Ludwig Wittgenstein (1889-1951), 20. yüzyılın en etkili filozoflarından biri olarak kabul edilmektedir.
Varlıklı bir sanayici ailenin en küçük çocuğu olarak Viyana’da doğdu ve mühendislik eğitimi aldı. Oldukça farklı iş dallarında çalıştıktan sonra, 1938’de felsefi çalışmalarını sürdürmek üzere İngiltere’ye taşındı.
Kant, Frege, Schopenhauer ve Freud gibi düşünürlerden etkilenen Wittgenstein; dilin doğası, mantığı, kullanımı ve sınırlarıyla ilgili benzersiz bir bakış açısı geliştirdi. Kendine özgü perspektifi, dil felsefesine dair geleneksel yaklaşımlara yeni bir boyut kazandırdı ve var olan anlayışı zenginleştirdi.
Erken dönem felsefesinde, dili gerçekliğin aynadaki bir yansıması olarak tanımlıyor ve gerçekliği dışa vurmanın bir aracı olarak görüyordu. Her kullanılan sözcüğün, kurulan her cümlenin yarattığı işlevsel anlamla gerçekliğin belirli bir yönünü yansıttığını düşünüyordu. (K. Anthony. Wittgenstein. Blackwell Yayıncılık, 1973)
Wittgenstein’ın dilin işlevine ilişkin görüşlerine göre, dilin bir deneyimi ya da düşünceyi olduğu gibi aktaramaması, gerçekliğin tam bir görüntüsünün elde edilemediği anlamını taşımaktadır. Tanımsal olarak bu durum, dilin sınırlarla karşılaşması nedeniyle aynanın eksik ya da bulanık bir yansı vererek gerçekliği bütünüyle yansıtamaması olarak tanımlanmıştır.
Bu anlayışa göre dil, düşünce, duygu ve bilgi ile doğrudan etkileşimde bulunarak insanın mental işleyişinde merkezi bir rol oynar. Dolayısıyla, dünyayı algılama ve anlama örüntülerini belirlemekle kalmaz, kullandığımız kavramlar ve yapılar aracılığıyla gerçekliği de düzenler. (B. Robert. Making It Explicit, Harvard U. Press, 1994)
Wittgenstein, “dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” şeklindeki ünlü sözüyle dil ve zihin felsefesi üzerinde derin bir etki bırakmıştır. Bu tanım, kullandığımız dilin yalnızca paylaştığımız içeriği değil, aynı zamanda dünyayı algılama ve anlamlandırma kapasitemizi de sınırladığını vurgulamaktadır.
Dil, karmaşık bir sistem olarak bireysel ve toplumsal düzeyde algısal dünyamızın temelini oluştururken duygusal deneyimlerimizi ve düşünme süreçlerimizi de biçimlendirir. Ancak, Wittgenstein iletişimsel içeriğin öznel bilgi birikimi ve düş gücüyle sınırlı olduğunu unutmamak gerektiğini belirtir.
Düşünürün felsefi düşüncelerini etkileyen ilginç bir mesleki kariyeri olmuştur. Örneğin mühendislik geçmişi dilin mantıksal yapısına olan ilgisini artırmış, öğretmenlik deneyimi dil kullanımının önemini fark etmesini sağlamış, askerlik hizmeti ise yaşam ve ölümün anlamı üzerine düşünmeye yöneltmiştir. Son olarak, Cambridge Üniversitesi’nde felsefe profesörü olmadan önce kısa süre bir manastırda bahçıvan olarak çalışmıştır. (K. Anthony, 1973, Wittgenstein, Penguin Books)
1921 yılında yayımlanan ünlü kitabı “Mantıksal-Felsefi İnceleme” (Tractatus Logico-Philosophicus) felsefi sorunların derinlemesine bir incelemesidir. Wittgenstein, dilin dünyayı temsil ettiğini ve felsefi sorunların dilin sınırlarının aşılmasıyla çözülebileceğini savunur. Eserlerinde, dilin rolü ve sınırlamaları üzerine düşüncelerinde beliren evrim gözlenebilmektedir.
Daha sonraki çalışmalarında, Wittgenstein dilin anlamının kullanımından türediğini savunmuş, felsefi sorunların ise kavramların eksik ya da yanlış kullanımından kaynaklandığını belirtmiştir. Bu görüşlerini “Felsefi Soruşturmalar” (Philosophical Investigations) adlı eserinde açıklamıştır.
Wittgenstein’ı anlamak için dilin sözcükler ve cümlelerle sınırlı olmadığını, tersine çok boyutlu ve çok bileşenli bir yapıya sahip olduğunu benimsemek önemlidir. Ona göre dil, her bir sözcüğün ve cümlenin belirli bir özelliği simgelediği ayrıntılı bir haritaya benzetilebilir.
Haritadaki her bir simgenin gerçek dünyadaki bir öğeye karşılık gelmesi gibi dildeki her bir sözcük veya cümle de gerçek dünyadaki bir öğeye, kavrama ya da olguya karşılık gelir. (C. Diamond, Wittgenstein’s Later Philosophy, 2015)
Benzer olarak dil; her fırça darbesinin, rengin ve çizginin gerçekliğin bir parçasını temsil ettiği bir tablo olarak da düşünülebilir. Resimdeki her bileşen birbiriyle ilişkilidir ve resmin bütününe katkıda bulunarak anlam yaratır. Aynı şekilde dildeki her sözcük ve cümle de birbiriyle ilişkilidir, dilin bütününe katkıda bulunarak anlam yaratır.
Wittgenstein’ın dil felsefesi resim teorisi aracılığıyla daha iyi anlaşılabilir.
İlerleyen dönemlerde Wittgenstein; dilin işleyişini bir oyuna benzetmiş, statik bir ayna yansısından çok kendi kuralları olan bir oyun gibi davrandığını vurgulamıştır. Aslında oyun metaforu, dilin özgün kurallarla belirlenmiş bir iç tutarlılığa sahip komplike bir düzenek olduğu düşüncesini öne çıkarmaktadır.
Örneğin satranç, futbol ve papazkaçtı gibi oyunlar temelde birbirinden farklıdır, ancak ortak bir özelliği paylaşırlar: Oyunda neyin yapılıp neyin yapılamayacağını ve hedefe nasıl ulaşılacağını tanımlayan bir dizi kural vardır. Benzer şekilde, diller birbirlerinden büyük ölçüde farklılık gösterse de her birinin işleyişini yöneten kendi kurallar sistemi vardır.
Wittgenstein 1930’lardan itibaren yazılarında ve öğretilerinde dilin doğasının belirsiz olduğuna, dilsel tanımların ise açık uçlu olduğuna sıklıkla değinmiştir. Bu düşünceden yola çıkarak, karşılıklı etkileşimin kuralları olmasının sözcüklere anlam tamamlayıcı nitelik kattığı görüşünü öne sürmüştür.
Ludwig Wittgenstein, sözcükleri iletişim aracı olmanın ötesinde, gerçekliğimizi biçimlendirme ve dışa vurma işlev gören boya fırçaları olarak algılamak gerektiğini savunur. Bu bağlamda, dilimizin sınırlarının, algıladığımız dünyanın sınırlarını da belirlediğini anlamak önemlidir.
Özetle, Ludwig Wittgenstein dil felsefesinde ortaya koyduğu yeni perspektiflerle 20. yüzyılın en etkili filozoflarından biri olmuştur. Görüşleri felsefeyle sınırlı kalmamış olup dil bilim, psikoloji, bilgisayar bilimi ve eğitim gibi geniş bir yelpazede de önemli etkiler yaratmıştır.
Bununla birlikte, erken ve geç dönem olmak üzere “iki Wittgenstein” güçlü bir ortak düşüncede birleşir: Felsefe, soyut bir kavram spekülasyonu değil, dilden başlayarak içeriden ilerleyen bir kavramsal açıklama etkinliğidir.