Metin Gülbay
İrlandalı bir din adamı olan Robert Walsh 1772’de doğdu. Kendisi aynı zamanda bir tarihçi ve tıp doktoruydu. 1815’te John Warburton ve Peder James Whitelaw ile birlikte Dublin Tarihi adlı yapıtı hazırladı. 1820’de İstanbul’daki Britanya Büyükelçiliği’nin rahibi olarak atanınca 1821 başında İstanbul’a geldi. 1824’te kentten ayrıldı. Burada yazdığı mektuplardan derlediği “Yunan ve Türk Devrimleri Sırasında İstanbul’da İkâmet” (1) başlıklı yapıtını 1836’da yayınladı. Walsh 1828-1832 (mayıs) yılları arasında da İstanbul’da bulundu.
1821 ile 1824 yılları arasında ya da 1828 ile 1832 yılları arasında İstanbul’da neler oluyordu acaba? Bu yazıda yabancı bir vaizin Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentinde tanık olduğu şeylerden minik parçalar aktarmaya çalışacağım.
Osmanlı’nın bir imparatorluk olması dolayısıyla farklı dinlerden etnisiteler barındırması nedeniyle dīnī hoşgörüye sahip olduğu iddia edilir. Bu tamamen doğru değildir. İmparatorluğun son birkaç yüzyılında başlardaki hoşgörünün, toplumu bir arada tutma çabasının yok olmaya başladığını görürüz. Osmanlı’da hiçbir zaman Müslümanlarla Hıristiyan ve Yahudi toplumlar eşit tutulmamıştır. Bu da egemen etnisitenin doğasında vardır. Bir ülkede hangi etnisite egemense yani siyasi ve askeri gücü elinde tutuyorsa diğer etnisiteler onun güdümünde kalmıştır. Dünya üzerinde buna uymayan bir tek örnek bile yoktur. Osmanlı’nın diğer dinsel topluluklar üzerindeki baskılarına bu açıdan bakmak gerekir.
Bir de rahatlıkla söylenebilir ki Osmanlı’da Avrupa’da olduğu gibi din savaşları yaşanmamıştır. Avrupa’da Katoliklerle Protestanlar (16. yüzyılda) birbirini öldürürken Osmanlı en gösterişli ve güçlü dönemini yaşıyordu ve dinsel hoşgörü de biraz önce söylediğim gibi en üst düzeydeydi.
“Türkler dini törenlerde çan çalınmasını hoş görmedikleri için, hiçbir ibadethanede çan çalınmasına izin verilmezdi. Müslümanlar minarelerden ezan okuyarak cemaati insan sesiyle namaza çağırırlardı. Hıristiyanlar da başka yollar bulmuştu, Rum Ortodokslar ibadet zamanının geldiğini, ince uzun madeni ya da ahşap bir levhaya tokmakla vurarak duyururlardı. Ancak bizim sarayın (İngiliz Büyükelçiliği kastediliyor, M. G. ) kapısında bir insanı onurlandırmak için kullandığımız çanın aynı zamanda Tanrı’ya ibadette de kullanılmasına izin verilebileceğini düşündüm; bu fikrimi majestelerine (büyükelçiye) açtığım zaman bana hak verdi ve çanı pazar günleri ayin zamanını duyurmak üzere çalmamıza izin verilmesi için başvuruda bulundu ve bu izni elde etti. Galiba bu topraklarda toplanmak üzere çan çalınmasına izin verilen ilk cemaat bizimki oldu.” s. 52.
Walsh’un aşağıya alıntıladığım anısını okurken çok güldüm. Cem Yılmaz’ın parodileri geldi aklıma. Bu yazıyı okusa yine o muzip tavrıyla “biliyoruz da söylüyoruz” derdi. Türklerin yabancı dile yatkınlıkları yoktur düşüncesine kesinlikle katılmıyorum. Böyle bir düşünce bilimsel değil öncelikle. Bir halkın hem de onlarca etnisiteden oluşmuş bir halkın toptan bir şekilde damgalanması hangi veriye dayanarak yapılabilir ki? Sonra dil konusunda yetenekli olan ya da olmayanlar insanlardır, halklar değil. Örneğin benim böyle bir yeteneğim yok. Bunu dile getirmekten sakınmam çünkü üç tane sözcük biliyorum diye kendimi o dili biliyorum sayamam, karşımda biri İngilizce konuşmaya başlayınca neredeyse hiçbir cümleyi anlayamıyorum. Niye biliyormuşum gibi başımı sallayayım veya “yes, hımmm, yes” diyeyim. Ayıp değil mi karşıdakine sonra, sen anlıyorsun diye konuşmaya devam ediyor.
Yeniçeriye siz de çok güleceksiniz eminim. Walsh bir gün anılarının Türkçeye de çevrileceğini düşünseydi kesinlikle ilk cümleyi kurmazdı, çünkü bu bir önyargı belirtisi. Ama unutmayın bunlar Türklere değil, Walsh’un ülkesindekilere yazdığı mektuplar, mahremiyeti var yani.
“Türklerin ya gururlarına yediremedikleri için ya da aptallık ederek bir Batı dili öğrenmek istemediklerini duymuştum, aslında yeniçeriler görevli oldukları saray sakinleriyle sürekli iletişim içinde olmalarına karşın, her dakika duydukları bu dilden tek kelime öğrenmemişlerdi. Bu gezide bize eşlik eden yeniçeri bir bayraktardı ve birliğindeki kıdemlilerden biriydi. Canlı renkteki giysileri, bembeyaz sarığı ve kıpkırmızı cüppesine sarınmıştı, biz de ona resmi bir görevli gibi davranarak beklediği saygıyı gösterdik. Bana anlatılanlardan sonra İngilizce konuşabileceğini düşünmemiştim, daha yanıma yaklaşmadan bana İngilizce olarak ‘nasılsınız?’ diye sorunca şaşırdım ama daha ben cevap vermeden gene kendisi bu sefer biraz bozuk bir İngilizceyle ‘Evet, çok iyiyim, teşekkür ederim’ (Belly bell, I thank you – yes) dedi. Sonradan bütün bildiğinin bu kadar olduğunu anladım, bundan çok gurur duyuyordu ve her fırsatta söylüyordu. Bir yeniçeri özellikle bir Frenk’e eşlik ettiği zaman özellikle gururlanıyor, onun hizmetkârı değil de patronu ve hamisiymiş gibi davranıyordu. Kuşağına taktığı gösterişli tabancası ve yatağanıyla önemli bir iş yapıyormuş havasında önümüzde yürüyor, elindeki āsāyı kalabalık içinde bize yol açmak için sağa sola sallıyor ve işini yaparken, ayrım gözetmeksizin hem Türkleri, hem de Hıristiyanları yana iterek bize yol açıyordu.” s. 55-56.
İstanbul alındıktan sonra Fatih Rumları gerçekten gözetim altında olsunlar diye mi Fener’e yerleştirdi bilmiyorum. Ama Fener’de Rumların deyimiyle Constantinopolis Ekümenik Patrikhanesi var. Onlar da kendi kutsal mekanlarına yakın bulunmak istediler herhalde ki bu da en doğal hakları. Fatih bu duruma saygı göstermiş diye düşünürdüm ben olsam. Walsh’tan bir ön yargı daha işte. Lütfen bunlara dikkat ederek okumaya devam edin.
“Türkler İstanbul’u fethettikten sonra geride kalan Bizanslıları buraya (Fener’e, M. G. ) yerleştirerek, gözetim altında tutmak istemişlerdi. Galata’da olduğu gibi bu mahalle de mazgallı surlarla çevriliydi, sur içinde dar ve pis yollar ya da patikalar vardı, önündeki liman ile arkasındaki yüksekçe tepe mahallenin sınırlarını belirliyordu. Üstüne çeşitli āsālar, bayraklar ve burayı korumakla görevli yeniçeri bölüğünün işaretleri olan kapıdan içeri girdik.” s. 56-57.
“Osmanlı’da ilk matbaa İspanyol göçmeni David ve Samuel İbn Nahmias Kardeşler tarafından İstanbul’da kuruldu. İlk kitap, Yakup ben Asher’in Arba’ah Turim eseri 13 Aralık 1493’te basıldı.” (2)
Ancak “matbaada Türkçe ve Arapça basmak yasaktı.” (3)
Walsh ise matbaayla ilgili bir başka olayı anlatıyor.
“İstanbul’da ilk Rum matbaasını kuran kişi Kirillos Lukaris’ti. Kandiye’de doğmuş, İtalya’da eğitim görmüş, oradan gittiği Hollanda’da Reform Hareketi’nin, özellikle de Kalvin’in ilkelerini özümsemişti. Hollanda elçisiyle birlikte geri döndükten sonra (1. Kirillos adıyla 1612’de ve ikinci kez 1621’de) patrik seçildiği zaman bu ilkeleri Rum Ortodoks kilisesinde uygulamaya girişmiş, Ortodoks İnanç Bildirisi’ni (Confessio fidei) hazırlamış ve öğretilerini basıp dağıtabilmek amacıyla 1621’de patrikhanede bir matbaa kurmuştu… Latinlerin entrikaları ve yaşamı boyunca dönemin ruhban sınıfınca Ortodoks bulunan görüşleri reddedildiği için Sadrazam tarafından idam edilmiş*, düşüncelerini yayabilmek amacıyla kurduğu matbaa da tahrip edilerek denize atılmıştı. Bu tarihten itibaren İstanbul’da Rum matbaası kalmamış, yenisi ancak 140 yıl sonra kurulabilmişti.” s.58.
Yukarıda geçen dinsel hoşgörüye ilişkin satırları anımsayın. Kitaptaki editoryal bir dipnottan aktarıyorum. Bu not Walsh’a ait değil. Yani onun anıları değil tarihsel bir bilgi.
“Müslüman olmayanların (zimmi) nasıl başlık takacakları fermanla düzenlenirdi. Örneğin kavuğa beyaz tülbent sarmak sadece Müslümanlara ait bir haktı. 3. Murad dönemine kadar Ortodokslar mavi, Ermeniler alaca ve Yahudiler sarı renkte sarık giyebiliyordu. Ama Murad döneminden itibaren sadece kalpak veya serpuş (başlık) giymelerine izin verildi. 1568 tarihli düzenlemeye göre Ermeniler başlarına karışık renkli kuşak bağlayacak, içine giydikleri siyah, ayakkabıları da mavi olacaktır. Yahudiler ise mavi ve siyah giysiler kullanacak, içlerine giydikleri dolamaları da yine mavi ve siyah olacaktır. 1580 tarihli fermanda ise Yahudilerin kırmızı şapka, Hıristiyanların ise siyah şapka giymeleri gerekliliği belirtilmektedir. Zimmilerin başlık renkleri zaman zaman değişikliğe uğramışsa da siyah ve mavi genel olarak gayrimüslimlerle, sarı ve kırmızı Yahudilerle, mavi Ortodoks Hıristiyanlara özdeşleşmiştir.” s. 61-dipnot.
Osmanlı’da afyon bayağı tüketiliyordu, bildiğiniz kahvehanelerde. Afyon çiğnemek eski dönemlerde birçok ülkede günlük hayatın bir parçasıydı.
“Civarda özellikle görmek istediğimiz yerler arasında afyon içilen buraya has kahveler ile tımarhane (Bimarhane) vardı. Onun için tepelere tırmanarak Süleymaniye Camisi’ne ulaştık; ikisi de caminin yakınındaydı ve bize söylendiğine göre birisinin tiryakileri, öbürünün hastası oluyordu.” s. 65.
Şimdi yapacağım alıntıyı okurken her şey çok tanıdık geldi. Üzerinden iki yüz yıl geçmiş ama kentlerimizde değişen bir şey olmamış demek ki. Üstelik yalnız İstanbul değil bugün tüm kentlerimiz benzer durumda. Estetikten yoksun bir halk olduğumuz, kendi kendimize güzellikler yaratmakta sınıfta kaldığımız belli oluyor. Walsh’un “dar kaldırım” betimlemesini okurken Üsküdar’da yaşarken girdiğim sokakların neredeyse tümünde bunu gördüğümü hatırladım. Bunları bize yöneltilmiş haklı eleştiriler olarak okuyorum. Ön yargılarla yazılmış olanları tabii ki dikkate bile almıyorum ancak yabancıların bu yazdıklarından ders çıkarmamız gerektiğini düşünüyorum, kızmayı aklıma bile getirmiyorum. Bunlar bize hakaret etmek için yazılmış eleştiriler değil çünkü, “keşke böyle yapmasalar şöyle yapsalar” diye yöneltilen eleştiriler.
“Kentin aşağı taraflarından geçerken buraların epeyce kalabalık olduğunu gördük, tıpkı (Londra’daki) Cheapside ya da Strand gibiydi, ancak burası çarşı pazarın ve vapur iskelelerinin olduğu yerlerdi, herkes alış veriş yapıyor ya da gelip geçiyordu ama buradan uzaklaşıp kentin yukarılarına doğru çıkarken giderek etraf tenhalaştı, bizden başka kimselerin olmadığı yollardan geçtik. Bu, özellikle Yedikule’ye yaklaşırken dikkatimizi çekti, surların içindeki geniş araziler bomboştu, ortalıkta kimseler olmadığı gibi ev de yoktu. Yol üzerindeki evlerin hepsi yanmış ya da yıkılmış, yenileri yapılmamış, geriye kalan damsız duvarları otlar bürümüş, köpekler bile burayı terk etmişti.
Kent uzaktan çok davetkâr görünse de içi tam tersine son derece kasvetli görünüyor. Her tarafta adı bile olmayan eğri büğrü, daracık yollar var; bazıları yokuş yukarı ya da aşağı, bazıları da yamaçlarda kıvrıla kıvrıla uzanıyor. Kaldırım taşı olarak kullanılabilecek irili ufaklı çakılların toplanabileceği bir kıyı şeridi yok, ayrıca Türkler de başka türlü taşları birbirlerine uydurarak döşemeyi düşünmemiş görünüyorlar. Onun için sokaklar biçimsiz taşlarla gelişigüzel kaplanmış, keskin köşeleri üst üste gelmiş ya da aralarında boşluklar kalmış. Bazı yerlerde evlerin önünde otuz santimlik dar kaldırımlar var, ama bunlar o kadar düzensiz ve basamaklarla ya da başka engellerle o kadar çok kesintiye uğruyor ki, en iyisi gene yolun ortasından yürümek. Tekerlekli arabalar yok, çünkü bu yollardan geçmesi mümkün değil, arkalarından uzun tahta levhalar ve kalaslar çeken katırlar ve atlar hem bu kalabalık geçitleri tıkıyorlar, hem de arkalarındaki tahtalar evlerin duvarlarına çarpıp duruyor, size de onların üstünden atlamak ya da bacağınızı kırmaktan başka çare kalmıyor. Avrupa’nın herhangi bir yerinde daha iyi yollar yapılmış ya da geniş açık alanlar bırakılmış olmasını beklersiniz ve bulursunuz da, ama burada hepsi aynı, adımınızı attığınız ilk dar ve pis yol size çevresi hepi topu 21 kilometre olan bütün kentin sokaklarının neye benzediğini gösteriyor. Önünüzde uzanan yamaçların üstüne çok güzel serpiştirildiği görünen ağaçları ve yapıları hiç gidip göremiyorsunuz. Öte yandan alelade, bakımsız evlerin neredeyse çatıyla birleşen ahşap çıkmaları (cumba), ışığı kestiği gibi bütün manzarayı da engelliyor.”” s. 76
Bir de Türklerin ünlü boş inançlarının Walsh’daki yansımasına bakalım. Örneğin Türklerin bugün hâlâ çok korktukları nazar boş inancı ona nasıl görünmüştü?
“İnsanların davranışları kaba değildi ama bazı ön yargılar söz konusu olduğunda bu değişebiliyordu. (Örneğin) nazar (değmesi) ortak bir endişe kaynağı, ondan kaçınmak için çeşitli şeylere başvuruyorlar. Evlere ve dükkanlara astıkları mavi ya da başka parlak renkli nazarlıklarla insanların bakışlarını, dolayısıyla kem bir gözün etkisini o nesneye yöneltmiş oluyorlar. Genellikle merak uyandıran bir şey gördüğümüz zaman dükkânın ya da herhangi bir yerin önünde durup bakarsak rahatsız oluyor ve bazen bize yolumuza devam etmemiz için işaret ediyorlar. Bir keresinde bir şekerci şehriye çeker gibi macun yapıyordu, gözlüğümü takıp ona bakınca öfkeyle bana döndü ve macun kabını yüzüme fırlatmakla tehdit etti. Hazırladığı macunu berbat ettiğimi düşünüyordu.” s. 77
İşçiler “hayır” deyince kaptan paşa çaresiz kaldı
Ticaret filoları tarih boyunca önem taşımayacak kadar az olan Türklerin bugün bile övündükleri Osmanlı donanmasıyla ilgili bir anısı da var Walsh’un. Anlıyoruz ki 1500-1600’lü yılların güçlü donanmasından pek bir eser kalmamış 1820’li yıllara, özellikle donanma mürettebatı açısından. Bir başka açıdan bakılırsa bambaşka bir şeyle karşılaşıyoruz. Sultanın ağzından çıkan her sözün yasa sayıldığı Osmanlı’da sultanın bile sözünün işleyemeyeceği şeyler oluyormuş. Bir meslek topluluğuna zorla bir şey yaptırabilmek her zaman mümkün olmayabiliyormuş, Rum kayıkçılara örneğin.
“Türklerin başvurabilecekleri ticari ilişkileri olmadığı gibi, donanmaya adam toplayabilecek ticaret gemileri de yoktu. Ancak kaptan paşa bu durumda Boğaz’daki bütün kayıkçıların bu amaçla kullanılmasını önermişti. Kendisi de onlar gibi eskiden bir kayıkçıydı ve hiçbir gemide seyretmemişti, dolayısıyla onların da bir gemiyi yürütebileceğini tahmin ediyordu. Bu nedenle kayıkçıları tayfa olmaya ikna etmeye çalıştılar ama kimse kabul etmedi. Ondan sonra bizde de olduğu gibi onları zorlamaya başladılar ama kayıkçılar hem sayıca çok hem de güçlü bir camia olduğu için öylesine büyük bir direnç gösterdiler ki bu girişimden vazgeçmek daha mantıklı göründü. Hükümetin despotik tavrına ve dinmeyen öfkesine karşın, yetkililer bu kızgınlığı daha da şiddetlendirmeyi göze alamadı. Onların ortadan yok olması İstanbul, Pera, Skutari (Üsküdar) ve Boğaz arasındaki tek taşıma aracı olan kayıkların işlemeyeceği ve gündelik yaşam akışının duracağı anlamına geliyordu. Bu açıdan İngiltere ile Türkiye arasındaki bu büyük fark bana çok şaşırtıcı geldi, yeryüzündeki en özgürlükçü yönetimde en ufacık bir zorunluluk olduğunda, büyük ve güçlü bir sınıfın yurttaşlık hakları hiç gözetilmeden onları ailelerinden ve işlerinden uzaklaştırmak mümkünken, en despotik sistemde hükümetin çok ihtiyacı olsa bile, onlardan birini istemediği bir şeyi yapmaya zorlamaktan kaçınılıyor.
Bunun üzerine Türkler bu konuda daha becerikli ve etkin olan başka gruplardan yararlanmaya karar verdi. Pera ve Galata’nın taşımacılık işlerinde birinin hizmetinde çalışmaya hazır durumda çok sayıda işsiz Ceneviz, Maltalı, Ragusalı (Dubrovnikli) ve başka Avrupa ülkelerinden denizci daima bulunuyordu. Onların sık sık uğradıkları kahvelerin sahipleri Babıāli’ye giderek yardımcı olmak istedi. Bunlardan bazıları gönüllü oldu, bazıları da iyice alkollüyken tuzağa düşürüldü. Ama hepsi tayfa olmayı kabul ederek Rumların yerini aldı. Türkler o günün koşullarında savunmayı Hıristiyanlara emanet etmekten pek hoşnut değillerdi, ama başka seçenekleri yoktu.” (4)
Walsh’un anıları bize Sultan 2. Mahmud döneminden gerçek tanıklıklar, veriler sunuyor. Böylesi tanıklıklar birinci elden belge niteliğinde olduğundan, tabii ki ikinci ve üçüncü kaynaklardan doğrulayarak, bir dönemi anlamak için çok yararlı oluyor.
Ben Metin Gülbay, herkese keyifli bir hafta sonu dilerim.
* İdam edilen ilk patrik Birinci Kiril idi ve Dördüncü Murad’ın saltanatı sırasında, 1638’de asıldı. İdamın sebebi hiç de öyle zannedeceğiniz gibi siyasî falan değildi, tamamen dinî idi. O yılların Avrupası’nda mezhep çatışmaları vardı, Cizvitler ile Kalvinciler birbirlerini yemekle meşguldüler ve dört defa azledilen ama beşinci defa seçilip yeniden patriklik tahtına oturan Kiril’in, reform taraflısı Kalvinciler’in tarafını tuttuğu iddia ediliyordu. Cizvitler’in yönlendirdiği İstanbul’daki Fransız ve Avusturya elçileri, Bâbıâlî’yi “Patrik’in Kalvinci olduğu” konusunda ikna ettiler ve dolayısıyla da Kiril’in başını yemeyi başardılar. Kiril, “Rum teb’a arasına dinî nifak soktuğu” iddiasıyla 1638’in 26 Haziranı’nda Rumelihisarı’nda asıldı ve cesedi denize atıldı. https://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/224086-hata-yapmisim-idam-ettigimiz-patrik-sayisi-iki-degil-ucmus
1-Bu yazı Robert Walsh’un İstanbul’daki gözlemlerini aktardığı ve Kitap Yayınevi’nce yayınlanan “İrlandalı Bir Vaizin Gözüyle 2.Mahmud İstanbulu” adlı yapıtından yararlanarak yazıldı.
2-https://tr.wikipedia.org/wiki/Matbaac%C4%B1l%C4%B1k.
3-http://acikerisim.fsm.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/11352/1256/G%C3%BCnd%C3%BCz.pdf?sequence=1
4- R. Walsh, s.167-168.