Aslında bu eğri bacaklı, öne doğru çıkık göğüslü “raşitik” çocuklarla ilk olarak XVIII. yüzyılda tanışılıyor değildi…
Yaşamı hakkında fazla bilgi sahibi olmadığımız Efesli Soranus’un M.Ö. ikinci yüzyılda kaleme aldığı notlarındaki “Bebek oturmaya, kalkmaya yeltendiğinde birinin hareketlerinde ona yardım etmesi gerekir. Oturur duruma fazla hızlı geçer ve fazla uzun süre oturursa kamburlaşacaktır. Ayağa kalkıp yürümek istediğinde bacakları eğrilecek, kalçası bükülecektir” betimlemesi bilinen ilk raşitizm tarifiydi.
Uzun yıllar sonra, 1554’te Bolognalı Theodosius’un tasvir ettiği bir çocukta çok benzer bulgular söz konusuydu.
Alman hukukçu Bartholomaeus Reusner 1584 yılında bu hastalığın İsviçre’de ve Hollanda’da yaşayanlarda sık görüldüğünü yazmıştı. Nitekim Sanayi Devrimi’nin taşlarının döşendiği XVII. yüzyılın ilk yarısında Hollanda ve İngiltere’de raşitizmin ölüm nedenleri arasında sayılmaya başladığı kayıtlara rastlamak mümkün.
Nihayet hastalıkla ilgili ilk net tanımlamalar, sebebi henüz anlaşılamamış olsa da, 1645 1688 yılları arasında Whistler, Boot, Glisson ve Mayow tarafından başarıyla ortaya kondu. Daha fazla insana iş sahası sunan kent merkezlerinde nüfusun, havasız, kirli, kalabalık gecekondu alanlarının arttığı Sanayi Devrimi’ne gelindiğinde, çocuklarda ağır gelişme geriliği, el ve ayak bileklerinde genişleme, omurga, kol ve bacaklarda eğrilik gibi bulgularla kendisini gösteren bir kemik hastalığı olan raşitizm artık ciddi bir toplum sağlığı sorunuydu.
Çarpık kentleşmenin ilk görüldüğü, kalabalık, daracık kasvetli sokakların pek çok olduğu Londra’nın hastalığa en yaygın biçimde rastlanan şehir olması ona “İngiliz hastalığı” adının konmasına bile neden olmuştu; ancak daha nadir de olsa İrlanda’dan, Paris’ten bildirilen vakalar vardı.
Nitekim uzun yıllar sonra adları Rönesans ile anılan Floransa’nın ünlü Medici ailesinin aile kabirlerinde incelenen bazı çocuk iskeletlerinde raşitizm bulgularına rastlanacaktı.
Taşralı fakirlerden ziyade zengin kentlilerin çocuklarında rastlandığı dikkat çekmiyor değildi; ne var ki gerek sebebini ortaya koymada gerekse etkili bir tedaviyi geliştirmede XX. yüzyıla dek adeta, tabir yerindeyse, yaya kalınmıştı.Kemik gelişimindeki kusuru kalsiyum eksikliği ile ilişkilendiren kimileri zengin ailelerin tuttuğu süt annelerin oynadığı role değinmişler, uzun emzirme sürelerinde sütte kalsiyumun azaldığını, bebek sütten kesildiğinde yedirilen bazı lapaların da buna katkıda bulunduğunu öne sürmüşlerdi.
İngiltere’nin nemli iklimini sorumlu tutanlar vardı.
Londra’da dönem dönem kentin üzerinde kilometrelerce uzaktan dahi kapkara bir bulut gibi görünen hava kirliliğinin üzerinde durulmuş, buna neden olan fabrikaların kentten uzaklaştırılması gerektiği söylenmişti. Popüler olan kan alma yöntemi bu hastalık için de denenmiş, kulak memesindeki bir toplardamarın tercih edilmesi gerektiği dahi öne sürülmüştü.
Daha sonra Kral I. Charles olacak Albany Dükü Charles 1600 1612 yılları arasında “raşitik” bir çocuktu. Ona uygulanan aşırı titiz diyetin buna neden olmuş olabileceği düşünüldü. Trajik biçimde, kızı Prenses Elizabeth’in de ölüm nedeni raşitizmdi.
Köpekbalığı karaciğeri, balık yağı kürü gibi tedaviler XVIII., XIX., hatta XX. yüzyılda bazı hekimler tarafından defalarca önerilmişti.
Güneşli kırsal yörelerde yaşayan çocuklarla karşılaştırıldığında Varşova kent merkezinde hava kirliliğinin olduğu kasvetli yaşam alanlarında bu hastalığa daha sık rastlandığını gözlemleyen Polonyalı Dr. Jędrzej Śniadecki, gün ışığının raşitizm hastalığından korunmada ve tedavide önemli olduğunu 1822’de ilk kez öne sürdüğünde uzun süre ilgi görmemişti.
Oysa XIX. yüzyılın sonlarına gelindiğinde hastalığın coğrafi dağılımını ve mevsimlere göre yaygınlığını araştıran bilim adamlarının aralarına otopsi bulguları da bulunan gözlemleri Śniadecki’yi destekliyordu.
Raşitizmin nedeni ve tedavisi üzerinde yapılan araştırmalar 1917-1922 yılları arasında hız kazandı. Huldschinski 1919’da cıva arklı lambayla morötesi ışığa tabi tuttuğu hastalarda iyileşme gözlemlediğini bildirdi. Bundan iki yıl sonra New York’ta bir hastanede raşitik çocuklarda çatıda ara sıra güneşlenmeyle tedavi olduklarının görülmesi bunu destekliyordu.
Hastalığın Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarında Viyana’da büyük bir toplum sağlığı sorunu haline gelmesi üzerine İngilizler buradaki bir çocuk kliniğinde sebebi aydınlatmaya dönük bir çalışma başlattılar.
Çocuklar gruplara ayırıldılar.
İki grup çocuk koğuşta tutulurken iki grup balkonda bırakıldı.
Koğuştaki çocukların bir grubuna olağan gıdalar, diğer gruba balık yağı takviyesi verildi.
Balık yağı alanlarda iyileşme olduğuna dair röntgen bulguları mevcuttu.
Verandada tutulan çocuklar da iki gruba ayırıldılar. İlk grup vücutlarını tamamen örtecek biçimde, ikinci grup ise güneş ışınlarına maruz kalacakları biçimde giydirildiler.
İyileşme ikinci gruptaki çocuklarda görülüyordu.
Raşitizmin güneş ışığı ve balık yağıyla tedavi edilebildiği nihayet anlaşılabilmişti.
McCollum ve arkadaşları 1924’te kalsiyumun kemiklerde depolanması için gerekli olan, büyük ölçüde güneş ışığından, daha az miktarda balık, balık yağı, karaciğer gibi gıdalardan temin edilebilen bu kritik maddeye D vitamini adını verdiler.
1930’lardan itibaren aileler çocuklarını raşitizmden korumak amacıyla evlerine morötesi ışık veren lambalar satın almaya başladılar. Büyükbaş hayvanlar, onların tükettikleri besinler ve sütleri morötesi ışığa tabi tutuldu. D vitamini eksikliğinin giderilmesine dönük bu gayretlerle raşitizm hastalığı büyük ölçüde kontrol altına alındı.
Yeryüzünde var olan en eski hormonlardan bir tanesi. En erken yaşam biçimlerinden bazılarının güneş ışığına maruz kaldıklarında D vitamini sentezledikleri biliniyor. Atlantik okyanusunda yaşamlarını sürdüren görülmeyecek kadar küçük bitkisel planktonlar 750 milyon yıldır değişmeden varlıklarını sürdürüyor ve D vitamini üretiyorlar.
Bu kadar çok D vitamini üretmelerinin bir sebebi olmalı. En geçerli açıklama bu maddenin hücrelerini mor ötesi radyasyondan koruyan bir nevi perde görevini üstlenmesi.
İnsan vücudu, bağırsaklardan kalsiyum emilimi için ihtiyaç duyduğu D vitamininin %95’ini güneş ışınlarının temasıyla kendi cildinde üretiyor; kalan %5’ini ise yumurta, yağlı balıklar, tahıllar, portakal suyu gibi bazı gıdalardan temin ediyor.
Son yıllarda yapılan çalışmalar D vitamininin rolünün kemik dokusuyla sınırlı olmadığını gösterdi. 80’li yılların başında kalp-damar hastalıklarına, bunlara bağlı ölümlere kış aylarında daha sık rastlandığına dair gözlemler yayınlandı.
Ayrıca güneşten daha az istifade edilebilen ekvatora uzak kuzey coğrafyada Akdeniz toplumlarıyla karşılaştırıldığında kanserlere, metabolizma ve bağışıklık sistemi hastalıklarına olduğu gibi koroner kalp hastalıklarına da daha fazla rastlanmaktaydı.
Bu gözlemler güneş ışınlarının insanları bu hastalıklardan koruyucu etkisi olabileceğini düşündürdü ve bilim adamlarını bu yönde çalışmalar yapmaya sevk etti. Son yıllarda hız kazanan bu çalışmalar kalp-damar hastalığı için çok önemli risk faktörleri olan yüksek tansiyon, yüksek kolesterol, şeker hastalığı, şişmanlık ile yetersiz D vitamini arasında ilişki olduğunu düşündürüyor.
D vitamini eksikliği modern toplumlarda adeta bir salgın
Çocuklarda, gençlerde, erişkinlerde, neredeyse her üç kişiden birinde kan tahlili yapıldığı takdirde D vitamini eksikliği saptanabiliyor.
Bu yeni sorunun en önemli sebebinin günümüz insanının zamanının çok büyük bölümünü binalar, konutlar, okullar, taşıtlar gibi kapalı ortamlarda geçirmesi, açık ortamlarda daha fazla hava kirliliğine maruz kalması, dolayısıyla güneşten giderek daha az yararlanabilmesi olduğu bilinen bir gerçek.
Kalp-damar sağılığını koruyabilmek için sigaranın kısıtlanmaya çalışıldığı, sağlıklı beslenme, zayıflama taktiklerinin basının güncel konusu haline geldiği, sofralardan tuzlukların kaldırıldığı, spor salonlarının sayısının giderek arttığı modern kent yaşamı, öte yandan bizleri, gençlerimizi, çocuklarımızı gün ışığından uzaklaştırarak yeni bir toplum sağlığı sorununa zemin hazırlıyor.
KAYNAKLAR
• O’Riordan JL, Bijvoet OL. Rickets before the discovery of vitamin D. Bonekey Rep. 2014;3:478
• Wierzbicka J, Piotrowska A, Żmijewski MA. The renaissance of vitamin D. Acta Biochim Pol. 2014;61:679-86