Buket Başer
Yarışın başlamasına yirmi dakika kalmıştı. Teknedeki yerlerimizi almış, antrenörümüzü dinliyorduk:
“Beş dakika” dedi, “Yarış sadece beş dakika sürecek. Sıkın dişinizi!”
Kalbim güm güm atıyordu. Derin bir nefes aldım. Hocaya göre kısacık olan o beş dakika bana beş saat gibi geliyordu. Ekibe çok güveniyordum ama ben o beş dakika dayanabilecek miydim?
Sapanca Kırkpınar’daki kürek yarışı 1000 metre mesafede yapılacaktı. Usta kürekçiler için çok kısa olan bu mesafe benim için çok uzundu. Bugüne kadar 1000 metreyi hiç yüksek tempo ve kesintisiz gidememiştim. Sonunda hoca, ben tempoya yetişemiyorum diye hamlayı arkaya oturtturup (ters gittiği için aslında teknenin önü oluyor) beni hamla koltuğuna oturtmuştu. Böylece benim için senkronizasyon derdi ortadan kalkmış oldu. Hamla, yani ben hangi tempoda çekersem ekip uyacaktı. Bu da başka bir karın ağrısına sebep olmuştu. Arada kaynayıp gidemezdim. Ya tempoyu düşürürsem ya küreğimi takarsam ya kalbim dayanmazsa ya yarıda bırakmak zorunda kalırsam…
İçimden sürekli tekrar ediyordum: “Son nefesine kadar çekeceksin o küreği, sakın bırakma!”
Aklımdan geçen bin bir felaket senaryosunu duymuş olacak ki Ulaş Hoca “Stres yapmayın, kötü şey düşünmeyin!” diyerek kara bulutların arasına girdi ve sonra bana dönüp en duymak istemediğim şeyi söyledi:
“Artık düşük tempo yok Buket!”
Şaka yapıyor olmalıydı. Ne demek düşük tempo yok? Biz o yarışı tamamlayalım da öpüp başına koysun! Saçı olsa saçını başını yolabilirdim.
Ben karmaşık duygularımı dizginlemeye çalışırken dümenci “sağı üstünüze alın” diye bağırdı. Aman Allah’ım, hareket ediyorduk, iskeleden ayrılmıştık. Artık kaçacak yerim yoktu. Biliyordum ki bugün heyecandan ölmezsem uzun yıllar yaşayacaktım.
Neyse ki dümencimiz Elif’ti. Onun sakinliği bana huzur veriyordu. O farkında değildi ama stres seviyemi düşürüyordu.
Hoca “Sadece dümencinin gözlerinin içine bakacaksın!” demişti. “Sağ sola bakmak yok. Dümenci teknenin patronudur.”
Böyle patrona can kurbandı. Dümenci ile karşılıklı oturuyorduk teknede. Sakinleşmek için hemen gözlerine baktım ama o da ne? Elif güneş gözlüğü takmıştı. Gözlerini göremiyordum. Mecburen sesiyle idare edecektim.
Güneşli, sakin bir gündü. Su o saatlerde şansımıza şahaneydi. O güzel havada kürekleri biraz fazla çekmiş olmalıyız ki yarışın başladığı yeri kaçırdık. Elif “start nerede ki?” deyince benim nabız yine yükselmeye başladı. Arabayla yol ararken yol kenarındaki insanlara yön sorar gibi gölde az ilerdeki bir tekneye yarışın nereden başladığını sorduk. Sonra da halimize gülmeye başladık.
Kürek yarışında yarışa başlamadan önce tüm teknelerin hizalanması ve sabit durması gerekiyor. Suda azıcık dalga, akıntı olsa bile tekneleri sabit tutmak ayrı bir stres. Hakemler ellerinde megafon bir o tekneye bağırıyor, bir bu tekneye. “305 parkuruna gir”, “418 ilerle”, “323 toparlan…” Benim gözüm kulağım yine Elif’te. Pür dikkat bizim teknenin numarasını duymaya çalışıyor. Nabzımın yine yükselmeye başladığını hissettim. Elimi suya daldırıp açıkta kalan her yerimi iyice ıslattım. Oh! Çok iyi geldi…
Elif, “Hızlı start verecekler” dedi. Hızlı start, sayım olmadan hakemin pat diye “Çıkın” demesiydi. Mideme sancılar giriyordu. Bu bağırsaklarımın harekete geçmesinden çok daha iyi bir durum olduğu için halime şükrediyordum. Kürek başına gelip, hazır pozisyonda hakemin komutunu beklemeye başladık. Hakem “Çıkış” der demez tüm teknelerle birlikte ok gibi yerimizden fırladık. Artık kara bulutlar gitmişti. Tempo düşmeyecekti ve bu yarış bitirilecekti. Diğer yandan tempo artamayacaktı da çünkü hamla olarak gücüm bu kadardı. Diğer tekneler yavaş yavaş gözden kayboldu. Bu hepsinin bizi geçmeye başladığı anlamına geliyordu.
Dümenci bağırdı,” Sağa sola bakmayın, ileri bakın!” Konsantrasyonumuz bozulmasın diye uğraşıyordu. Son 500 metreye geldiğimizde Elif “tempo artar mı?” diye sordu. Normalde dümenci soru sormaz, “Tempoyu artırın” der geçer. Ekip de uyar. Ama benim gücümün sınırları belliydi. O tempo artamazdı. O da biliyordu. Kaşlarımı havaya kaldırarak “Hayır” demeye çalıştım. Bir ara teknenin sektiğini hissettim. Sanki dubaya takıldık, sonra da üzerinden atlayıp geçtik. Sonradan öğrendim ki arkada kürek takılmıştı ama o kadar hızlı toparlandı ki bizi nerdeyse hiç etkilemedi.
Bitişe yaklaştıkça kıyıdan tezahürat sesleri gelmeye başladı. Son 250 metrede olmalıydık. Ulaş Hocanın soprano sanatçılarını aratmayan sesini duydum. Muhtemelen tüm Sakarya duymuştur. Elif, “Duyuyor musunuz?” diye sordu. Evet duyuyorduk ama daha fazla basacak gücümüz kalmamıştı. Tek hedefim vardı, o da yarışı kalp krizi geçirmeden bitirebilmek. Ekibin gücümün yettiği yere kadar devam edeceğinden emindim. Elif tekrar sordu bu defa daha yüksek sesle, “Tempo artar mı?” Bu defa arkadan Nurten “hayır” diye cevap verdi. Nurten yorulmuş muydu? Nasıl olur? Bu teknede tek yorulan ben olmalıydım.
Ve hakemin siren sesi duyuldu. Birileri yarışı bitirmişti, bir süre sonra biz de bitişe ulaştık. Yarış bitmişti, ben de bitmiştim.
Tekneyi kıyıya yanaştırdık. Ulaş Hocayı gördüm. “Değdi mi onca ettiğin lafa? Onca endişeye?” diye gülmeye başladı.
Ben de pişmiş kelle gibi sırıtmaya başladım. Sondan birinci olmuştuk ama yarışı bitirebilmenin kendimce gururunu yaşıyordum.
Müthiş bir heyecandı. İyi ki tecrübe etmişim bunu. Tekneden inerken tek bir şey düşünüyordum, “Acaba bir sonraki yarış ne zaman olur?”
Bekle bizi Sapanca, yine geleceğiz!
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.