Metin Gülbay
Hayvanlarla yaşamak kolay değil… Her şeyden vazgeçip hayatını onlarla birlikte olmak için değiştiren insanlar her zaman hayranlık verici olmuştur. Hiçbir karşılık beklemeden, dahası elinde avucunda ne varsa onu da hayvanlar için harcamak ise bambaşka bir anlayıştır. Onlara saygı duymak değil yardım etmek gerekir, o insanlara güzel laflar edip onları övmenin baktıkları hayvanlara hiçbir yararı yoktur. Çok ilginç bir kişi Yosun Karaca. Kırklarelili, göreli olarak kırsal bir yörede doğup büyümüş, Bulgaristan göçmeni bir ailenin çocuğu. Uzun bir söyleşi yaptık ama sıkılmadan okuyacağınızdan eminim çünkü o kadar hareketli ve ilginç bir yaşamı var ki…
– Sen köy kökenli değilsin, eğitimli bir şehirlisin, nasıl oldu da böyle bir şeye evrildi Yosun Karaca?
– Evet köy kökenli değilim. Ama çok küçük bir şehirde büyüdüm ben, Kırklareli’nde. Bence evrilmedim, zaten öyleydim, tam şehrin içinde değildim, daha dışındaydık. Her zaman hayatımızda, çevremizde hayvanlar, atlar, at arabacı Çingenelerin atları vardı. Eskiden bu kadar yapılaşma yoktu, toprak yollarımız vardı, aslında bir çeşit kırsalda gibiydik.
– Köy evi miydi eviniz?
– Hayır betonarme ama müstakil bir evdi, çok büyük bir bahçemiz vardı. Kendi domates, biberimizi annemin yetiştirdiği, ayağımızın toprağa bastığı bir yerdi.
– Tek çocuk musun?
– Hayır kardeşim var bir tane.
– Sonra böyle bir karara nasıl vardın? Kırklareli’nden direk buraya mı geldin yoksa…
– Hayır, İzmir’de üniversite hayatım var, on sekiz yıl orada yaşadım. Üç yıl spor akademisinde okudum, sonra bıraktım, akademiye hazırlanırkenki hocam da söylemişti bana, “sen aslında hiç akademili değil, güzel sanatlar okumalıydın” diye. Hakikaten de haklıydı, çünkü ben gerçekten de yazmaya, okumaya, sanata daha meraklı bir çocuktum.
– Farkında mı değildin bu durumun?
– Farkındaydım ama yanlış yönlendirilmiştim. Sonra güzel sanatlar fakültesine girdim, 9 Eylül Üniversitesi’nin fotoğraf bölümüne girdim. Oradan da mezun oldum. Sonra çalışma hayatım da İzmir’de geçti, özel gün fotoğrafçısı olarak çalıştım.
– Çalışma hayatım derken, sigortalı falan bir işte mi çalıştın?
– Daha çok “free lance” çalıştım. Bir şirkette çalıştım ama sigortalı falan değildi.
– Kafana göre hareket ettin galiba?
– Öyle.
– Sonra?
– Kafamda hep bir “yolda olmak” planı vardı. Sonra İzmir’de bir dernek kurdum, Çocuklar İçin Ekoloji ve Sanat Atölyesi adında. Bu dernekte çocuklarla heykelden resme, çocuk oyunlarından el işlerine kadar çeşitli şeyler yaptık, insanların eskiden günlük hayatta kendi kendilerine yaptığı örneğin sabun gibi, şeyler yaptık. Eski çocuk oyunlarını güncelledik, onları oynadık. Çocuklarla yapılabilecek her şeyi yaptık yani. Ama sonra… küçük bir yerden gelmenin verdiği ve zaten doğaya çok sıkı bağlı olmamın getirdiği bir duyguyla ben hep bir gitme duygusu içindeydim şehirden. Şu işi de yapayım, biraz daha para biriktireyim dedim ama baktım ki öyle olmuyor bu iş, biraz yolda olmak, doğada olmak, kendi hayatımızı istediğimiz gibi yaşamak isteğiyle her şeyimi sattım, fotoğraf makinemi bile. Bir ara küçük bir karavanımız oldu, orada yaşadık. Hindistan’a gittik.
– O arada evlendin herhalde?
– Ben okuldan 2009’da mezun olduktan sonra evlendim. Derin 2010’da doğdu. Derin hep vardı bu süreçlerde, çalışma sürecimde, dernek sürecimde falan. Ama babasıyla erken ayrıldık.
– İlişkisi var mı babasıyla?
– Var var, hatta o yine evlendi, İzmir’den geldiler eşiyle, Kaş’ta bir hafta birlikte kaldılar, çok güzel bir ilişkileri var. Yine de bir aileyiz yani.
– Sonra buraya mı geldin?
– Sonra Derin’le Hindistan’a gittik. Aslında orada bir hayatı planladım. Çünkü orada dünyanın en eski komünlerinden biri var. Auroville adında, bayağı köklü bir yapısı var. Ben Derin’e hamileyken bu konuyu bulup aslında Derin’e orada doğurmak istemiştim. Web sayfalarındaki anlatım tam benim hayalimi kurduğum yaşam gibiydi. Tamamen doğaya bağlı, özgür okulların olduğu, çocukların herkese ait olduğu, her şeylerini kendi ürettikleri çok büyük bir komündü. Derin’i orada doğuramadım ama altı yedi yaşındayken gittik oraya. Ama her şey göründüğü gibi olmuyormuş. Hoşuma gitmeyen şeyleri varmış.
– Neler mesela?
– Batılı insanların yoğunlukta olduğu Uzak Doğu’da bir komün. Batılılar daha çok yönetimdeler. Pis işleri yine Hintliler yapıyor.
– Hintliler buna niye izin veriyor?
– İnanılmaz bir fakirlik içindeler. Aslında komünün oraya getirdiği muazzam bir zenginlik var. Komün bir Hint racasının hayaliymiş (Sri Aurobindo), sonra yarı Fransız yarı Türk olduğunu okudum bir yerde Mira Alfassa adında bir kadın Aurobindo’nun ölümünden sonra onun hayalini gerçekleştiriyor.
– Kuran kişi Hintli değil yani?
– Değil, dinsiz, kimsenin ayrı bir dili yok, insanlar eşit ve beraber barış içinde bir dünya kurabiliriz hayaliyle gelmiş oraya.
– Bu komünler konusu benim de ilgimi çeker, ama Hintliler oralarda niyeyse yönetici olamıyor?
– Aslında Hintliler var, ayrım yok ama…
– Sanki paralı Batılıların kendilerini eğlendirme aracı gibi geldi bana…
– Böyle dersek tam olarak doğru olmaz ama… her şeye ortak karar veriliyor ama bir yönetim var yine de. Yönetimde de daha çok Batılılar var, Hintliler de var ama ezici çoğunluk Batılılar. Baktığımda bahçe işlerini, tuvalet temizliğini, ayak işlerini sadece Hintlilerin yaptığını gördüm ve bundan hoşlanmadım.
– Komün olmaktan çıkıyor o zaman…
– Başka şeyler gördüm yani, Hani bir Fransız tuvaletleri temizliyor mu mesela? Ben görmedim. Kendilerini ayrıcalıklı görme durumundan da hoşlanmadım o insanların. Aurovilleli olmak o bölgede prestijli bir şey olmuş, bundan da hoşlanmadım. Biz orada başka bir köyde küçük bir permakültür (1) bahçesi bulduk. Sahibi karı koca ile çok iyi anlaştık. Orada yaşamaya başladık. Okulsuz çocuklarla etkinlikler yaparız diye planlar yaptık. Ama vize problemi yaşadık ve Türkiye’ye geri geldik. Tekrar gitmeyi planlarken yollar bizi Akdeniz’e getirdi.
– Ne kadar kaldınız Hindistan’da?
– Üç ay. Yıllarca kalmadık, geri dönmek gibi bir planımız vardı ama… Buraya geldik, sevdik burayı. Derin de yaşı itibariyle yolculuklardan biraz yorulmuştu. Çocuk bir yerde köklenmek istiyor. Bir aile, bir çevre ihtiyacı duyuyor, o yüzden sadece ikimizin olması bir handikap. Buraya geleli de dört yıl oldu. Akörü’de üç buçuk yıl kaldık, burada da (Kasaba mahallesinde) bir yıla yakındır yaşıyoruz.
– Kendine dışarıdan bakabilir misin diye sorsam? Yosun nasıl bir insandır?
– Bayağı zor bir soru… Bir kere hayvan tutkunu, kendini feda edebilecek derecede sevdiği şeye tutkuyla yapışan, çok hesap kitap yapmadan yapması gereken şeyi yapan bir insanım ben. Bunları çok rahat söyleyebilirim kendimle ilgili. Her zaman alternatifi arayan, içinde bulunduğu durumda doğru olmadığını hissettiği bir şey varsa onunla ilgili çok fazla kafa yoran biriyim.
– Korktuğun bir şeyler var mı?
– Korktuğum bir şeyler olsaydı asla bu yaptığım şeyleri yapamazdım. Ama hayatla ilgili, kendimi konumlandırışımla ilgili soruyorsan… Derin bebekken en korktuğum şey, o daha büyüyemeden bana bir zarar gelmesiydi, ölmem falan. Derin bebekken bana olacak her şey bana olan şey değil de Derin’in başına gelecek bir şey oluyor. En uç noktayı söyleyeyim, mesela Yosun ölmüyor, Derin’in annesi ölüyor. Belki de her annenin yaşadığı bir duygudur bu. Ama şimdi artık büyüdü ondan da korkmuyorum. (gülüyor.)
– Arkadaşlarını, dostlarını kaybetmekten korkar mısın mesela?
– Yok, korktuğum tek şey tutkuyla yaptığım şeyleri yapamayacak duruma düşmem, hastalık, sakatlık falan gibi. Ama bu da yapmam gereken şeyi engelleyen, geciktiren falan bir şey olmuyor. Yani korkularım yok, bir şey kaybetmekten korkmuyorum.
– Şu anda birlikte olduğun hayvanlarla nasıl karşılaştın?
– Atlar hayatıma girdikten sonra hayatım çok değişti, ben olmam gereken şeyi bulmuş oldum. Atları aslında çok sevmişim ama bu tutkuyu çok derinlere gömmüşüm. Çoğunu çok hatırlamıyorum, çoğunu annem bana sonradan hatırlattı. Dört yıl önce İzmir’de arkadaşımı ziyarete giderken, Menemen’in Dumanlı dağında orman yolundan, vadi yolundan yürüyerek gidiyorum arkadaşıma, onlar dağda yaşıyor, orada yılkı atlarının olduğunu biliyorum, ama hiç karşılaşmamıştık önceden, ben daha önce bir ata dokunduğumu hatırlamıyorum. Güneş doğarken, tepeden yolu aştım ve bir yılkı sürüsüyle karşılaştım, birden göz göze geldik. Eros’un oku var ya hani, kalbime saplandı o. Ben birden bire āşık oldum. İşte o an hayatım değişti. Uzun uzun bakıştık sonra, yedi sekiz atlık bir sürüydü, sürüde bir aygır vardır genellikle. O kadar gürbüz, o kadar güzel, o kadar özgür, o kadar muhteşemdiler ki… Bakıştık, bakıştık, sonra koşarak uzaklaştılar. Tepeye varınca aygır geriye doğru dönüp bana bir daha baktı, o kadar sinemasal bir şeydi ki…
– Sana mı öyle geldi acaba?
– Tabii ki bana öyle geldi (gülüyor), başkası görse “ne yapıcaz lan, at gördük, bunlar yabani, bir şey yapar mı acaba” diye korkabilir, kaçabilir ya da hiç önemsemeyebilir. Ama bana muazzam bir şey gibi geldi çünkü orada ben aşk yaşadım resmen, vuruldum yani atlara. Eve döndükten sonra başka bir şey düşünemez oldum. Buradaki bir at çiftliğine gidip durumu anlattım, “ister gül ister dalga geç ama benim başıma böyle bir şey geldi, ben gönüllü olarak burada atlara yardım edebilir miyim” dedim. Çok sağ olsun kabul etti ve ahır temizleyerek falan başladım. Atları tanımam için çok yardımcı da oldular. İlk atımı da oradan aldım, kesimden kurtarılmış bir at. Ben tabii atlarla ilgili o zaman o kadar cahilim ki o atı bana “bu çok sakin, kolay bir at, sen bununla ömür boyu idare edersin” diye verdiler ama at aslında o kadar travmatize edilmiş bir hayvanmış ki… At eğitiminde çok acayip teknikler var, hayvanı aslında öyle bir şiddetle bastırıyorlar ki hayvan ruhsal olarak kapatıyor kendini, tamamen öğrenilmiş çaresizlik durumuna giriyor. Uslu zannettiğin at aslında ruhu alınmış, mutsuz ve çaresizce insanın yap dediğini yapan bir hayvan haline geliyor. O da biraz öyleydi. Hikayelerini dinledim, biliyorum. Özgürlük alanını açınca hayvana o da karakterini ortaya çıkardı. Benim baş edemeyeceğim kadar zor bir karakterdi, saldırgandı, çünkü insanlardan hep şiddet görmüş. Mesela bana güvenmiyor, ısırıyor, çifte atıyor, ama ben ondan vazgeçmek istemedim. Çünkü bir varlık, bu hayatta o da var ve yaşadığı büyük travmalar var. Onu geri vermek istemedim çünkü aynı travmalar devam edecekti. O durumu halletmek, çözmek istedim ama kendimi inanılmaz bir at dünyasının içinde buldum ve sevdim de… bana öğrettiği, kattığı çok şey oldu. Şimdi dört atım, bir ineğim, bir de eşeğim var.
– Haydi atlara âşık oldun diyelim ama inek ve eşek nereden çıktı?
– Atlara âşık oldum ama atı alayım, bineyim, gezeyim niyetinde olmadım hiçbir zaman. Bu kadar travmatik bir at hayatıma girince at davranış bilimine, etolojiye (2) merak sardım. Sonra başka travmatize edilmiş atlar görünce onları da bırakamadım ve toplamaya başladım atları. Atlarım hor kullanılmış kötü kullanılmış, hasta olmuş, yaşlanmış, atılmış, bırakılmış, sakatlanmış hayvanlar. İki tanesi dışında diğerleri öyle. Beş atım vardı bir tanesini geçen ay kaybettim. Eşek ve ineğin hikayesi de aynı. Eşek buralarda yakın bir köyde, neredeyse iki yıldır ahırdan hiç çıkarılmamış, iple bağlı, tırnakları elli altmış santim uzamış, yürüyemeyecek halde…
– Elli, altmış santim mi?
– Evet, (eliyle gösteriyor) şu kadar uzamıştı tırnakları, bana geldiğinde. Onu da bırakamadım. Gittiğim köylerde at eşek veya ne bulursam onlarla da ilgileniyorum, yalnızca kendi hayvanlarımla değil. İneğin de bebekliğini biliyorum, burada bizim köylü komşumuzun ineği doğurmuştu, hasbelkader görmüş bulundum yavruyu. Sonra kurban bayramı için kesime gideceğini söyleyince dayanamadım. Bebekliğini gördüğüm, şimdi yedi sekiz aylık olmuş, zaten adaklıkmış, kusura bakmasınlar ama adaklarını bozduk sonra ben aldım onu.
– Para verip aldın?
– Para verip aldım. O zaman onu alabilecek param vardı. Onun canını kurtarmak daha değerli geldi bana.
– Sabah kalktıktan sonra yatana kadar neler yapıyorsun?
– Oooooohoooo. Sabah kalkıp önce atları besliyorum, sekizde kalkıyorum, sonra kediler, köpekler, tavuklar var.
– Kedin de mi var?
– Kedilerin hepsi kör, sakat, topal. Onları da kurtardım bir şeylerden. Çok seviyorum engelli hayvanlarla ilgilenmeyi. Sonra mümkünse kahvaltı hazırlıyorum ama açıkçası bunu pek yapamıyorum. Sonra işler başlıyor. Biz aslında hâlâ standart, normal, rutinimize başlayamadık. Çünkü buraya taşındık ama yapacak çok iş var, çitleme, ekilecek alanların ayrılması, hayvanların bakımı, ahırın düzenlenmesi, bunları önce tek başıma yapıyordum, sonra gönüllüler gelmeye başladı. Altıncı ayımızda gönüllülerden bir tanesi çalışan olarak devam etmeye başladı. Yani iki kişi tüm çiftlik işlerini halletmeye çalışıyoruz.
– Gönüllüleri nasıl buluyorsun?
– Workaway (3) diye bir platform var. Bir sürü sırt çantalı genç gezginler var. Bu insanlar yerel insanlarla iletişim halinde olmak istiyor, dünyayı, başka kültürleri tanımak için. Gittikleri yerlerde sadece yatacak yer ve yemek karşılığında günde birkaç saat yardım ediyorlar.
– Kaç tane gönüllün oldu?
– Altı, yedi tane oldu.
– Değişiyor mu bunlar?
– Tabii, Kanadalı, üç çocuklu bir aileden, Fransız, Tunuslu karı kocaya kadar birçok insan geliyor. Hepsi yabancı. Derin de İngilizcesini geliştiriyor onlarla. Dünyayı geziyor gibi oluyoruz, dünya bize geliyor bir anlamda. Hep başka kültürler, bambaşka insanlar… güzel oluyor.
– Seni çok öven var mı, “ne kadar güzel işler yapıyorsun” diye yoksa eleştiren de oluyor mu?
– Tabii tüm köylüler şaşkınlıkla bakıp benim ne kadar aptal olduğumu… (gülüyor), gereksiz işlerle uğraştığımı söylüyorlar ki bunu bana da söylüyorlar. Sürekli duyuyorum şunu, “ne yapıyorsun bu atlarla, al şuraya üç tane daha inek (ya da) koyun, satarsın, kesersin, sütünü içersin”. Atlara baktığım için alay ediyorlar. Atları böyle semiz, çok iyi durumda görünce at satın almaya gelen köylüler oluyor bu arada.
– Övenler ne diyor peki?
– Tabii arkadaşlarım, beni tanıyan insanlar biraz halime acımakla birlikte (gülüyor)… Sağ olsunlar gaz veriyorlar bana.
– Bu çadırı görünce mi acıyorlar? (gülüşmeler…)
– Görüyorsun bir çadırda yaşıyoruz Derin ile ama piyanosu olan bir çadır. Onun ihtiyaçlarını hallettikten sonra, belki de onunla eşit seviyede atların da ihtiyaçlarını gideriyorum. Kaba bir tābir var, at altın yer bok sıçar diye, şu anda bir atın bir yılda ot maliyeti 8500 lirayı aşıyor. Hesapla artık burada altı tane hayvan var. Bunun hastalığı var, bakımları var…
– Peki nasıl geçiniyorsun?
– Şimdiye kadar sahip olduğum küçük küçük şeyleri sattım. Babamdan kalan ev vardı onu sattım. Üç sene önce babamı kaybettik. Şu an kendi başıma ürettiğim bir şey yok, bir tane kira gelirim var. Dernek kurma sürecim de böyle başladı. Bunun bir sürdürülebilirliği yok çünkü. Atadan dededen büyük bir zenginliğin yoksa, sadece etoloji üzerine araştırmalar yaparak, pozitif yönlendirme teknikleriyle at eğitimi üzerine uzun uzun araştırıp, onları uygulayacak ve sonuçlarını tartacak vakti ben sadece sahip olduğum şeyleri satarak kendime kazandırdım. Ama bundan sonra hep birlikte yaşayabilmek için para kazanmalıyız, atların da kendi ekonomilerini döndürmeleri gerekiyor.
– Var mı böyle bir düşüncen?
– Var, kurma sürecinde olduğum dernek atlı terapiyi de kapsıyor. Çünkü ben atların rehabilitasyonu ile birlikte engelli bireylerle de ilgileniyorum. Onlarla çalışmışlığım da var. Dolayısıyla bu iki grubu bir araya getirmek muazzam bir sonuç elde etmemizi sağlayacak. Bedensel ve zihinsel engelli çocuklarla rehabilite olmuş, insana güveni yerine gelmiş bir atın bir araya gelmesi gerçekten olağanüstü bir şey.
– Hangi aşamadasın dernek kurma sürecinde?
– Dernek tüzüğünü hazırladım, belediyeden almam gereken bir belge var numarataj belgesi, bir hafta sonra onu alacağım, sonra tüm belgeleri kaymakamlığa teslim edeceğim.
– Çok merak ediyorum, hayvanlara ne yapılırsa eziyet ne yapılırsa eziyet değildir, mesela atlara?
– Bu arada ben kendimi bir vegan hayvan aktivisti olarak tanımlayabilirim.
– Veganlığı biraz sonra konuşacağız da… normal vegan da değilsin zaten (gülüşmeler)…
– Ata binmek ata eziyet değildir. Ama ata öyle bir binersin ki eziyet etmiş olursun. Hiçbir şey aslında tam olarak doğru veya sadece yanlış olamaz. Atın taşıyabileceği ağırlığın çok üstünde bir ağırlık binerse o eziyet olur ata. Ağırlığı normal, attan anlayan, ona kötü davranmayan bir insan binerse bu ata eziyet olmuyor.
– Gem takarak falan binmek mi eziyettir mesela?
– Gem ata eziyettir diyemeyiz ama gemi takan öyle bir kullanır ki işte o eziyet olur. Mesela gemsiz biniş var, burundan baskı yaparak takılan bir şey var, yani gem takmaz ama kayışsız yular kullanır ama bununla öyle bir asılır ki atın burnuna işte bu eziyet olur. Baktığında aaa gemsiz biniyor ata ne güzel, eziyet etmiyor dersin ama… Atla, tüm hayvanlarla ihtiyaç duyduğu, kaldırabileceği, onun kabul ettiği şekilde yaptığın hiçbir şey hayvana işkence değildir. Atın çalışması da, yük taşıması da işkence değildir.
– Yani at bunu severek mi yapar?
– İnsanla iş birliğini kabul etmiş bir hayvansa o zaman sen ormandan odun toplayıp eşeğinle taşısan seninle seve seve gelir. Eziyet olmaz, tam tersine vücudunu çalıştırır, spor gibi. Hayvanın da vücudunun çalışıp güçlenmesi sağlıklı bir şey.
– Peki bu atlarla engel atladıkları bir şey var…
– Evet biliyorum. Ben net olarak atların yarıştırılmasına karşıyım. Hayvanlar çok ciddi olarak travmatize edebiliyorlar hayvanları çünkü kullandıkları aletler de çok sert. Yarış atlarında 1,5 yaşında idmanlara başlıyorlar, iki yaşında çok ağır yarışlardan geçiyorlar. Dört yaşına kadar yarış koşup sonra emekli oluyorlar. Halbuki dert yaşındaki bir at bebeklikten henüz çıkmış bir at demek. Bu net bir istismar. At iki yaşında yetişkin ağırlığına, boyuna geliyor ama bu demek değil ki onun eklemleri, kasları yeterli…
– İnsandaki ergenlik çağı gibi…
– Evet aynen. Beklemiyorlar çünkü işlerine geliyor. Bir ata taylıktan çıkana kadar, dört sene yem vermek, “boşu boşuna beslemek” işlerine gelmiyor. Bir buçuk yaşındaki atları koşturup yarışlarda korkunç paralar kazanıyorlar. Ama atı düşünen yok.
– Ben hiçbir hayvanın kullanılmasına razı değilim .Çünkü usulüne uygun bile yapılsa bu yapılan kötü kullananlara ben de işkence etmiyorum ki deme hakkını doğuruyor, neyse istersen veganlığına gelelim.
– Yok bunu biraz derinleştirelim. Ben de atlar bu denli hayatıma girene kadar öyle düşünüyordum. Atlar özgür olabilsin diye üç dönümlük eski arazimizden 15 dönümlük bu araziye taşındık, sırf atlar koşabilsin özgürce diye. Atlar insanlar olmadan da kendi başlarına koşar, oynar. Bu onların sadece var oldukları için sahip oldukları bir hak. Ama atları özgür bırakmak, doğaya salmak gibi bir lüksümüz yok. Atları özgür bıraktığımız zaman ne olduğunu Artvin Hopa’da altmış tane atı TIR’da Kırgızistan’a kesime giderken yakalandığını biliyoruz. Kayseri’de olduğu gibi birtakım firmalara görev verilerek o hayvanları insanların bahçelerine zarar veriyor diye yüzlerce atı toplayıp, aylarca aç, susuz bırakılarak oracıkta ölmelerine neden olunduğunu biliyoruz. Bu atların hepsi özgürdü oysa ki.
– Adalar’da faytonlardan alınan atlar…
– O bambaşka bir mesele zaten. Bu atlar ehlileşmiş. Ben kendi atlarımı bıraksam, dolaşır, dolaşır akşam yine buraya gelir, çünkü onlar da insanla yaşamaya alışık, insan elinden yemek yemeye alışık, insanla ilişki kurmaya alışık ve bunu istiyorlar. Onlar da buna ihtiyaç duyuyor yani. Benim atlardan birisi yanıma geliyor, haydi çalışalım diyor, ona öğrettiğim bazı hareketler var, ayağını ver Gaya diyorum mesela, ayak bakımını yapabilmem için öğretmiştim, onu yapalım diyor. Yüksek bir yere çıkıp böyle sanki poz verir gibi durması falan. Atla yer çalışmaları insanla atın arasındaki ilişkiyi çok güçlendiren şeylerdir, birlikte oyun oynuyorsun aslında, bir çocukla oynar gibi. Bunu atlarıma çok sık yapıyorum. Geliyor yanıma ve öyle bekliyor, ayağını kaldırıyor, yani diyor ki “bak ayağımı kaldırdım, unutmadım, yapabiliyorum”. Yani onlar da istiyor seninle hareket etmeyi, büyük keyif alıyorlar seninle oynamaktan. Hepsinde görüyorum bu işbirliğine yatkınlığı, insanla birlikte bir şeyler yapmak, güzel şeyler yapma ve iyi vakit geçirme isteğini. Zaten özgürlerse bunu istiyorlar. Bunun yanında ben onlara layık olabilmek için özel binicilik dersi alıyorum Antalya’da, atlarıma doğru bineyim diye. İleride ben de çocuklara ata doğru binmeyi öğretebilmek için. Bir de veteriner teknikerliği okuyorum, hayvanlara doğru biçimde yardımcı olabilmek için.
– Gelelim veganlığına, anladım vegansın da nasıl bir vegansın?
– Ben var olan hayvanların yaşadıkları alanda sadece var oldukları için hak ettikleri ihtiyaçlarının karşılanması gerektiğini düşünen bir veganım. Yani kafesleri boşaltalım bütün hayvanları özgürleştirelim dediğimiz vakit, bence de kafesleri kıralım, bence de hiçbir hayvan endüstriyel üretim ve tüketim sistemi içinde asla ve asla yer almasın ama tamamen hayvancılığa bağlı, kökleşmiş yaşam biçimleri var. Adaların atlarında da öyle oldu, atlar faytondan kurtulsun, özgürleşsin, tamam da ne oldu şimdi o atlara? Faytonlar yasaklanınca atlar özgürleşmiyor ki, böyle bir alt yapı yok ki. Onlara bakılması lazım, sağlıklı olmaları lazım, alışageldikleri bir yaşam biçimleri var, on yıllardır birlikte yaşadıkları bir aileleri var, bir faytoncuyu hiç tanımadan, bilmeden direk olarak “istismarcı, hayvan sömürücüsü, türcü, pislik, kötü insan” diye yargılayıp, atını da zorla elinden alıp, faytonunu da zorla sattırdığın zaman zannetmiyor musun ki o atlar üzülmüyor, ailelerinden koparılıyor çünkü onlar da. O insanların tüm hayatı ahırda geçiyordu, tıpkı şimdi benim gibi. Ben biliyorum bir at bakmanın ne demek olduğunu. O insanlara çok haksızlık yapıldı. Dolayısıyla ben nasıl bir veganım, evet hayvanların etlerini yemiyorum, hayvansal ürün de kullanmıyorum yüzde 99. Komşuma gittiğimde kendi yaptığı yoğurdu ikram ederse ben ona “pis türcü insan, senin yoğurdunu yemiyorum” demiyorum tabii. Şükürler olsun ki birbirimizle paylaşacak bir şeylerimiz var. O bana yoğurdunu ikram ediyor ben de yiyorum. Bir de oğlum vegan değil. Onu zorlayamam bu konuda. O da et yemiyor ama yoğurt seviyor. Ben de inekleri olan iki insandan süt alıp yoğurt yapıyorum. Yani hayvanlar insanla birlikte çalışabilir, insanla birlikte oynayabilir, biraz hayvanlara da güvenelim, biraz sözü hayvanlara bırakalım. Mesela ineğim var, onu sütünü sağmak amacıyla almadım tabii, ama şimdi çiftleşmek istiyor, bağırıp duruyor, hepimizin üstüne atlıyor. Seneye onu çiftleştirmek istiyorum. bebeği olduğu zaman sütü de olacak, e ben onun sütünü buzağı doyduktan sonra sağmayacak mıyım, onu içmeyecek miyim? İçeceğim tabii, bu bana adil geliyor.
İnsan hayvanla birlikte yaşamaya alışınca gerçekten bunu bırakamıyor. Ben ağlayarak koyununu satan birçok insan gördüm. Hasta olduğunda yatağında yatırıyor, o kadar iyi bakıyor ki ona, ama başka türlü yapamıyor, gidip bir fabrikada işçi olarak çalışamıyor o insan, o kadar özgür ruhlu ki… Hayvanlarıyla birlikte ahırda yaşamayı, fabrikada alacağı beş bin liraya tercih ediyor. Ben bu insana gidip “pis, hayvan sömürücüsü mahlukat” diyemiyorum. Daha onurlu bir hayatı var. Hayat her zaman âdil olmuyor. Hepimiz hayvanlarımızla çalışıyoruz, âdilce bunu yaparsak bence dünyanın en onurlu şeyi olur. Ben böyle bir veganım. Atıma da biniyorum, ama onun bunu istemediğini hissettiğim anda yanında yürüyorum sadece. Ben yumurta yemiyorum ama oğlum yiyor, tavuklarımız var, bir arkadaşım verdi bize onları. Horoz da var, döllenecek yumurtalar da var, civciv çıkacak ama bakıyorsun tavuk yumurtayı yapıyor ve bırakıyor, yani civciv çıkmayacak o yumurtadan, biliyorsun. Yine de 2-3 gün bekliyorum kuluçkaya yatsın diye. Yeni yumurta yapana kadar o tek yumurtayı almıyorum. Belki tavuk onun orada olmasını istiyor diye. Yumurta kırılıyor bu arada. Hayvan işte veriyor sana yumurtasını, niye almayayım onu? Yumurtalar orada birikip duracak mı? Onlar da ehlileşmiş tavuklar, yaban tavuğu değiller. Diyeceğim o ki veganların handikapı şurada, hayvan davranış bilimine dair hiçbir şey bilmiyorlar, ezberlenmiş cümlelerle bir kerede insanla hayvan yaşamını silip atıyorlar. Hayvanlarıyla yaşayan, onlarla çalışan insanları çok kolay yargılıyorlar, suçluyorlar, yani türcülükle falan gibi ağır biçimde suçluyorlar. Ben de bu yüzden o ağır yargılayan veganları yargılıyorum (gülüyor.) Hayat öyle bir şey değil. Bir şey var olduğu şekliyle sadece doğru veya sadece yanlış değil. Faytoncular arasında çok korkunç insanlar vardı, faytoncu falan değillerdi. Faytonculuk çok onurlu bir meslektir. Başka meslek dallarını da barındıran, dünya kadar hayvanı ve insanı besleyen, kurtaran bir meslektir. Faytoncunun nalcısı var, sepetçisi var, tekerlekçisi var, yemcisi var, kayışçısı var, yularları, o takımları yapanları var, var oğlu var. Bunların hepsi yok oldu. Ne yapıyor bu insanlar şimdi, düşünen var mı? Bu da insanlık suçu değil mi?
– Evet doğru söylüyorsun, ama atların kullanılmasına yine de karşıyım, ama bu atların sahiplerinden zorla alınıp sonra da bakılmayıp ortada bırakılmasını hiç doğru bulmadım ben de. Belediyenin üzerinde bu kadar baskı yaratmak ve belediyenin de çok bilinçsiz bir şekilde sorunu çözmesi daha doğrusu çözememesi, atları oraya buraya dağıtıp ölümlerine neden olması bana korkunç geldi.
– Ben söyleyeyim, iki bine yakın at yok oldu. İzmir’de kesimde seksen tane at yakalandı.
– Çok haklısın… Ayrıca bu söyleşi için çok teşekkür ederim…
1-Permakültür bahçeleri; yaban hayat bahçeciliği, yenilebilir bitki peyzajı ve yerel bitki ekiminin en iyi yönlerini birleştirerek, bunları az bakım gerektiren, kendine yeten, bereketli bir ekosisteme dönüştüren teknik ve uygulamalar kullanır.
2-Hayvan davranışlarını inceler, zoolojinin bir alt dalıdır.
3-Workaway programı aracılığıyla yurt dışına gidecek kişilerin 18 yaşından büyük olması gerekmektedir. Workaway programına kayıt olan ev sahipleri; ev işleri, evcil hayvan bakıcılığı, çiftlik işleri veya asistanlık gibi çeşitli işlerde kendilerine yardım edecek konukları evlerinde ağırlamak için ilan oluşturmaktadır.