Halil Ocaklı (halilocakli@yahoo.com)
II. Dünya Savaşı’ndan sonra küresel liderliğe yükselen ABD’de yaşamın bir çok alanında büyük değişiklikler yaşandı. Amerikan sineması, arabalar, müzik, edebiyat, güzel sanatlar ve eğlence alışkanlıkları dünyaya yayıldı.
Pop kültürün bir parçası olarak, modern Amerikan mutfağı da (yanlışlarıyla birlikte) yayıldı. Bu yanlışların en büyüğü; taze meyve ve sebzeyi çok az tüketmek ancak tuz, yağ ve şeker içeren “ultra işlenmiş” yiyecekleri çok fazla tüketmektir. BJM Open tıp dergisinde yer alan bir yazıya göre, günümüzde Amerikalıların % 58’i kaloriyi ultra işlenmiş gıdalardan almakta.
Ultra işlenmiş gıdalar, doğal bütünlüğü bozulmuş gıdalardır. Nihai üründe istenmeyen özellikleri maskelemek üzere çeşitli ek tatlar, stabilizatörler, renkler ve aroma artırıcılar gibi GDO’lu katkılayıcılar eklenir. Böylece ürün daha yağlı, renkli, tatlı, güzel görünür, ömrü uzar ve tüketiciyi daha bağımlı hale getirir.
Tazeymiş gibi görünmesine karşın, bu yiyeceklerin besleyici değeri kalmadığı öngörülebilir. Dondurulmuş ve/veya mikrodalgada pişirilebilir yemekler, hazır çorba, protein bar, aromalı kraker, tatlı mısır gevreği, aromalı patates cipsileri, hazır kekler, kolalı içecekler ile enerji içeceklerinin çoğu maalesef bu tür gıdalardır.
2020 kayıtlarına göre, 250 bine yakın fast food işletmesi bulunan ABD’de, erişkin nüfusun % 38’i (90 milyon) obez durumda. Kötü beslenmeden kaynaklanan sağlık sorunları ürkütücü boyutlara ulaştı. Bebekler bile obez doğmaya ve çocuklar artık anne-babasından erken ölmeye başladı.
Toplumda yalnızca küçük bir kesimin özel üyelik gerektiren kulüpler aracılığıyla, eko-organik gıdaya erişim olanağı bulduğu söyleniyor. Ekonomik olarak dezavantajlı kesimler isteseler de bir kilogram organik domates için 20 dolar ödeyemezler.
Amerikalı tıp yazarı Mark Hyman, ultra işlenmiş gıda tehlikesine dikkat çekiyor: “Amerikalıların bir yandan obezleşirken diğer yandan besin eksikliği çekmesi bir çelişki değildir. Ultra işlenmiş gıdalarla beslenen çocuğun karnı doyar ama sağlıklı büyümesine katkı sağlayacak verilere bu yoldan ulaşmaz”.
Süreçlenerek paketlenmiş üründeki gizli tehlike şudur; gıdanın raf ömrü uzadıkça besin değeri düşer, besin değeri düşünce kalori yükseltilir. Kalori yükselmesine paralel belimiz kalınlaşır. İçindekiler listesinde adını bilmediğimiz tek bir bileşen bile varsa, bu yiyeceklerden uzak durmalıyız.
Kendi evinizde yemek pişirirken MSG, aspartam, sodyum nitrit veya karragenan gibi katkılayıcıları kullanmazsınız, ne olduğunu bile bilmezsiniz. Oysa, katkılayıcıları yalnız gıda fabrikaları değil, aynı zamanda birçok yeme-içme işletmesi de kullanıyor.
Kimse isteyerek obez olmaz, özellikle çocuklar. Ancak, dünyada her gün yaklaşık 70 bin kişiye daha obez teşhisi konuyor. (Facts & statistics – WHO) Rakam korkunç.
Amerikalıların büyük bir yüzdesi işlenmiş gıdalardaki gizli tuz nedeniyle susuz kaldığını fark edemiyor. Susadıklarında ise su yerine bolca kahve, gazlı-şekerli içecekler veya enerji içecekleri tüketiyorlar. Gel gör ki, organizma aromalı sıvıyı su olarak işlemlemez.
Ayurveda, sabah ilk iş olarak ılık su içmenizi önerir. Suyun sıcaklığı mevsime bağlı olarak sıcak, ılık veya oda sıcaklığında olabilir. Kahvaltıdan yarım saat önce düzenli olarak iki bardak su içmek hem doğal bir susuzluk giderici hem de gerçek bir toksin attırıcıdır.
Amerika’daki restoranlarda servis görevlisi hemen birer bardak buzlu su getirir. Tüm buzlu içecekler gastrointestinal sistemin ısını düşürür, sindirim enerjisi zayıflar. Ilık su ise mide sıcaklığını dengeler, sindirim ve emilimde verimliliği artırır.
Yüzlerce tarım patentini elinde tutan çok uluslu biyo-teknoloji tekelleri yüzünden Amerikan gıda endüstrisi yozlaşmaya devam ediyor. Dünyanın en büyük gıda tedarikçileri ve aynı zamanda en büyük zirai kimyasal üreticisi olan dev şirketler yeni kuşakların sağlığını önemsemez. Bir de utanmadan “ama biz şirket içinde meritokrasi” (liyakat sistemi) uyguluyoruz derler.
İşte böylesine acımasız bir rejim olan kapitalizmde, şirketler yalnız diğer halkları değil kendi halkını da sömürür.
Yaşlı gezegenimiz tarımda öze dönüşü yeniden yapılandırabilecek bir aydınlanma akımına gereksinim duyuyor. Dicle ve Fırat çevresi, tahıl ıslahının ilk başladığı bölgelerden biri olarak bilinir. Bu tarihsel referansla; Göbeklitepe, Çayönü, Körtiktepe, Boncuktepe ve hatta Çatalhöyük gibi özel bölgelerde oluşturulacak ekolojik tarım alanlarıyla, bu akımı Anadolu’da başlatmak çok anlamlı olurdu.
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.