Endüstri toplumlarında geçen yüzyıla damgasını vuran toplum sağlığı sorunu kalp krizleri ve inmelerin ölüm nedenleri sıralamasında öne çıkmış olmalarıydı. Bunlara kalbi ve beyni kanlandıran damarlarda tıp dilinde ateroskleroz adı verilen damar sertliğinin neden olduğu bilinmekle birlikte damar sertliğinin sebebinin ne olduğu net olarak ortaya konamadı.
Yaşlanma çok önemliydi; ancak her yaşlıda görülmediği gibi bazı gençlerde de karşımıza çıkmaktaydı.
Sigara içenlerde, kolesterolü yüksek olanlarda, yüksek tansiyon hastalarında, şeker hastalarında, yakın akrabalarında benzer sorunu olanlarda daha sık rastlanıyordu.
Ne var ki her sigara içende görülmediği gibi ağzına sigarayı almamış kişiler de kalp krizi ya da inme geçirebiliyordu.
Yeri göğü inleten kolesterolle ilgili binlerce sayfa bilgiye sahip olmamıza karşın kalp krizleri geçirenlerin yarısında kan yağlarında belirgin bir yükseklik saptanmamaktaydı.
Benzer denklem tüm diğer risk faktörleri için de geçerliydi. Tam da bu nedenle “hastalığa neden olan” tabiri geçerliliğini baştan yitiriyordu; bunun yerini “risk faktörü“ kavramı aldı.
Damar sertliğinin daha net, geçerli sebeplerinin ortaya konmasına dönük araştırmalar sürerken kimlerde daha sık görüldüğüne dair gözlemlerin yanı sıra bazı toplumlarda kalp krizleri ve inmelere daha seyrek rastlandığı dikkatlerden kaçmadı. Alaska yerlileri, Grönland Eskimoları ve Japonlarda koroner kalp hastalığına bağlı ölüm oranları düşük görünüyordu ve bu toplumların ortak beslenme özelliği bol miktarda balık tüketmeleriydi.
Bu hipotezle son 30 yıl içerisinde yapılan çalışmalar gerçekten de haftada bir öğün balık yiyenlerde koroner kalp hastalığı ve ani ölüm oranlarının daha düşük olduğunu, tüketilen balık miktarı arttıkça faydanın daha da arttığını ve 12 yıl gibi uzun bir sürede bu yararın daha belirgin hale geldiğini gösterdi.
Bunun biyolojik olarak mantıklı açıklaması kaliteli bir protein kaynağı olan balığın faydalı vitamin ve minerallerin yanı sıra bol miktarda uzun zincirli omega-3 çoklu doymamış yağ asitleri ihtiva etmesiydi ki insan vücudunda üretilmeyen, gıdayla alımın tek seçenek olduğu bu yağ asitlerinin kalp ritmini düzeltici, kan yağlarını düşürücü, tansiyonu düzenleyici, pıhtılaşmayı geciktirici etkileri biliniyordu.
Günümüzde balığın yararlı bir gıda olduğu anlaşılmış bulunuyor ve haftada en az iki porsiyon yağlı balık tüketilmesi teşvik ediliyor.
“Madem kanımızda kolesterol, trigliserit gibi yağlar arttıkça damar sertliği riski artıyor, yağlı bir gıdayı tüketmek nasıl faydalı olabiliyor, trigliseritleri düşürebiliyor?” sorusu akla gelebilir.
Yaşanmış bir hikayeyi konu alan, büyük ilgi görmüş 1992 yapımı “Lorenzo’nun Yağı” filmini izlemiş olanlar, çok uzun zincirli yağ asitlerinin merkezi sinir sisteminde birikmesinin neden olduğu hastalığın çocuğun anne ve babası tarafından başka bir yağ asidiyle zeytinyağının karışımının verilmesiyle geriletildiğini hatırlayacaklardır.
Şunu vurgulamamız gerekiyor ki, kan tahlillerinde ölçülen kolesterol, trigliserit gibi ölçüm parametreleri bizzat yağları değil, kanda onları taşıyan yağ protein parçacıklarını temsil etmekteler. Yediğimiz şeker kan şekeri olarak dolaşımda serbest biçimde yer alırken gıdayla alınan yağ asitleri, kolesterol gibi maddeler kanda ancak onları taşıyan parçacıklarda var olabiliyorlar.
Dolayısıyla gıdayla yağ alımı arttıkça kanda ölçümü yapılan bu parçacıklar doğru orantılı olarak artmadıkları gibi, bir diğer doymamış yağ asidi kaynağı olan yumurtanın, bir yumurta yaklaşık 210 mg kolesterol ihtiva ettiği için yıllarca kısıtlandıktan sonra her gün dahi tüketilse kan kolesterolünde belirgin artışa yol açmadığının, daha önemlisi damar sertliği riskini arttırmadığının ortaya çıktığını hatırlamalıyız.
Nitekim tüketilen toplam yağ miktarının kalp & damar hastalığı riskiyle anlamlı bir ilişkisi olmadığı son yıllarda ortaya konmuş ve Dünya Sağlık Örgütü raporlarına yansımış bulunuyor.
“Kan yağları zararlıdır; o halde yağsız beslenmek en doğrusudur” tarzı bir mantığın karmaşık biyolojik sistemimiz için geçerli olmadığını, aldığımız toplam kalorinin her koşulda %30’unun yağlardan oluşması gerektiğini, üzerinde durulması gereken hususun aldığımız yağın türü olduğunu bu vesileyle vurgulamalıyız.
Son yıllarda balık yağıyla aynı faydayı sağlaması umuduyla saflaştırılmış, yoğun omega-3 yağ asidi içeren kapsüller üretilerek satışa sunuldu ve koroner hastalığı olan, kalp krizi geçirmiş, kan trigliserit düzeyi yüksek hastalarda bir ölçüde kullanım alanı buldu. Bununla birlikte kapsüllerle omega-3 takviyesinin etkileriyle ilgili birbirine zıt bulgularla sonuçlanmış çalışmalar yayınlanmış bulunuyor ve eldeki verilerin ışığında bu kapsüllerin doktor tarafından özellikle reçete edilmedikçe kullanılmasını önermiyoruz.
Buna karşın yağlı deniz balıklarına soframızda mümkün mertebe yer vermemizin sağlığımıza olumlu katkısı olacağını tereddüt etmeden söyleyebiliyoruz.
Not: Bu makalem daha önce http://www.iyigunler.net ve http://www.muglayenigun.com sitelerinde yayınlanmıştır.