Alper Eliçin (noktakibris.com)
Şubat 2014’te yapmış olduğum Latin Amerika seyahatimin Buenos Aires (1) ve Ushuaia (2) bölümlerini daha önce iki ayrı bölüm halinde anlatmıştım. Bugün ise gezinin Arjantin’deki üçüncü durağı El Calafate’den bahsedeceğim.
El Calafate Arjantin’in güneyinde Patagonya’da bir kent. 22 bin nüfuslu bu kentin adı ‘kalafatlamak’ sözcüğünden geliyor. Britanya’dan yola çıkan, Atlantik Okyanusu’nu kuzeyden güneye aşıp Macellan Boğazı’ndan geçen gemiler, Pasifik Okyanusu’na açılmadan önce bu bölgede yetişen sarı çiçekleri olan maki türü bir çalıdan elde edilen bir reçineyle elden geçirilir, su geçirgenliği engellenirmiş. Bu bodur bitkinin adı Calafate. Yani Türkçemize de giren kalafatlama kelimesinin kökeni Patagonya’da yetişen bir bitki.
El Calafate aslında sahilde değil, arada And Dağları var ve bugün dağların batısı boydan boya Şili. Ancak bitki bu bölgede yetiştiğinden, ahşap gemiler döneminde denizcilik açısından bu yörenin önemi büyükmüş. O zamanlar ortada bir köyden başka bir şey de yokmuş. El Calafate bazı yün tacirlerinin ara sıra uğradığı bir noktaymış. 1927’de resmen bir yerleşke olarak ilan edilmiş.
Bugün kentin ana gelir kaynağı turizm ve bir miktar da hayvancılık. Kent sırtını batıda And Dağları’na yaslamış. Kuzeyinde Arjantin’in en büyük gölü olan Lago Argentino var. Bu bir buzul gölü. Güneyi ve doğusu ise hayvancılık yapılan Patagonya’nın uçsuz bucaksız pampalarıyla çevrili.
Latin Amerika seyahatini planlarken katkılarından büyük yarar sağladığım ve internet üzerinden irtibat sağladığım, Buenos Aires’te yerleşik, İzabel’in önerisi üzerine El Calafate’yi seyahat programımıza almıştık. İyi de yapmışız, zira bu küçük kasaba ve muhteşem çevresi gerçekten çok etkileyiciydi. Birkaç günümüz daha olsaydı, And Dağları’nda trekking yapmak, toprak bir yoldan günde bir kez sefer yapan bir midibüsle Şili’ye geçip Pasifik sahiline gitmemiz de mümkün olacaktı.
Iguazu Şelaleleri’nde başlayan Arjantin gezimizde, Buenos Aires’ten sonra gelmiş olduğumuz ülkenin en güney uç noktası Ushuaia’dan El Calafate’ye geçmek için en mantıklı yol yine havayoluydu. Aksi takdirde Macellan Boğazı’nı aşmak ve pek de tekin olmayan yollardan iki gün boyunca kuzeye doğru otobüs yolculuğu yapmamız gerekecekti. Mesafe 863 km imiş. Daha genç yaşlarda belki denenebilirdi ama bizim için artık pek mümkün değildi.
Havalimanına vardığımızda, Aerolineas Argentinas her zamanki gibi, bize yine bir sürpriz hazırlamıştı. O günkü tek El Calafate seferi iptal edilmişti. Sebebi Buenos Aires’teki kötü hava şartları nedeniyle Aerolinas Argentinas’ın tüm operasyonunun birbirine girmesiymiş.
Havalimanında ertesi gün için uçuş sorduğumda, dolu olduğu yanıtını aldım. Bir an aklımdan “galiba burada bir çiftlik bakmamız gerekecek” diye geçti. Tam o sırada Buenos Aires’ten, turu organize etmemizde bize büyük emeği geçen İzabel’den bir bilgi ulaştı; Buenos Aires’ten gelecek uçak El Calafate’ye yönlendirilecekmiş.
Çiftlik bakmaya gerek kalmamıştı! İzabel, ayrıca El Calafate programımızı yeniden düzenlemişti. Havalimanından bizi karşılayacak araçla otele uğramadan doğrudan bir milli park içerisinde bulunan Perito Moreno Buzulu’na gidecekmişiz.
Gerçekten de öyle oldu. Buenos Aires’ten gelen Embraer 190, El Calafate yolcularını alarak Usuahia’dan havalandı. Saat 18:10’da El Calafate Havalimanı’ndaydık. Allah’tan güney yarımkürede şubat yazın ortası olduğundan güneşin batmasına epey zaman vardı. 91 km uzaktaki Perito Moreno’ya doğru yola çıktık. Yollar iki şeritti ama, hem dümdüzdü, hem de hemen hemen hiç trafik yoktu. O nedenle 45 dakikada milli parkın kapısından girdik. Yolda dikkatimi çeken, ufka kadar uzanan bir düzlükte otlayan yüzlerce sığır oldu. Arjantin’in meşhur etleri işte pampa adı verilen bu steplerde, doğal olarak beslenen büyük ve küçük baş hayvanlardan elde ediliyor. Yedikleri, bölgeye özgü envai çeşit otlar nedeniyle de Arjantin etleri dünyanın en iyisi.
Milli parkta inanılmaz bir görüntüyle karşılaştık. Perito Moreno buzulu benim Türkiye’den, Avrupa’dan veya Kanada’dan bildiğim buzullara hiç benzemiyordu. Benzerleri sadece Alaska ve Şili’de varmış. Günde orta kısımda iki metre ilerlerken, yanlardan da 40 cm genişliyormuş. Yüksekliği 55 metre olan buzulun orta bölümünün tabanı granitmiş. Yanlarda ise 180 m suyun altına iniyormuş. Uzunluğu 14 km imiş. Buzul zaman zaman bizim üzerinde bulunduğumuz yarımadaya kadar uzanıyor ve gölü ikiye bölüyormuş. O zaman göl, su akışının durduğu tarafta 30 metre kadar yükselir, oluşan su kütlesinin ağırlığı buzdan seddi patlatır, bu muazzam doğa olayından sonra sistem yeniden dengelenirmiş. Daha geride, erişimi daha zor olan Upsala, bu buzulun dört katı büyüklükteymiş.
Buzulun karşısında fotoğraf çekerken yüzünüzde buz gibi bir soğuğu hemen hissediyorsunuz. Grubumuzdaki bir akrabamız “Iguazu’da yaşamın coşkusunu, Perito Moreno’da ölümün soğukluğunu hissettim” diye bir yorumda bulunmuş, ben de not etmişim.
Ertesi sabah 6:15’te kalktık. Transfer minibüsümüz 7:15’de otelin kapısındaydı. Öğle yemeği için otele hazırlattığımız paketleri de alıp araca bindik. Bir saat sonra Lago Argentino kıyısında Puerto Bandero’ya geldik. Burası tur teknelerinin kalktığı bir iskeleydi. İki katlı, İstanbul’daki deniz otobüslerine benzer bir katamarana bindik. Lago Argentino üzerinde yedi saatlik bir tekne gezisi planlanmıştı.
Az bulutlu bir havada, tekne bizi Upsala, Spegazzani ve bir gün önce gördüğümüz Perito Moreno buzullarına götürdü. Upsala buzulu göle bol miktarda buzdağı bıraktığından, ne kadar yaklaşılabileceğine kaptan buzdağlarının boyuna ve miktarına göre karar veriyordu. Birçok buzdağının iyice yanına yaklaşmak ilginçti.
760 kilometrekare yüzeyi ile Arjantin’in en büyük ikinci buzulu olan Upsala’ya ise ancak 10 km yaklaşabildik. Heybetli bir görünümü vardı. Bana pek inandırıcı gelmediyse de, önündeki gölün 750 metre derinlikte olduğu söylendi.
Burada ilk araştırmaları İsveç’in Uppsala Üniversitesi yapmış olduğundan buzula bu isim verilmiş. Buzulun başlangıç noktası, Şili ile Arjantin sınırının tartışmalı bir bölgesindeymiş.
Gün boyu Lago Argentino’da değişik buzulları gördüğümüz bir gezi yaptık. Akşam 18:00’de otelimize geri döndük.
Son gece için Le Tablita adlı, buranın meşhur bir kebapçısına otel kanalıyla rezervasyon yaptırmıştık. Vegeteryan dostlarımın affına sığınarak bu restoranı da kısaca anlatacağım. Arjantinliler tıpkı bizler gibi eti iyi pişmiş tercih ediyor. Ancak onların eti bizim iyi pişmiş etler gibi köseleye dönüşmüyor, yumuşaklığını koruyor. Hayvanların doğal şartlarda yetiştirilmesi nedeniyle etler son derece yumuşak. Kebap, sosis vs. yaparken kullandıkları yerel baharatlar/otlar nedeniyle ayrıca leziz bir hal alıyorlar.
Le Tablita’ya kapıdan girdiğinizde bir ateş üzerinde kızarmakta olan kuzu karkaslarıyla karşılaşıyorsunuz. Bir cam fanusun içerisinde yanan bir mangal gerekli ısıyı sağlıyor.
Restoranda size ayrılan masaya sosis, kokoreç, kuzu tandır, biftek gibi değişik et parçaları servis ediliyor. Bunların arasında benim en hoşuma gideni uzun ince sosisler oldu. Genellikle domuz etinden yapılırmış ama El Calafate’de dana eti kullanılıyor. Özgün baharatlarla nefisti…
Etin yanında da, Arjantin’de adet olduğu üzere, Mendoza şarapları veya yerel biralar tüketmek de mümkün. Ayran seçeneği sunmuyorlar.
Sonuçta nefis bir yemek yedik. Üstüne bir de mavi ağaç çileği olarak tanımlayabileceğim, Calafate bitkisinin meyvesinden yapılmış bir dondurma yedik ve mideyi kalafatlamış olarak kebapçıdan çıktık.
İleride Mendoza’yı anlatmak üzere…