Metin Gülbay
İslamiyet’in kutsal kitabı Kuran olmasına rağmen Müslümanların tümü bu kitapta yazılanları farklı biçimde yorumlayabilmiştir. İyi de niçin herkes Kuran’da yazılanları aynı biçimde anlamamıştır? Niye mezhepler ortaya çıkmıştır?
Mezhep ne demek önce isterseniz buna bakalım: “Dinin inanç esaslarını veya amelî hükümlerini anlama ve yorumlama konusunda kendine özgü yaklaşımlara sahip düşünce sistemi; bu yaklaşımlar etrafında meydana gelen ekolleşmenin ürünü olan ilmî ve fikrî birikim.” (1)
Yani herkes aynı şeyi okuyor ama anlama ve yorumlamaya gelince farklılıklar olabiliyor. Ayetler niçin herkesin aynı biçimde anlayabileceği şekilde gönderilmemiş? Buna Kuran uzmanlarının tabii ki bazı yanıtları vardır ancak ben yalnızca soruyorum.
Asıl konuya gelmek için böyle bir giriş yaptım.
Kuran’ı herkes farklı anlayıp yorumlayabiliyorken nasıl tek çeşit İslami yaşam sürdürülebilir?
Bunu iddia etmek bile mantığa aykırı değil mi?
Türkiye’ye bakalım örneğin.
Türkiye’de yaşayan ve kendine Müslüman diyenlerin tümü acaba aynı biçimde mi inanıyor veya davranıyor? Dini nasıl algılıyor daha doğrusu.
Kendi ailemden örnek vererek yazmaya başlayacağım. Babam 1926, annem 1932 doğumluydu, on yıllar önce göçüp gittiler. Babam 1940’lı yıllarda kendi köyünde liseyi bitiren nadir çocuklardan biriymiş. Annem ise köy ilkokulunu bitirmiş hepsi bu. Yani yalnızca okur yazar desek daha iyi. Her ikisi de dinlerine bağlı insanlardı. Ancak aralarında fark vardı. Nasıl mı? Ben annemi hep başı açık ve hep Ankara’da hatırlarım. 1960’lı yıllardı. Biz doğmadan önce başına eşarp bağladığı olurmuş, eski fotoğraflarından görüyordum. Ancak bir köylü kızının başını çok genç yaşta açması ilginçti benim için.
Her ikisi de arada bir namaz kılardı.
Babam 2. Dünya Savaşı yıllarında yatılı olarak lisede okurken edindiği ülseri dolayısıyla namaz kılarken eğilip kalkıldığını, bunun midesini mahvettiğini söylerdi. Ama ben bile buna pek inanmazdım. Orucu zaten pek tutamazdı ülserinden dolayı. Kafasına göre hareket ederdi ama Allah’a inanmaktan asla vazgeçmemiş biriydi. Annem orucu babama nazaran daha çok tutardı. Küçükken kardeşimle bana da oruç tutturduğunu hatırlıyorum.
Namazı da babama göre daha çok kılardı. Babam devlet memuru olduğu için zaten beş vakit namaz kılabilmesi mümkün değildi. Ama mümkün olsaydı kılar mıydı ondan da emin değilim. Dedim ya kafasına göre hareket ederdi, zora girmekten nefret ederdi. Fakat bayram namazlarını asla kaçırmazdı. Bizi de birkaç kez götürmüştü ama sonra ben vazgeçtim gitmekten, hiçbir şey söylemedi. Benim vazgeçişim ateistlikten değildi, çocukluk yıllarımda bayram namazları kışa rastlamıştı ve ayaklarım ve popom donuyordu o günlerde, gerekçem buydu. Hiç cami içinde kılacak kadar erken kalkıp gidememiştik. Bizi o kadar erken uyandırmaya kıyamazlardı, hep cami avlusunda namaz kılmıştık. Liseye geçtiğimde “artık gitmiyorum namaza” dediğimi hatırlıyorum. Bu kez ideolojik bir duruş sergilemiştim ama hâlâ ateist değildim. Aslında şu anda bulunduğum durum da ateizme ne kadar uyuyor onu da bilemiyorum. Biraz kendine özgü bir durumdayım sayılır. Bilinemeyenler bilinene kadar bilinemeyen olarak kalacaklar diye düşünüyorum. Üst üste tekrarlandığında aynı sonucu vermeyen deneylerin doğruluğuna güvenmem. Tabii doğa bilimlerinden söz ediyorum. Bir kutsal gücün var olup (şu andaki bilgilerle bile) 92 milyar ışık yılı genişliğindeki bir evreni yaratabileceğine inanmıyorum. Bu her türlü mantık ve akla aykırı.
Her neyse yazıya devam edeyim.
Annem günah işlemekten çok korkardı ama dinin her kuralına uyma konusunda kendini pek de bağlı hissetmiyordu ki mayo giyip denize de girerdi, tayt da giyerdi. Gülmeyin, o bunu yaptığında takvimler 1960’lı yılları gösteriyordu. Köy kökenli bir kadının bunları yapabilmiş olması pek rastlanan bir şey değildi. Sülalede kendi akranları arasında bunu yapan ilk kadın oydu.
Annem de babam da kendilerini dini bütün birer Müslüman olarak görüyordu. Şimdi kalkıp onlara kim diyebilir ki “Müslüman değilsiniz çünkü Kuran böyle emretmiyor, ne biçim yaşamışsınız siz”?
Türkiye’de annem ve babam gibi yaşayan milyonlarca insan var. Kendilerine şimdilerde “laik” ya da “seküler” diyorlar. Ama asla “Müslüman değilim” demiyorlar.
Devlet laik olur kişiler değil
Laik veya seküler sıfatlarını da yanlış kullanıyoruz aslında. Devletler laik olur kişiler değil. Devletin laik olması önemlidir. Devlet her inanca karşı aynı ilkelerle davranıp hiçbir inancı savunmaz, devlet inançsızdır çünkü devlet insan değildir bir mekanizmadır.
Bunu özellikle vurgulamak isterim.
Bu ülkede herkes kendisini Müslüman olarak tanımlıyor ama birbirinden farklı yaşıyor. Bülent Ersoy da “Müslümanım” diyor, Abdurrahman Dilipak da. Kim herhangi birine “onlar Müslüman değil ki” diyebilir?
Ama aralarında da dağlar kadar fark var değil mi?
Türkiye’de kendisine “Müslümanım” diyenler dinlerine sadık insanlar. Ezana kulak kabartıp (tabii kulak sağır edecek kadar desibeli yüksek olanlar hariç), namaza önem verip, oruç tutmaya çalışan, zekât vermeyi bütçeleri elverdiğince becermeye çalışan insanlar. Eh hacca gitme konusunda o kadar da becerikli değiller. Eh ne yapalım bu kadarcık kusur olsun.
Üniversiteye başlayıncaya kadar Türkiye’deki toplumsal sınıflar ve aralarındaki çatışmalarla pek ilgilenmemiştim. Niye bilmiyorum. Halbuki Aziz Nesin’in tüm birçok kitaplarını ortaokul ikide okumuş durumdaydım. Bende bilinç biraz geç uyanmış anlaşılan. Belki de kabahat Aziz amcadaydı…
Ama Alevileri biliyordum, çünkü kirvem Aleviydi. Annemin kardeşi gibiydi ve zaten kendisine dayı derdim. Alevilerin hep onlar gibi çok çok iyi insanlar olduklarını sanırdım. Çok sonra kötülerini de gördüm. Her toplumda iyi insanlar da var kötü insanlar da. Öz güveni yüksek insanlar da var, ezik insanlar da.
Lafı Alevilere getirdim çünkü onlar da kendilerini Müslüman sayıyor. İslamiyet’i Sünniler gibi yaşamamalarına rağmen.
“Alevilerin hepsi zaten devletin laik olmasından yana niye onları ayrı sayıyorsun ki” diyenlere itirazım var. Tüm Aleviler aynı değil. Bazı Aleviler radikal düşünce yapısına sahip. Aile bazında kızının yalnızca Aleviyle evlenmesine izin veren çok babaya rastladım ben. Asla Alevi bir gelin istemeyen laik Sünnilere rastladığım gibi. Evet Alevilerle laik yaşam sürenlerin örtüştükleri yerler var ama farklılar. Devletin laik olmasını savunanların tümü örneğin ibadet için cemevlerine gitmiyor değil mi?
Laik veya seküler devletten yana olanların tümü de aynı biçimde yaşamıyor veya algılamıyor dinlerini. Bazıları için alkol almak hayatlarının olmazsa olmaz bir parçası değil. Sevmiyorlar kullanmayı. Sigara da içmiyorlar. Ama bazıları için alkol ve sigara tüketmek hiç sorun değil ve bunu yaşamlarının bir parçası haline getirmişler, tıpkı dinleri gibi.
Kuran’a göre yaşadıklarını öne sürenler de tek parça değil. Çünkü Kuran’ı farklı yorumluyorlar. Örneğin kadınları kara çarşaflara sokup kendileri de İslamiyet’e inanmayanları ve hatta kurallara uymadığını ileri sürdükleri yandaşlarını bile öldürenler var. Bunlar şu anda siyaseten kendilerine İslam Devleti diyen bizim ise IŞİD’ci, El-Kaideci, Talibancı diye adlandırdığımız insanlar. İslam’ı farklı algılıyorlar.
Onlardan başka Kuran’a göre yaşadıklarını söyleyen ama IŞİD’cilerin savunduklarını savunmayan radikal Müslümanlar var. Örneğin tarikatlar. Böyle yaşayan insanların sayısı epey çok bu ülkede.
Bir de kadınları başlarını örten veya örtmeyen, erkekleri ise kılık kıyafetinde laiklerden farklı olmayan ama İslami bir yaşam sürdüğünü ileri süren insanlar var.
Bu saydıklarımın tümü kendi aralarında ayrışıyor, kendilerini diğerlerinden farklı görüyor. Düşünce düzeyinde diğerlerinden farklı olduklarını düşünen insanlardan söz ediyorum.
Hem laiklikten yana olanlar hem de İslamcılar çok parçalı bir görünümdeler yani.
Ve bunların tümü de bu ülkede Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak yaşıyor. Aslında bu durum bizim zenginliğimiz. Ama kesinlikle bunun farkında değiliz. Türklerin hiçbir konuda ortak bir paydada buluşamamak gibi bir yeteneksizlikleri var. Her Türk yalnızca kendisinin doğru diğer herkesin kesinlikle yanlış olduğuna inanır. Bu yüzden ne siyasette, ne bilimde, ne toplumsal yaşamda ve görüldüğü gibi ne de inançta ortak bir paydaları vardır. Bu davranış biçiminin, duygunun artık her ne diyeceksek, olumlu bir sonucu olmuş bizim örneğimizde. Bu yeteneksizlik işte böyle bir zenginliğe yol açmış. Diyeceksiniz ki diğer halklarda da bu var, buna demokrasi deniyor. Çok haklısınız ancak bizim toplumumuz bunu bir çatışma unsuru, ötekileştirme unsuru olarak kullanıyor, diğer halklar ise bu duruma demokrasinin gereği, deyip geçiyor. (Bu durumda etnik kökenlerin de rol oynadığını düşünüyorum. Türkmen kökenli Türklerle, farklı kökenli Türklerin ayrıştıklarını düşünüyorum. Ama bu kadarcık söyleyip bitireyim, hani es geçiyorsun demeyin çünkü upuzun bir yazının konusu bu da.)
Türkiye’de yaşanan her şeyin bir mantığı yok, daha doğrusu bize mantıksız gibi gelen şeylerin kendince bir mantığı var ama biz kendi mantığımızla baktığımız için o davranış biçimi bize mantıksız geliyor. Çünkü biz kendi mantığımızı tek doğru mantık olarak görüyoruz. Oysa durum öyle değil. Gerçek böyle olmasına rağmen çok az kimse bunun farkında ve bu yüzden de onların söyledikleri çoğunluğun ezici tahakkümü altında duyulmuyor bile.
Deistler de var
Bu ülkede deistler de var artık. Kabaca dine inanmayan ancak Allah’a inananlar yani. “Biz Allah’a akıl yoluyla ulaşabiliriz, dinlere gerek yok” diyorlar. Kırk yıl önce yok gibilerdi. Ama şimdi gençler arasında bu görüş giderek kuvvet kazanıyor. Yanlış anlaşılmasın, bunlar ateist değil, deist. İslamiyet veya başka bir dini reddeden ama yine de Tanrı korkusu duyan kişiler bunlar. Müslüman bir ülkede yaşadıkları için dine inanmasalar bile İslamiyet’i böyle yaşıyorlar diyebiliriz. Bu çocuklar laik devletten yana olan ailelerde daha fazla bile olabilir. Ama dindar ailelerin çocukları da “dindarım” diyenlerin yapıp ettiklerini görünce öfkelenerek deizme yönelmeye başladı.
Deizme yönelenlerin sayısını abartarak sonuç çıkarmak doğru değil. Çünkü sayıları o kadar fazla değil. Deizme falan yönelmedikleri halde ailelerinin söylediklerini umursamayan, namaz kılıp oruç tutmaktan vazgeçen çocukların sayısı deistlerden çok daha fazla. Asıl dikkat edilmesi gereken ve sonuç çıkarılması gereken nokta burada.
Muhammed dogmatik biri miydi?
“Birden bu da nereden çıktı” diyeceksiniz. Doğru söylüyorsunuz, açıklayayım. Bırakın Kuran’ın farklı yorumlanmasını bizzat Muhammed daha inme aşamasında Kuran’da değişiklik yapmıştır, tabii Allah yapmıştır diyelim de dindarlar kızmasın. Allah yapmıştır. Nasıl olduğunu anlatacağım.
Ama önce dogmatizm ne demekmiş ona bir bakalım. “A priori ilkeler, çeşitli öğretiler ve asla değişmeyeceği kabul edilen mutlak değerleri kabul eden, bu bilgilerin mutlak hakikat olduğunu, inceleme, tartışma yahut araştırmaya ihtiyacın olmadığını savunan anlayışa verilen isimdir.” (3)
“A priori” önsel anlamına geliyor ama felsefede “deneyden önce” anlamında kullanılıyor.
Dogmatik, asla değişmeyeceği kabul edilen mutlak değerleri kabul eden kimse… İnceleme, tartışma veya araştırmaya ihtiyaç olmadığını iddia eden kimse…
Söyleyin bakalım şimdi, sizce Hz. Muhammed böyle biri miydi?
İki tane örnek vereceğim. İsteyen başkalarını da bulabilir, internette hepsi var.
Birincisi şu:
Bakara 187. ayet
“Ramazan ayında çiftlerin cinsel ilişkide bulunmaları haram mıdır helâl midir” sorusuna yanıt bu ayette bulunur. Ancak burada çok önemli bir ayrıntı vardır. Hz. Muhammed yaşarken bu ayette bir değişiklik yapılmıştır. Aşağıda okuyacağınız gibi İslam’ın ilk günlerinde Müslümanlar Ramazan ayında akşam vaktinden yani oruçlarını açtıktan, yatsı namazını kılıncaya veya uyuyuncaya kadar eşleriyle cinsel ilişkiye girebiliyordu. Bu kadarına izin vardı.
Ancak bir gün Hz. Ömer, yatsı namazını kıldıktan sonra eşiyle cinsel ilişkiye girdi ve bundan rahatsızlık duyarak gelip durumu Hz. Muhammed’e anlattı. Bunu duyan ve aynı ortamda bulunan birkaç kişi daha peygambere itirafta bulunarak kendilerinin de aynı şeyi yaptıklarını söyledi. Bir süre sonra Muhammed bu konuda bir ayet daha gönderildiğini açıkladı. Bu ayete göre eşler sabah olmadan hemen önceye kadar yani ayette ifade edilen biçimiyle “fecrin, beyaz ipliğe benzeyen aydınlığı siyah ipliğe benzeyen gece karanlığından ayrılıncaya kadar” olan sürede cinsel ilişki helal kılındı. Allah bu ayette nefsine hakim olamayanlara da serzenişte bulunuyordu: “Allah, nefislerinize karşı koyamayacağını(zı) bildiği için tevbenizi kabul edip sizi bağışladı.”
Metni tam vereyim bari…
“Oruç gecelerinde eşlerinizle ilişkide bulunmanız size helâl kılındı. Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbise durumundasınız. Allah, nefislerinize karşı koyamayacağını bildiği için tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Bundan böyle eşlerinizle beraber olabilir ve Allah’ın sizin için takdir buyurduğu nesli arzu ve talep edebilirsiniz. Fecrin, beyaz ipliğe benzeyen aydınlığı siyah ipliğe benzeyen gece karanlığından ayrılıncaya kadar bütün gece yiyin için. Sonra güneş batıp akşam namazı vakti girinceye kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde itikâfa çekildiğinizde eşlerinizle geceleri bile ilişkide bulunmayın! Bunlar Allah’ın belirlediği sınırlardır; sakın bu sınırlara yaklaşmayın!…”
Āyetin iniş sebebi ise şöyledir:
Orucun farz kılındığı ilk zamanlarda Müslümanlar, ancak akşam vaktinden yatsı namazını kılıncaya veya uyuyuncaya kadar yiyip içebiliyor ve eşleriyle beraber olabiliyorlardı. Yani imsak, yatsı namazından veya uykudan itibaren hemen başlıyordu. Bir gün Hz. Ömer, yatsı namazını kıldıktan sonra eşiyle beraber oldu. Büyük bir pişmanlık duyarak Allah Resûlü’ne geldi ve durumu arz etti. Orada bulunan birkaç kişi daha kalkarak aynı hatayı işlediklerini itiraf edince bu ayet indi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 223-224) (4)
Gece namazı değişiyor
İkinci örneğe geçiyorum.
İslam’ın ilk dönemlerinde, Müzemmil Suresinin ilk ayetleri üzerine Muhammed de dahil olmak üzere gece yarısı namazı kılınmaya başlanmıştı. Ancak bir yıl kadar sonra bir ayet daha inmiş ve farz olan teheccüd yani gece namazı farz olmaktan çıkarılarak nafile namazına çevrilmiştir.
“…teheccüd* namazı Müzzemmil sûresinin ilk âyetleriyle farz kılınmış, ancak Hz. Peygamber gibi geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılmaya başlayan Müslümanlara bu ibadet ağır gelince aynı sûrenin yaklaşık bir yıl sonra nâzil olan son ayetiyle bu hüküm kaldırılmış ve teheccüdün nâfile bir ibadet olduğu bildirilmiştir.”
Muhammed bir güncelleme daha yaparak Müslümanlara zor gelmeye başlayan uygulamayı yumuşak bir biçimde değiştirmiştir.
“Resûl-i Ekrem, düzenli biçimde teheccüd kılan ve gece uyanıp namaz kılma niyetiyle yattığı halde uyanamadan sabahlayan bir müminin gece namazı kılmış gibi muamele göreceğini, zaman zaman namaza kalkmasına engel olan uykunun da Allah’ın ona bir hediyesi olduğunu belirtmiş, kendisi de gece namazını herhangi bir sebeple kılamadığı durumlarda gündüz onun yerine fazlasıyla kılmıştır.” (5)
Yaşam sana uymuyorsa sen yaşama uy
Muhammed ayetler ilk “inmeye” başladığında Kuran’ı Müslümanların yaşamlarına uygun hale getirmek için birçok değişiklik yapmış görüldüğü gibi. Niye böyle yapmış derseniz bence yaydığı dinin daha çok insan tarafından benimsenmesi için böyle esneklikler göstermiş. Tabii ki yok etmeye yönelik sert emirler de var Kuran’da. Daha fazla bir şey söyleyemeyeceğim ne yazık ki, çünkü bu konunun uzmanı değilim.
Yalnız şunu unutmamalı ki dinler bin yıllar belki de yüzyıllar içinde yavaş yavaş biçim değiştirecek. Adına din mi denecek bilemiyorum ama aynı dine inananların yine farklı algılara sahip oldukları görülecek.
Çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere geçmek binlerce yıl aldı. Çünkü artık onlar günün ihtiyaçlarına yanıt vermiyordu. Sürecin bundan sonra da böyle işleyeceğini unutmamalı.
Bir de hatırlanmalı ki dünyada şu anda bile yüzlerce inanç sistemi var. Bir de tek tanrılı dinler derken biraz yanlış bir söylemde bulunuyoruz. Hristiyanlığın dünyada toplam 2,5 milyar inananı var deniyor. Örneğin ABD Hristiyan olarak veriliyor ancak ABD nüfusunun yüzde 26’sını dinsiz veya hiçbir dine inanmayanlar oluşturuyor. (6) Birleşik Krallık nüfusunun yüzde 26’sı, Fransa nüfusunun yüzde 40’ı, Almanya’nın yüzde 27’si herhangi bir din veya tanrıya inanmıyor. (7)
Yani 2,5 milyar rakamı da yanlış. Eh işte istatistiklerle yalan söylenebilir ama ben lafı fazla uzatmayacağım, sözün özü Türkiye’de çok çeşitli İslamiyet algısı ve yaşamı var.
Ben Metin Gülbay, herkese keyifli bir hafta sonu dilerim.
* Teheccüd yatsı namazı ile fecr-i sâdık arasında bir müddet uyuyup uyandıktan sonra namaz kılmayı ve bu süre içinde kılınan nâfile namazı (teheccüd namazı, kısaca teheccüd) ifade eder.
1- https://islamansiklopedisi.org.tr/mezhep
2- https://tr.wikipedia.org/wiki/Ateizm
3- https://tr.wikipedia.org/wiki/Dogmatizm
4- https://www.kuranvemeali.com/bakara-suresi/187-āyeti-tefsiri