Metin Gülbay
Şu anda Dünya’da yaşayan tüm varlıklar aynı kökenden geliyor. Hayvanlar ve bitkiler aynı kökten geliyor. Homo sapieni hayvanlar aleminde olduğu için ayrıca saymıyorum. Yaşam suda başladı, bunda herkes hemfikir. Bu konuda daha önce yazdığım “Her şey 3,5 milyar yıl önce mi başladı” başlıklı yazıma bakılabilir, bu yüzden daha fazla uzatmayayım.
Ama biraz sonrası için bir şeyler var ki çok merak ediliyor. Tamam hayvanlar alemindeniz de neremiz hangi hayvana benziyor?
Eh maymunlarla hele şempanze ve gorillerle görünüş benzerliğimiz var ama aramızda da dağlar kadar fark var diyebiliriz. Acaba bilim insanları benzerlik denilen şey veya şeyleri görünüşte mi arıyor yoksa bambaşka şeylere mi bakıyorlar?
İşte bu sorulara yanıt arayanlar için mükemmel söyleşiler yapılmış. Fransız gazeteci Karine Lou Matignon’un, paleoantolog (fosil bilimci) ve antropolog (insan bilimci) Pascal Picq ile yaptığı söyleşiden bir bölüm alıntılayacağım. Aslında Matignon üç söyleşi yapmış. Söyleşi yapılan diğer kişiler, Fransa’nın önde gelen hayvan davranış bilimcisi, nöropsikiyatrist, psikanalist ve psikoloğu Boris Cyrulnik ve ünlü hayvan evcilleştirme uzmanı, antropolog ve etnolog (*) Jean Pierre Digard. Ben yalnızca Picq ile yaptığı söyleşiden bir bölümü paylaşıyorum.
Söyleşiler “Hayvanların En Güzel Tarihi” başlıklı bir kitap olarak İş Bankası yayınlarından çıktı. Bertan Onaran’ın mükemmel çevirisiyle okuyabilirsiniz.
Söylemekte eksik bıraktığım şeyler için şimdiden özür dilerim. İsterseniz söyleşiye geçelim. Matignon’nun sorularını aynen korudum.
-Öbür türlere niye hiç benzemiyoruz?
-Birbirine hiç benzemeyen hayvanlar, gerçekte, aynı bedensel taslağa dayanır. Dış biçim değişir ama iç yapılanma, evrimsel geçmişine bağlı kalır. Örneğin, bir insanın kolundaki ön kol kemiği, pazı kemiği, bilek kemikleri yunus ve yarasanınkilerle aynıdır. Bütün omurgalıların kol ve bacakları aynı biçimde yerleştirilmiştir, yalnız biçim ve boyları değişik türlere uyarlanmıştır.
-Hepimizde atamız balıklardan kalıntılar mı var?
-Çok doğru. Zaten, hayvan embriyoları gelişirken atalarının tarihlerinden izler taşır. Bu, 19.yüzyılda, doğa bilimci Ernst von Baer’in saptadığı bir ilkedir. Örneğin yanaklarımızdaki çukurlar, balık atalarımızın iskeletinden kalmadır. Değişik omurgalıların embriyolarının karşılaştırılması, gelişimlerinin ilk evrelerinin aynı olduğunu göstermiştir: İnsan da dahil hepsinin embriyosu, kocaman bir kafa, iki gözlü bir yürek, bir kuyruk ve kol yarıkları geliştirir. Bu yarıklar bugün memelilerde işitme kanalını oluşturuyor. Beşer parmaklı ayak ve ellerimizin öyküsü 370 milyon yıl önce, omurgalıların evriminde şaşırtıcı bir basamağı oluşturan beş parmaklı dört ayaklıların ortaya çıkışıyla başlar: Yüzgeçten kol ve ayağa geçiştir bu. Bütün omurgalılar, bu arada insan da, kürek biçimli dört yüzgeci olan balıklardan gelir.
-Neden beş parmak var?
-Kürek kollu balıkların beş, altı, yedi giderek sekiz parmağı olmuş. Bunlardan, yalnız beş parmaklı tasarım bugüne gelmiş. Nedeni bilinmiyor. Bu taslak, omurgalıların genetik kalıtının çok derin köşelerine kazınmıştır.
-Bütün omurgalıların ortak bir eklentileri var, kuyruk. Bunun sudan çıkmakta önemi büyük mü olmuş?
-Varsayıldığı üzere, kuyruğun hem dümen hem itici olarak suya dayalı bir kökeni olduysa da, hem karada hem suda yaşayan varlıklar karaya ilk adımlarını atmaya başladığında başat bir rol üstlenecek, arkadan gelecek hayvan soylarına göre uzmanlaşacaktır. Bugün, ne kadar hayvan türü varsa, o kadar eklenti var. Kimisi, belli bir küme içinde, iletişim aracı yerine geçiyor; kimi kuyruklar sinekleri kovmaya, kimisi gönül çelmeye, kimisi denge öğesi olarak devinimleri denetlemeye, topraktaki titreşimleri algılamaya ya da kunduzlardaki gibi enerji biriktirmeye yarıyor. Kısacası kuyruk, çeşitli bedensel, cinsel, toplumsal, metabolik işlevleri olan bir yapıdır…
Paleoantolog ve antropolog Pascal Picq
-Kuyruk yüzgeçli ilk omurgalılarımız hangi serüvenin sonucunda suyun dışına çıktı?
-Kimi araştırmacılar, birkaç tür sudan çıkış olduğunu düşünüyor. En büyük olasılık, o dönemde, karalardaki denizlerin biçimlerinin sürekli değişmesinden ötürü, balıkların kimisinin küçük bataklıklarda sıkışıp kalmış olmasıdır. Bu balıklar, yüzgeçleriyle, birikintiden birikintiye “kürek çekmektedir.”
-Ve elbette hava solumaktadır…
-Evet. Daha önce de gördük, bu, ayaklarla ilintisi bulunmayan bir özelliktir; ikisi birbirinden bağımsız olarak gelişmiştir. O balıkların, sıvı ortamın dışında hava almalarına izin veren, başlangıçtaki bağırsağın biçim değiştirmesiyle oluşmuş ciğerlere bağlanan burun delikleri vardır. Bu davranışa bugün de kimi balıklarda rastlanır: 1938’de keşfedilmiş olan “çift akciğerliler”, Avustralya, Güney Amerika ve Afrika’nın dönenceler arası yöresinde yaşamaktadır. Bu balıklar, su olunca balık yaşamını sürdürmekte, kuraklık döneminde su kalmayınca kurumamak için, kendilerine yeraltında bir yuva kazmaktadırlar. O zaman, onları toprağın yüzeyine bağlayan ince bir hava yolunu kullanarak, ciğerlerinden solumaktadırlar. Besin içinse, yedek enerjilerini kullanırlar. 350 milyon yıl önce, bu hayvanlar bütün yerküreyi ele geçirmişlerdi. Bugünse o türlerden hepi topu altı tane kaldı.
-Bu balıkların ortaya çıktıkları günlerde yerküre neye benziyordu?
-Çok büyük boyutlu tek bir kıtadan oluşuyordu: Ayrıca Eski Kızıl Çakıltaşı Toprağı denilen Pangea. Bitkiler, bundan yaklaşık 430 milyon yıl önce, balıkların da ortaya çıktığı dönemde, bir mineral yatağında boy gösterip dünyayı ele geçirmeye başladı. Elli milyon yıl sonra, güneş enerjisini kapmak üzere girişilen yarışın sonunda, dev boyutlu bitkilere geldi gelişme sırası, ardından böceklere ve daha başka eklembacaklılara.
-Böcekler de dev boyutlu muydu?
Yaklaşık 380 milyon yıl önceden kalma ilk fosiller bunların kanattan yoksun, toprağı eşeleyen, çok küçük örneklerinin var olduğunu gösteriyor. Karbonifer döneminin (358 milyon yıl önce başlayıp 289 milyon yıl önce sona erdiği kabul ediliyor, M.G.) sıcak ve yağmurlu iklimi ve yapraklı, gövdeli bitkilerin gelişmesi sonucunda böcek türleri çoğalacaktır. Yaşanacak yeni ortamın ele geçirilmesi, çeşitlerin artmasına yol açar. Dev boyutlu böceklerin, kanat açıklığı 120 santimi bulan kızböceklerinin, bir metre çapındaki örümceklerin, 60 santimlik akreplerin çağıdır bu. Bir yandan da susineği, yaprak biti, leylek, çekirge, sivrisinek, bokböceği, karasinek, tahtakurusu kaynamaktadır ortalık.
-Böceklerin bazıları neden o kadar büyüktü?
-Çünkü ortada avcı yok. Belli bir organizasyon tasarısı yürürlüğe girdiğinde, dünya egemen olanındır. İlk gelenler hep daha talihlidir.
-Çeşitlerinin çokluğu da buradan mı geliyor?
-Bunlar bütün çevresel yuvalara uyum sağlamayı başarmışlardır. Kanıtı: Günümüzde, yeryüzünde boy göstermelerinden 350 milyon yıl sonra, hayvanlar aleminin yüzde 80’ini oluşturmaktadır. Bugün 1,5 milyon tür saptanmıştır, daha da saptanacak 3-4 milyon tür olduğu sanılıyor.
-Nereden geliyor bu böcekler, ataları kim?
-Onlar da denizden çıkmış. Kabuklular, böcekler ve örümcekgiller (örümceklerle akrepler) eklemlilerden, şu ünlü eklembacaklılardandır. Bizim kabukluların sert dış iskeletleri ayakta kalmalarını sağlamış, suyun dışına çıkar çıkmaz güneş ve rüzgar yüzünden bedenlerindeki suyu yitirmelerini önlemiştir. Ciğerleri olmadığından doğrudan derileriyle solurlar.
-Peki kanatları nasıl çıktı?
-Burada da, yalın olduğu kadar göz kamaştırıcı genetik düzenlemeler etkili oldu. Bir mutasyon duyargaları ayağa dönüştürebilir. Böceklerin kanatları ile dört ayaklıların ayakları için de aynı ilke geçerlidir. Bir mutasyon geni kelebeğin dört kanadından sineğin iki kanadına geçişi sağlayıverir.
-Bütün bu bilgileri nasıl edindik?
-Bugün, eski paleontoloji ile fosillerin incelenmesine, gelişim genetiği ve canlı varlıkların kuşaklar boyu geçirdikleri değişimi inceleyen evrimsel biyoloji katılmıştır. Böylece, böceklerin çokyüzlü gözüyle omurgalıların billurumsu gözünün aynı genetik tasarıya göre oluşturulduğunu, ikisinin aynı ilk örnekten geldiklerini öğreniyoruz. Yassı kurtlardan büyük memelilere, böceklerden insana, gözün oluşumu evrenseldir.
Haşere ve böcek türleri
-Hem karada hem denizde yaşayan canlılar, böceklerin oluşturduğu harika teldolaptan yararlanmak, yeni edindikleri dört ayaklarıyla katı toprağa seğirttiler demek ki. Omurgalıların artık yerküreyi ele geçirmeye girişmeleri için tüm koşullar bir araya gelmiş durumda. Peki nasıl oluyor bu iş?
-Tetrapod yani dört ayaklı hayvanlar hâlâ suya bağımlıdır. Su ortamından kurtuldukları sırada, çoğalma sırasında, büyük bir devrim gerçekleşir. O güne dek, yumurtalar suya bırakılmakta, sonra erkeğin tohumlarıyla döllenmektedir: Larvalar çatlamakta, bedendeki değişik hücrelerin gelişmesini belirleyen kurucu genlerin salgıladıkları bir hormon yardımıyla dönüşüm gerçekleşmektedir. Hepi topu birkaç haftada bir iribaşın ya da balık yavrusunun başka bir kılığa bürünmesini sağlayan da budur: İribaşın solunumu sağlayan solungaçları yerlerini ciğere bırakır, kuyruğu yok olur, gövdesinde ayak biter. Büyüleyici bir değişimdir bu, ama amfibik varlıkları ırmak kıyılarında kalmaya zorlar. Günümüzden 330 milyon yıl kadar önce bunların kimisi, yumurtalarını yanlarında götürerek su birikintilerini aşmayı başardı.
-Nasıl?
-Tarihte ilk kez, yumurta dişinin bedeninde döllenecektir. Yumurta incecik bir zarın içindeki sıvı ve kabukla zenginleşmiş olarak yumurtlanır: körpe yavru bunun içinde, dış öğelerden ve besinsiz kalmaktan kurtularak gelişir. Bir cebin içinde embriyoyu besleyen yumurta sarısı vardır; atıkları biriktiren bir kesecik daha, üçüncü cep oksijenin dağıtımını sağlar, dördüncü cepse, ince döl kesesi, embriyoyu sarsıntılara karşı korur.
-Bu gerçek bir devrim!
-Evet öyle, çünkü omurgalıların suyla aralarındaki göbek bağını kırmalarına, karayı başarıyla ele geçirmelerine izin verir. Bir yenilik daha: Bizim ıslak, dolayısıyla, kurumaya yatkın ikiyaşayışlılar daha direngen bir deriyle zırhla bürüneceklerdir. Daha sonraları ortaya çıkacak sürüngenler bu sorunu, kemikli kabuklardan oluşan koruyucu bir katman geliştirerek çözecekler: söz konusu kabuklar, yine ince bir genetik “hile” ile kuş tüylerini oluşturacaktır.
-Demek ki sürüngenleri doğuran ikiyaşayışlı canlılar?
-Evet. Sürüngenler yaklaşık 350 milyon yıl önce ortaya çıktı. Ama bu, sürüngenlerin binlerce semenderi, kurbağayı ve daha başka karakurbağalarını kapsayacak biçimde evrimini sürdürmelerine engel olmaz. Sürüngenler arasında kaplumbağalarla yılanlar belirir, yılanların o dönemde ayakları vardır, daha sonra eriyip gider.
-Neden?
-Çünkü artık kullanılmaz. Uzun süre sanıldığının tersine, işlev organı yaratmaz. Bizim kuyruksokumu kemiği öbür memelilerin kuyruğuna benzer. İltihaplandığı zaman hastalığa yol açan solucanımsı körbağırsak, yaprak ve ot yiyen hayvanların bitkisel selülozu sindirmelerine yardım eden caccum’un ya da kalınbağırsağın bir kalıntısıdır. Aynı biçimde, atın tırnağı da beş parmaklı bir atın türevidir. Bugün, o beş parmaktan geriye yalnız tırnak içindeki ortaparmakla ilk kemiklerin, kamaların kalıntıları kalmıştır. Bunlar evrimin kanıtlarıdır.
-Sürüngenlerde de birtakım çeşitlenmeler var mı?
-Elbette. Sürüngenler serinkanlı hayvanlardır, başka bir deyişle, beden sıcaklıkları çevreye bağlıdır, bu da akla gelebilecek her türden sonuç doğurur. İki sürüngen kümesi bu sorunu aşmayı başarmıştır: Dinozor ve kuş kümesi ile hem ot hem et yiyen, 320 milyon yıl önce gelişmeye başlayan memeli sürüngenler. Bunların hepsi iç sıcaklığı düzenlemede kusursuz bir dizge (bir bütün sağlayacak biçimde karşılıklı olarak birbirine bağlı öğelerin oluşturduğu, kurduğu düzen, sistem, M.G.) geliştireceklerdir: Sıcakkanlılık. Bu dizge, beyindeki denetim merkezi aracılığıyla, beden sıcaklığını aynı düzeyde tutar; söz konusu denetim merkezi, dış sıcaklıktaki en küçük değişimleri algılayan duyu hücrelerine bağlıdır. Daha sonra kıllarla tüyler hayvanı sıcak ve soğuktan yalıtacak, deriye yakın kesimde hava katmanları saklayan su yitimini en aza indirgeyecektir. En sonunda her tür, metabolizmayı en iyi biçimde yönetmek üzere, kendi yöntemini geliştirecektir. Kış uykusuna yatan yedi uyuklayan, dağsıçanı ve ayı, beden sıcaklıklarını düşürür, böylece enerji harcamasını azaltırlar. Fillerdeyse, durmadan açıp kapadıkları, kan damarlarıyla donatılmış kulaklar bu dev yaratıkların fazla ısıyı ortadan kaldırmalarına izin verir. İnsan ve atta ise bu terleme yetisidir.
-Beden sıcaklıklarını düzenleyebilme olanağı canlı varlıkların çevreye bağımlılıklarının giderek azalmasına mı yol açtı?
-Çok doğru. Sıcakkanlılıkla birlikte, canlının ritmi değişmiştir. Dış ortamın sıcaklığı ne olursa olsun, bedenin içindeki sıcaklığı kalıcı kılma yetisi sürekli etkinliğe izin verir. Bu ayrıca, canlı varlığın değişik ortamlara uyum sağlamasını da kolaylaştırır, içgüdüden çok öğrenmeye ve deneyime bağlı başka davranış türlerine yol açar.
-Kimi memelilerin etobur, kimilerininse otobur olduklarını söylediniz. Evrim neden böyle farklı beslenme biçimleri ortaya çıkardı?
-Hayvanların başka canlı varlıklarla beslenmeleri gerekir. Doğa çok cömerttir, aynı zamanda tutumludur. Hiçbir şey yitip gitmez. Canlı varlık sürekli olarak öldürülür, yenir, çevrime katılır. Hayvanların beslenmeleriyle anatomik yapıları sıkı sıkıya birbirine bağlıdır. Ne kadar hayvan türü ve çevresel ortam varsa, metabolizmalarını çekip çevirme biçimleri de o kadar çeşitlidir. Üç büyük sınıf, etoburlar, otoburlar ve hem ot hem et yiyenlerdir. Bunlara bir de meyve yiyenleri, özellikle meyveyle beslenenleri de eklemek gerekir; böcek konusunda uzmanlaşmış böcek yiyenler; leşle ya da çürümüş organik besinlerle beslenenler, bir de elbet, başkalarının sırtından geçinen asalaklar. Hem et hem ot yiyenlerin beslenme düzenleri, yaşanan ortamdaki bütün değişimlere ayak uydurmalarına izin verir.
-Bu büyük bir üstünlük mü?
-Aynı zamanda da bir sakınca, çünkü çeşitlilik hayvanı sürekli yiyecek aramaya zorlar, buysa başka türlü bir bağımlılıktır.
Söyleşi okudukça okuma isteği uyandırıyor değil mi? O kadar çok bilgi var ki… Merak edenler için şiddetle önerdiğim bir kitap. Ne yalan söyleyeyim, hep izlemeye çalıştığım halde birçok şeyi yanlış bildiğimi anladım bu söyleşileri okuduktan sonra. Örneğin evrimin daha karmaşık yapılar oluşturmaya doğru işlemeyip çoğu kez yalınlığa doğru işlediğini, düz bir çizgi izlemediğini yani lineer olmadığını öğrendim. Halbuki her şey birbirinden evrimleşmiştir sanıyordum, meğer öyle değilmiş. Nasıl olduğunu söylesen diyorsunuz değil mi… kitaptan öğrenebilirsiniz.
Ben Metin Gülbay, herkese keyifli bir hafta sonu dilerim.
NOT: İranlı Mahsa Amini’nin saçının birazı görünüyor diye şeriatçı mollalar rejimi polisince boynu kırılarak öldürülmesini şiddetle kınıyorum. Din kurallarına yani şeriata göre yönetilmenin ne anlama geldiğini bize her gün çeşitli vesilelerle gösteriyorlar ama Amini’nin ölümü çok sarsıcı oldu benim için.
* Etnoloji, insanların etnik gruplara ayrılışını, bu grupların kökenini, oluşumunu, yeryüzüne yayılışını, aralarındaki bağıntıları ve bunların töre, dil ve kültür niteliklerini, genel kanunlar çıkarmak amacıyla inceleyip karşılaştıran, geçmişte yaşamış ve hâlen yaşamakta olan değişik kültürleri karşılaştırmalı olarak inceleyen bilim dalına verilen isimdir.