Açık Radyo’da “Babil’den Sonra” programını hazırlayan Ercüment Akçay, gazeteci Cenk Başlamış’la 25 yıl çalıştığı Milliyet gazetesini, Moskova yıllarını, Medya Günlüğü’nün öyküsünü ve genel olarak Türk medyasını müzikler eşliğinde konuştu. Aşağıda tam metni yer alan söyleşiyi ve çalınan parçaları dinlemek için: https://archive.org/details/babilden-sonra-07.03.2022-edit.-07.03.2022
-Herkese merhaba. 95.0’da Açık Radyo’da Babil’den Sonra programını dinliyorsunuz. Ben Ercüment Gürçay. Programa Paco De Lucia’nın Entre Dos Aquas parçasıyla başladık. Bugün bir konuğum var. Konuk demek ne kadar doğru bilemiyorum. Geçen yıl 3 kez birlikte program hazırladık ve sunduk. Bugün de İnternet gazetesi Medya Günlüğü’nün yöneticisi Cenk Başlamış’la dördüncü kez bir aradayız. Hoş geldiniz Cenk Bey.
-Hoş bulduk Ercüment Bey. Evet, sanıyorum bu dördüncü programımız. İkisi Genesis’le ilgiliydi. Benim gibi müzikle amatörce ilgilenen birine birlikte program yapma olanağı verdiğiniz için teşekkür ederim. Ben çok keyif alıyorum.
-Rica ederim. Ben de radyo programcılığını öğrenmeye çalışan amatör bir programcıyım. Güzel olan da bu galiba. Her zaman bu amatör ruhu taşımayı arzuluyorum…Sizinle muhabbet etmek, birlikte müzik dinlemek benim için de büyük keyif. Sizinle bugün, yöneticisi olduğunuz Medya Günlüğü’nü ve genel olarak Türkiye’deki medyayı konuşacağız. Sizin seçtiğiniz şarkılar eşliğinde tabii… Ben sizin Genesis’ten başka müzik dinlemediğinizi sanıyordum!..
-Aslında dinlemiyorum… Maalesef bu konuda tutucuyum. Benim müzik serüvenim 1980’lerde başladı. Aynı anda farklı şarkıcı ve grupları dinlemeye başladım. Zaman içinde bunlar elendi elendi ve geriye sadece Genesis kaldı. Yine de uzun araba seyahatlerinde bugün programda çalacağımız şarkıları dinlemekten keyif alıyorum.
-O zaman sohbetimize başlamadan önce bir şarkı çalalım mı? Siz anons eder misiniz?
-Tabii, bir zamanlar çok dinlediğim Simon and Garfunkel’dan bir şarkı çalalım. 1981’deki ünlü Central Park konserinden. Yardım amaçlı bir konserdi. Büyük ilgi çekti ve o dönemde yazılanlara bakılırsa 50 bin kişilik yere tam 500 bin kişi sığdı. Simon and Garfunkel söylüyor. Konserin açılış parçası: Mrs. Robinson.
-Gazetecilik serüveninize geçmeden önce güncel bir konuyla başlayalım mı? Bütün dünyanın gözü Ukrayna’da. Zaten birazdan sizin Rusya ile ilişkinize de değineceğiz. Anlatır mısınız ne oluyor?
-Çok karışık bir konu görünmekle birlikte benim açımdan olanların çok basit bir açıklaması var. NATO ya da genel olarak Batı Rusya’yı sınırları içinde yaşamaya mahkum etmeye çalışıyor. İmparatorluk hırsı süren Rusya ise sınırları içinde yaşamayı kabul etmiyor. Bence olan bu. Yani bütün bu yaşananlar Rusya ile Batı arasında yaşanan bir nüfuz alanı mücadelesi. Peki Ukrayna ne oluyor diye soracaksınız. Maalesef Ukrayna işin detayı. Yani her zaman olduğu gibi filler tepişiyor, çimenler eziliyor. Aslında akraba olan, yüzlerce yıldır birlikte yaşayan, ortak dili ve kültürü olan iki halkın böyle karşı karşıya gelmesi çok üzücü. Ben özellikle şu anda kurban ve mağdur durumunda bulunan Ukrayna halkı için çok üzgünüm.
-Evet, gerçekten çok üzücü. Dileyelim barış kazansın… Gelelim gazetecilik serüveninize. Gazeteciliğe ne zaman başladınız?
-1983 yazında, daha üniversiteye başlamadan liseyi bitirir bitirmez Türk Haberler Ajansının dış haberler servisinde başladım. 1950 yılında kurulmuş, Türkiye’nin ilk özel haber ajansı. Burası bir okul gibi. Bugün kamuoyunda tanınan pek çok gazeteci bu ajanstan yetişmiş.
-Küçükken gazeteci olma hayaliniz var mıydı?
-Hayır kesinlikle. Diplomat olmak istiyordum. Gazeteciliğe tamamen tesadüf sonucu başladım ama çok sevdim.
-Bu arada, belki dinleyenler neden programa Paco De Lucia ile başladığımızı merak etmiş olabilir. Bana program öncesi anlatmıştınız, ilginç bir anınız varmış. Dinleyenlerle de paylaşır mısınız?
-Seve seve… 1983 yılının ağustos ayında Türk Haberler Ajansında başladığımı söylemiştim. Tam o günlerde Paco De Lucia İstanbul Festivali için İstanbul’a geldi. Ben de arkadaşlarımla konserine gittim. Konserin sonuna doğru aniden aklıma onunla konuşmak fikri geldi. Yanımda ajansın verdiği kimlik kartı vardı. Konser bitince kulise gittim. Paco De Lucia ile konuşmak istediğimi söyledim. Hiç umudum yoktu aslında. Düşünsenize, mesleğe başlayalı bir hafta olmuş olmamış, 20 yaşında bir gencim. Sanıyorum o anda orada benden başka gazetecinin olmamasının da etkisiyle kendimi bir anda efsane gitaristin karşısında buldum. Tabii aradan 40 yıla yakın süre geçtiği için ayrıntıları hatırlayamıyorum. Hatırladığım son derece alçak gönüllü, zarif ve kibar bir kişiydi. Büyük ihtimalle amatörce sorular sormuşumdur. Tek hatırladığım Chic Korea ile ilgili bir soru sorduğum.
– Biliyor musunuz o konserde ben de vardım. Detayları hatırlamıyorum demiştiniz ya, ben bugün gibi anımsıyorum. İzin verirseniz o günden kısaca bahsetmek istiyorum: O konserde ilk kez Paco De Lucia’yı canlı izleme şansım olmuştu. Önceleri nadir bulunabilen kasetlerinden ve LP’lerinden az çok biliyordum onu. Ama sahnede canlı olarak izlemek bambaşka bir duyguydu…
AKM’de her hafta birçok konser yapılıyordu. O günlerde çalıştığım firma aynı zamanda AKM’ nin ses ve ışık sistemlerinin de tedarikçisiydi. Paco de Lucia Sextet, Avrupa turnesi kapsamında İstanbul’ a geleceklerdi. Biletix ve benzeri satış organizasyonları yoktu. Her önemli sanatçının konserinde olduğu gibi bu konserin biletlerinin çıktığı gün AKM gişelerinin önünde uzun kuyruklar oluşmuştu ve fiyatı hiç de ucuz olmayan 1000 bilet kısa zamanda satılmıştı. Bana Paco’ yu tanıtan ve sevdiren rahmetli Bülent abimle birlikte, AKM’nin efsane ses- ışık teknisyeni Ahmet Defne’ nin verdiği davetiyeyle konser salonuna girebilmiş ve sahnenin sağ ön tarafında yerimizi almıştık. Paco ve arkadaşları sahnede belirince dakikalarca süren, dinmek bilmeyen alkışları anımsıyorum. Gitarda kardeşi Ramon de Algeciras, basgitarda Carlos Benavent, vokal ve ritim gitarda diğer kardeşi Pepe de Lucia, flüt ve saksafonda Jorge Pardo, perküsyonda Ruben Dantas önce alkışlarla sahneye geldiler. En son elinde gitarıyla Paco sahneye çıktı. Sahnede elinde gitarıyla bir Endülüs tanrısı gibiydi Paco. Gitar ona, o gitara çok yakışıyordu. Alkışlar yükseldi, yükseldi ve dakikalarca sürdü. Sonra ilk şarkıya girdiler ve alkışlar bir anda bıçak gibi kesildi… Arada izleyici sıralarından yükselen çığlıklar… Şarkı sonlarında dinmek bilmeyen alkışlar… Konserin sonunda ısrarla devam eden alkışlar ve ardı ardına gelen bisler… Keşke hiç bitmese dediğim rüya gibi bir konserdi. Tadı hala kulaklarımda ve ruhumda…Sonra 204’te yaşadığı Meksika’nın Cancun kentinde plajda çocuklarıyla oynarken geçirdiği kalp kriziyle öldüğü haberini aldık. Oysa ki benim için ölçeğini hiç düşünmediğim insanlardandı Paco. 2019’da bu programda onu andığım bir program yapmıştım. Ruhu şen olsun! Belki bir sonraki ortak programımızda sizinle Paco De Lucia’yı konuşur, çalarız… 20 yaşında gazeteciliğe başladığınızı söylemiştiniz. Sonra ne oldu?
-1986 başlarında ajans maddi zorluğa düşünce kapandı. Ben de 2-3 ay işsiz kaldıktan sonra Milliyet dış haberlerde çalışmaya başladım. İlginç bir tesadüf, tam Çernobil kazasından 3-4 gün önce.
-Bu arada üniversiteyi ne yaptınız?
-İlk üniversitem Ankara’da ekonomiydi. Fakat işin trajikomik yanı ekonomiyle hiç ilgim yoktur. Siz de hatırlayacaksınız, 1980’lerin başında Özal’ın da etkisiyle Türkiye’de gençler arasında ekonomi işletme okuma modası vardı. Ben de o rüzgara kapıldım. Ankara’ya gideceğim belli olunca bana ajansın oradaki bürosunda çalışmayı teklif ettiler. Sevinerek kabul ettim. Ettim ama ekonominin bana göre olmadığını birkaç ayda anladım ve İstanbul’a döndüm.
-Yani üniversiteyi bıraktınız?..
-Evet. Yeniden sınava girdim ve İstanbul Üniversitesi İtalyan Filolojisini kazandım. Gayet bilinçli bir tercihti aslında ama aynı anda okuyup çalıştığım için ders kaçırmaya başladım. Bir gün baktım ipin ucunu kaçırmışım. Tekrar sınava girdim. Bu sefer Boğaziçi Tarih bölümünü kazandım. Milliyet’e girdiğimde tarih bölümünde okuyordum.
-Zor olmadı mı?
-Tabii çok zor ve yorucuydu. Okula gidebilmek için Milliyet’te geceleri çalışıyordum. Gerçi o zamanlarda basında gazetecilerin haftada iki gün izin hakkı vardı. Ben de iki gün iznimi hafta içi kullanıyordum hafta sonları da gazetede gündüz çalışıyordum. Çok yoruluyordum ama hem işimi hem de okulu çok seviyordum ki aslında tarihi laf olsun diye seçmiştim.
-Bize o günkü Milliyet’i anlatır mısınız? Bugünkünden çok farklıydı herhalde…
-Milliyet müthiş bir gazeteydi. Evet Abdi İpekçi öldürüleli çok olmuştu ben girdiğimde ama sanki ruhu bir yerlerden bizi gözlüyordu. Milliyet okulunda yetiştiğim için kendimi çok şanslı bir gazeteci görürüm. Hatta belki de İpekçi ekolünden yetişmiş son nesil gazetecilerdenim. Müthiş bir kadro vardı. Altan Öymen, Mehmet Ali Birand, Yurdakul Fincancı, Nuri Çolakoğlu Orhan Duru, Ahmet Oktay, Namık Sevik. Mesela Murat Bardakçı, dış haberlerde servis arkadaşımdı. Bu isimlerden bazıları kamuoyunda tanınmayabilir ama efsane gazetecilerdi. Daha önce 3 yıllık ajans tecrübem vardı ama esas formasyonumu Milliyet’te aldım. O zamanlar Milliyet bir aile gibiydi. Ben Milliyet’i çok severim. Bugünkü durumuna da hem çok kızıyor hem çok üzülüyorum.
-Moskova maceranıza geçmeden önce bir ara verelim mi?
-Elbette… Twitter’da takip ettiğim bir hesap var British prog diye. Geçenlerde bu hesap bir anket düzenledi. Binlerce kişi katıldı. Progressive rock tarihinin en iyi canlı konser albümü oylaması. Elbette benim de oyumla Genesis’in Seconds Out albümü birinci seçildi! İkinci Pink Floyd’un Pulse albümü oldu. İşte o oylamada çeyrek finale kalan albümlerden biri de Supertramp’ın Paris konseriydi. Çalacağımız şarkı o konserden: Breakfast in America.
-Moskova maceranız nasıl başladı?
-1985 yılında Sovyetlerde iktidara Gorbaçov geldi ve reformlar uygulamaya başladı. Bir anda tüm dünyanın gözü oraya çevrilide. O dönemde Türk basınında Sovyetlerdeki değişimi en yakından izleyen gazete Milliyet’ti. 1989 başında rahmetli Birand Moskova’ya daimi muhabir olarak gitmemi önerdi. Düşünmeden kabul ettim.
-Ama okulunuz vardı…
-Evet okulumu seviyordum ama aslında mesleğimi çoktan seçmiştim. Bölüm başkanımız Abdullah Kuran’a gittim. “Hocam durum böyle böyle… Benim için tarihi bir fırsat” dedim. Abdullah hoca durumu anladı. Aslında okula devam zorunluluğu vardı. “Tamam sen Moskova’ya git, sadece finallere gel” dedi. Yaptığı inanılmaz bir iyilikti. Kendisine şükran borçluyum. Şimdi düşünüyorum da hayır dese herhalde okuru bırakırdım. Bu konuşma 1989 başında geçti. 3. sınıftaydım. Ben de ocak sonlarında Moskova’ya gittim. Bir buçuk dönemi sadece finallere gelerek tamamladım. Herhalde o dönemde Boğaziçi’ni dışarıdan bitiren tek öğrenciyim.
-Tarihi bir dönemde gitmişsiniz..
-Gerçekten öyle. Sovyetlerin son iki yılını gördüm. Dağılışına tanıklık ettim. Ne kadar şanslı bir gazeteciyim ki tarih yazılırken içinde yer aldım. Sonra Rusya’nın kuruluşu ve kaosla geçen 1990’lar. Derken Putin’in iktidara gelişi…
-Toplam kaç yıl kaldınız?
-1989-2010 arası. 21 yıl.
-Gittiğinizde Rusça biliyor muydunuz?
-Hayır. Çok zorlandım. Bir yandan çalışıyorum bir yandan bana çok yabancı sistemi olan bir ülkeye uyum sağlamaya uğraşıyorum. Bu koşullarda bir de dili öğrenmek çok zorladı. Hiç tereddüt etmeden hayatta yaptığım en zor şey Rusça öğrenmekti diyebilirim.
-2010’da İstanbul’a Milliyet’e döndünüz…
-Evet. Fakat tabii benim bıraktığım Milliyet’in yerinde yeller esiyordu. Daha Moskova’dayken Milliyet’in son hızla duvara ilerleyen bir kamyona benzediğini görüyordum. Tam o sırada Milliyet’in satışı söylentileri başladı.
-Burada bir ara daha verelim mi? Sırada hangi şarkı var?
-Sanıyorum dinleyiciler arasında çok hayranı olan bir sanatçı: Bob Dylan. “I Want You.”
-Milliyet’in satış görüşmelerinin başladığını anlatıyordunuz…
-Dediğim gibi geldiğim Milliyet bambaşka bir gazete olmuştu. Şu manşeti atarsak iktidarı kızdırır mıyız, bu manşeti kullanırsak patron Aydın Doğan’ı zor durumuma düşürür müyüz diye konuşmalar vardı artık. Zaten benim ilk girdiğim dönemden hemen hemen kimse kalmamıştı. Düşünün kaç yıllık gazetenin yazı işlerinde ben ikinci en eski çalışandım. Sonuçta Demirören Grubu yani basın dışından bir aile alınca kendime gazetede bir gelecek göremedim. Bana kimse git demedi ama kalırsam geceleri başımı yastığa huzur içinde koyamayacağımı hissettim. Sonuç olarak 25 yıl çalıştığım gazeteden ayrıldım ki hayatımda herhalde en çok zorlanarak verdiğim karar budur. Mantıken çok kolay ama duygusal olarak çok çok zor bir karardı.
-Sonra hemen Medya Günlüğü’nü mü kurmaya karar verdiniz?
– Milliyet’ten o kadar olumsuz duygularla ayrılmıştım ki, gazetecilik defterine artık nokta koymayı düşünüyordum. Fakat bu meslek koronadan beter! İnsanın damarlarına girdi mi aşı falan kâr etmiyor, kurtuluşunuz yok. Medya Günlüğü böyle kuruldu.
-Medya Günlüğü’nün ana sayfasında “Bağımsız medya eleştiri ve fikir sitesi” yazıyor. Bu sloganı biraz açar mısınız?
-Medya Günlüğü bir haber sitesi değil. Öncelikle bunun altını kalınca çizmek istiyorum. Neden haber sitesi değil? Çünkü kimse kusura bakmasın, bugün adı haber sitesi olan ve çok okunan sitelerin neredeyse tamamı ajanslardan gelen haberleri başlığını bile değiştirmeden yayınlıyor. Bence bu gazetecilik değil. En azından beni mutlu edecek gazetecilik bu değil.
-Devam etmeden önce biraz soluklanalım mı?
-Tamam. Ben hiçbir zaman Pink Floyd hayranı olmadım ama hep saygı duydum. Sevdiğim şarkıları var tabii. İşte onlardan biri: Comfortably Numb.
-Gazetecilik anlayışınızda kalmıştık…
-Evet. Çok okunan ama tarzıma uymayan bir internet gazetesi yerine belki daha az okunan ama daha seçme yazılar yayınlamak bana daha çekici geldi. Zaman içinde 30’dan fazla yazarı oldu. Bunların çoğu aslında gazeteci değil. Herhangi bir konuda görüşlerini özgürce yazmak ama bunu yapacak bir mecra bulamayanlara bir pencere açmaya çalışıyorum. Doğrusu hangi konuda yazdıkları önemli değil. Dış politika yazan da var felsefe de, yoga yazan da var futbol da. Asıl önemlisi yazabilecekleri ortam sağlamak. Medya Günlüğü reklam almıyor, böylelikle bağımsız olduğunu göstermek istiyor. Ben bu işe para kazanma aracı olarak bakmıyorum. Bir misyon, 39 yıllık gazeteciliğimin bana yüklediği bir sorumluluk gözüyle bakıyorum. Ayrıca Türkiye’de Rusya ile ilgili en çok yorum ve analiz çıkan site herhalde Medya Günlüğü’dür. Medya eleştirileri ve Türkçenin doğru kullanımıyla ilgili çok yazı da çıkıyor.
-Medyanın durumunu nasıl görüyorsunuz ve Milliyet’ten ayrıldığınıza pişman mısınız?
-Kesinlikle pişman değilim, çok doğru bir karar almışım. Bence durum bir facia. Bunu sadece “yandaş” diye tabir edilen medya için söylemiyorum. Şu anda ideolojik bir gazetecilik yapılıyor. Herkes kendi mahallesinin tribünlerine oynuyor. Bir gazetenin ya da kanalın siyasi görüşü olmasını anlayabilirim. Anlayamadığım ve karşı çıktığım o siyasi görüşün her şeyin önüne geçmesi. Yani ister yandaş ister muhalif olsun bütün medya kuruluşlarının topluma yorumsuz, ideolojiden arınmış haber, sadece haber verme yükümlülüğü var. Siz haberi vereceksiniz, sonra isterseniz o haberle ilgili yorumunuzu ayrıca yapacaksınız. İnsanlar da habere ve yoruma bakarak kendi sonucuna varacak. Ama siz haber diye insanlara ideolojinizi dayatmaya kalkarsanız bunun adı gazetecilik olmaz. Bana Milliyet’te böyle bir gazetecilik öğretilmedi. Evet muhalif medyayı da eleştiriyorum ama onların çok zor koşullarda, büyük baskı altında çalıştığını söylemezsem haksızlık etmiş olurum.
-Sırada “Babil’den Sonra” dinleyicilerinin radyolarının sesini biraz daha açmak isteyebileceği bir şarkı var. İsterseniz siz anons edin…
-Belirli bir yaş grubunun üstündeki dinleyenlerin sevdiğini tahmin ettiğim hatta emin olduğum bir grup var şimdi. Dire Straits. Dire Straits denilince de benim aklıma ilk gelen Sultans of Swing. Mark Knopfler’ın sondaki gitar solosu geçekten müthiş.
-Son yıllarda klasik anlamdaki gazetelerin artık ömrünün sonuna geldiği ve yakında basılı gazete çıkmayacağı koşuluyor. Katılıyor musunuz? Basılı gazeteler internetle rekabet edemez mi gerçekten?
-Kısmen katılıyorum. Biliyorsunuz bu aslında tüm dünyada tartışılan konu. Elbette 24 saatte bir çıkan gazete her an güncelleme olanağı olan internet gazeteleriyle hız anlamında yarışamaz. Fakat internet haberciliğinin de şöyle zayıf bir karnı var: Her şey yüzeysel ve bütün sitelerdeki haberler birbirinin kopyası. Buna karşı baslı gazeteler olayları derinlemesine inceleyebilir, özel haberler ve yazı dizileri yapabilir. İnternetin yüzeyselliğinden kaçanlara seçenek oluşturabilir. Aslında bu bile tam kurtuluş değil çünkü tüketim toplumlarında her şey gibi haber de çabucak hızlıca tüketiliyor. Dolayısıyla basılı gazetelerin seslenebildiği kesim iyice azalacak. Bizim ülkemiz için durum daha da vahim. Zaten artık kimse gazete satın almıyor. Basılı gazetelerin ortadan kalktığı ilk ülke Türkiye olursa şaşırmayalım derim.
– Programımızın sonuna geliyoruz. Sizinle hem medya turu yapmış olduk hem de nostaljik 1980’lerin, 1990’ların şarkılarını çaldık. Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
-Bana yeniden birlikte program yapma olanağı verdiğiniz için teşekkür ederim. Son sözümü sordunuz. Aslında Queen ve Rush’tan hatta Led Zeppelin’den de parçalar çalmak isterdim, zaman yetmedi. Bir de şöyle bir durum var: Sizinle kasım ayındaki son programımızda Genesis’in 14 yıl aradan sonra çıktığı turneyi konuşmuştuk. O programda bir hata yaptık ve çalacağımızı anons ettiğimiz parça yerine Genesis’in bir başka şarkısını çaldık.
– Biliyorum benim hatamdı!
– Estağfurullah. Şimdi programı kapatırken Babil’den Sonra’da yaptığımız bu hatayı düzeltelim istedim. O programdaki anonsu tekrar ediyorum: Şarkının adı Cinema Show. Thomas Eliot’ın bir şiirinden ilham almış büyük ölçüde enstrümantal bir parça. Şarkıda Romeo ve Juliet ama aslında modern hayatta aşkın yerini cinselliğin alması anlatılıyor. Müzik otoritelerinin teknik açıdan da çok başarılı bulduğu bir şarkı. Klavyede Tony Banks’in bu şarkıdaki performansı için “zirve” diyenler var. Banks’in klavyesi bu şarkıda baskın enstrüman. Klavye bir lider gibi çok kararlı bir şekilde önden gidiyor, yolu gösteriyor, diğer enstrümanlar sadık şekilde onu takip ediyor. Biz yarım milyon kişinin geldiği 2007 Roma konserinin kaydını dinleyeceğiz. Beste 1973 yılına ait Genesis ve Cinema Show.
– Cenk Bey benim için çok keyifli bir program oldu. Bir sonraki buluşmamızı heyecanla bekliyorum. Çok teşekkür ediyorum size. Sevgili dostlar geçen hafta İzmir’den Siya Siyabend Murat’ı İstanbul’da konuk ettik. Murat 4 yıldır İzmir’de yaşıyordu ve uzun bir aradan sonra İstanbul’da Fatih Ali Emiri Kültür Merkezi’nde sevenleriyle buluştu. Yaklaşık 3 saat sahnede kaldı ve bizlere unutulmaz bir müzik ziyafeti verdi. Bu akşam Murat’la küçük bir grupta yeniden bir araya geleceğiz ve sonra onu İzmir’e yolcu edeceğiz. Haftaya Babil’den Sonra’da Siya Siyabend Murat’ın son konser kaydından şarkılar dinleteceğim. Bu programın ve önceki programların kayıtlarına FB Babil’den Sonra sayfasından ulaşabilirsiniz. Programı İnstagram’dan da takip edebilirsiniz. Haftaya pazartesi 13:00’de 95.0 Açık Radyo’da Babil’den Sonra’da yeniden birlikte olmak umuduyla ben Ercüment Gürçay, hepinize iyi bir hafta diliyorum. Esen kalın…