyade belagat veya demagoji olarak görüldü. Öyle değil. Bunun altını çok kalın çizmek gerek. Bu, ülkenin saldırı tehdidiyle karşılaştığı anda, 1941’deki bedeli tekrar ödememek için her şeyi yapabileceğinin beyanıdır. Bu aynı zamanda yayılmacı değil, niteliği itibariyle savunmacı bir reflekstir. Eylemin sınırlarını tehdidin, daha doğrusu tehdit algısının büyüklüğü belirler. Tehdit ne kadar büyükse eylem o kadar kararlı olacak ve engel tanımayacaktır.” Veya, “Rusya…” kitabındaki satırlarla: “Yok oluşun eşiğine gelmiş bir ülke-sadece maddi kaynaklarıyla değil, insan kaynaklarıyla da yok oluşun eşiğine gelmiş bir ülke tablosuydu bu. Bu tablo, Sovyetler Birliği’ni ve Rusya Federasyonu’nu yönetenlerin (Yeltsin dönemini büyük ölçüde istisna etmek kaydıyla) bütün jeopolitik davranışlarını şekillendirmiştir.”
Rusya’da bu operasyonu desteklemeyen, karşı çıkan azınlığa karşı hiçbir provokatif saldırı olmadı; bu azınlığın duvar yazılarını Moskova metrosunda ve büyük şehirlerin meydanlarında, sosyal ağlarda yaygın şekilde görmek mümkündür; bu azınlığın kolları bacakları kırılmadı, gözleri oyulmadı, uygulanacak terörün failleri belli olmasın diye polislerin sicil numaraları üniformalarından koparılmadı.
Rusya hakkında çizilen tablo, bütünüyle gerçek dışıdır ve sahtedir.
Ben savaşa karşıyım. Ancak bunu söylemekle yetinmek, hiçbir şey söylememeyi tercih etmek anlamına geliyor. Ne yazık ki (belki de ne mutlu ki) internette dolaşıma girmedi; Almanya Başbakanı, Putin’in savaş kararından çok önce, bir çocuk programında, Putin’in katil olduğunu ve Rusya’nın cezalandırılması gerektiğini söyledi. Bir çocuk programında, yanındaki iki çocuğa söyledi bunu! Bu, beyin yıkamanın her türlü sınırı aştığı yerdir. Scholz, bu demokrat, bu azıcık sosyalist, Yugoslavya’nın imha edilmesinin bu ortağı, indoktrinizasyonu çocuklara vardırdı; ve unutmayalım ki bu indoktrinizasyon on yıllardır dünya medyası tarafından sürdürülüyor.
Hiçbir olay bağımsız bir varlığa sahip değildir; her tekil olay uzun bir zincirin halkalarını teşkil eder. Olayları tekil olarak ele almak, nesnelliğinden ve bağlamından koparmak, böylece kendini tanrısal bir asaya sahip mutlak tarafsızlık kürsüsüne yükseltmek kabul edilemez.
Ben savaşa karşıyım. ABD ve onun mutlak hegemonyasını sürdürdüğü emperyalist troyka, başka halklara tehdit oluşturan, onları ve onların tüm zenginliklerini yok etmeye, teslim almaya yönelik her türlü eylemden vazgeçmelidir. Emperyalist troyka, Ukrayna’yı Rusya’ya karşı silahlandırmaktan, Ukrayna’da darbeye karşı çıkan Rus etnisitesini yok etmeyi siyasi amaç bellemiş olanları desteklemekten, Ukrayna’da Neonazi hareketiyle neoliberal işbirlikçilik arasında ittifak kurmaktan, faşist hareketi kahramanlaştırarak insanlık tarihinin en onurlu sayfalarını karartmaya çalışmaktan vazgeçmelidir.
Hazal Yalın. Çoğunluğu klasik Rus edebiyatından kırktan fazla çevirisi var. “1945. SSCB-Türkiye İlişkileri” ve “Rusya: Çöküş, Yükseliş ve Dinamikler”in yazarı. Aralarında Tolstoy, Dostoyevski, Saltıkov-Şçedrin, Gogol, Turgenyev, Puşkin, Zamyatin, Kuprin, Gonçarov, Leskov, Grin, Zoşçenko, Strugatski Kardeşler gibi yazarların bulunduğu çeviriler, Kırmızı Kedi, Kitap, İthaki, Helikopter, Remzi gibi yayınevlerinde yayınlanıyor. Güncel makaleleri genellikle Yakın Doğu Haber’de (ydh.com.tr) yayınlanıyor. @Hazal_Yalin