Zorunlu bir sabrın ağırlığı irice cüssesine eklenmiş, başı hafif öne, yana eğik yürürken aynı akşamüstünün yüzlerce kez tekrarına birini daha eklediğinden emindi lacivert paltolu adam.
Artık eskidiğini kabullenmediği askılı deri çantasıyla mesai yaptığı binanın kapısından çıktı ve yolun karşısındaki parke taşlı yokuşta her zamanki yerinde duran arabasına yöneldi. Kapısında siyah üniformasıyla elleri arkada kavuşmuş bekleyen güvenlik görevlisi, caddenin karşı tarafında yan yana sıralanmış çiçekçi, oto lastikçisi, ev yemekleri yapan lokanta, orta büyüklükte bakkal, binayla aynı sıradaki komşu eczane, köşedeki tek giriş çıkış kapısının birkaç metre uzağında sürekli duran üzeri mavi brandalı nakliye kamyonu ve arkasında, ileride eski, çirkin evler…lacivert paltolu adamın ışıkları kapatılmış salonda izleyicilerin kimler olduğunu seçemediği hayat sahnesinin dekorları uzun zamandır pek değişmiyordu sanki.
Bir an önce evine ulaşmaktan başka bir şey düşünmediği sıradan bir mesai günüydü. Trafiğin yavaş yavaş hareketlendiği bu saatlerde teneffüse koşturarak çıkmış okul çocukları gibi sağlı sollu haylazlıklar yapan, kocaman arka çantalı küçük motosikletler başlarında yarım yamalak kasklı, kimisi cep telefonunu kulağıyla omzu arasına sıkıştırmış, kimisi sigara tüttüren sürücüleriyle arabaların, kamyonetlerin, minibüslerin etrafında ilerliyorlardı. Karşıdan karşıya geçmeye çalışan yayalar sayıları giderek artan araçların şoförlerine yol vermek için yavaşladıklarında kısacık baş, el hareketleri, gülümsemelerle teşekkür ediyorlar, kaldırıma vardıktan sonra ilerideki otobüs durağına doğru hızlanarak, kimisi hafifçe üşüdüğü için üzerindeki mantosunu, montunu kollarıyla göğsüne doğru sıkı sıkı kapatarak yürüyorlardı.
Gençlik yıllarında simsiyah, gür, kabarık, tarak geçmeyen, yıllar içerisinde epeyce seyrelmiş, ağarmış saçlarına iki eliyle hafifçe bastırıp paltosuyla aynı renkteki kasketini taktıktan sonra yürümeye başladı o da. Hemen ilk adımlarında o muhitte artık herkesin aşina olduğu, hatta şimdi hatırlamadığım bir isim taktığı gri-siyah renkli, kuyruğu kesik sokak kedisi sol bacağına doğru yaklaştı. Az ilerideki uzun zamandır kendi haline bırakılmış bina yıkıntısındaki taşların, çivilerin, çöplerin arasında yiyecek bir şeyler aramış, bulamamış olmalıydı. Topallamadan yavaşça yürüyordu yürümesine ama yarım kalmış kuyruğu dengesini hafifçe aksattığı için koşmakta, hızlanmakta güçlük çekiyor, arabaların arasında hızla karşıya geçemiyor, belki de kuşları, fareleri kovalayamıyordu.
Gülümsedi lacivert paltolu adam kedicik onun sağ tarafına geçip uzaklaşırken. Acaba neden kesik, böyle yarım ki buncağızın kuyruğu diye düşündü yine. Bir taşıtın tekerleğine mi kaptırmıştı kuyruğunu? Hani kuyruk parçasının büyü yapılırken kullanıldığı falan söylenir; kasten mi kesmişti birisi? Bilemiyordu tabii. Neyse, başını tekrar soluna çevirdi. Sağa sinyal verdikten sonra dörtlülerini yakarak duran boş minibüsü ve arkasında kaldırıma doğru yanaşarak duran sarı taksiyi gördü.
Yolcu indirmek için duran taksinin sağ ön kapısından önce muhtemelen ellili yaşlarında, kırmızı yanaklı, hayli toplu bir kadın inerken şoför arabadan çıkarak sağ arka kapıyı açtı; buyurun teyzeciğim dedi diğer yolcuya ve kibarca elini tutarak inmesine yardımcı oldu. Yaşı belki seksene yakın, ak saçlı, masmavi gözlü teyze yanına gelen diğer kadının koluna girerken başını iki kere yana doğru sallayarak, gülümseyerek teşekkür etti şoföre. İki kadın onun durduğu kaldırıma yaklaşırlarken öndeki minibüs hareket ederek aradan çıktı ve lacivert paltolu adam birkaç metre ötedeki o bir çift masmavi gözle göz göze geldi.
Sarışın, güzel bir kadındı gençliğinde, belli ki. Dar, hafifçe kırışmış alnına, kaşlarına, bakışlarına baktığında içinden belli ki dedi lacivert paltolu adam, çok zeki, asabi, karşısındakinin ta içini gören, insan sarrafı, kolay sevmeyen ama sevilen, çileler çekmiş bir kadındı.
“Çakırım, minnoşum benim” deyiverdi zihninin ta derinlerinden gelen fısıltıyla.
Kadınlar kendi yollarına giderlerken kaldırımda tek başına duran lacivert paltolu adam sağ eliyle kasketini hafifçe düzeltti, başını öne eğerek aksi yöne doğru yavaş adımlarla yürümeye başladı. Elinde büyüdüğü, bir an göz göze gelmiş gibi hissettiği, yıllar önce toprağa verdiği, annesi çok küçükken öldüğü için kardeşlerini büyütmüş, henüz on beşinde kendisinden birkaç yaş büyük sert bir adamla evlendirilmiş, doğurduğu ilk kızdan bir buçuk yıl sonraki ikinci çocuğu da kız olunca üzüntüsünden ateşler içinde yatmış, bundan iki buçuk yıl sonra nihayet bir oğlan dünyaya getirmiş, sevinçle dedesinin ismi verilen bu oğlanı çok gençken kaybetmiş, yine de uzun, upuzun yıllarca hayata tutunmuş, artık hiçbir şey hatırlamadığı yaşlılığının ardından sessizce göçüp gitmiş minnoşu, çakırı, güzeli…Onun en büyük, ilk torunuydu ama hayır, içinde bir matem hissetmiyordu lacivert paltolu adam.
Onu onunla birlikte tekrar yaşıyordu ağır ağır yürürken.
Kulaklarında kısık sesli bir keman ezgisiyle, sanki bir suçluluk duygusuyla kendisine sordu önce:
Doğru yolu buldum mu acaba ben?
Yirmili yaşlarında gördüğü, içi coşarak uyandığı bir rüyayı ona anlattığında çok ekilenmiş, kaşlarını ciddiyetle çatarak sen doğru yolu bulacaksın evladım demişti. Buldum mu diye sordu kendine tekrar.
Hava iyice kararıyordu artık. Lacivert paltolu adam düşüne düşüne, ağır ağır yürüye yürüye şehrin ana yollarının buluştuğu kavşağa ulaştığını fark etti. Adımlarını sıklaştırarak karşıya geçti ve geldiği yöne dönmeye koyuldu. Hayır, içinde bir matem hissetmiyordu; gülümsüyordu hatta kasketinin altında. Yorgunluğu gidivermiş, adımları hızlanmıştı. Halen hayatta olanların onunla ilgili mizah dolu anıları birer birer aklına geliyordu ve hafifçe gülümsüyordu. Ne var ki kırklı yaşlarına kadar ikisi de birlikte hayattayken, son yıllarına kadar pekâlâ pek çok şeyi hatırlayabiliyorken neden sormamıştı ona o masalın devamını?
Her torun gibi o da birkaç masal dinlemişti çocukken. Belki de torununa anlatacağı pek masal bilmiyordu ki hep aynı masala aynı cümleyle başlıyordu:
“Horozun biri çöplükte giderken ayağına diken batmış…”
Devamı? Ne oluyordu o horoza sonra? Anlatıyordu bir şeyler ama hatırlayamıyordu lacivert paltolu adam. Ara sıra aklına gelmemiş değildi o masal ama o diken horozun ayağına battıktan sonra hikâye nasıl devam ediyordu? Neden sormamıştı?
Tabii meçhuldü; ama gülümsemeye devam etti lacivert paltolu adam. Sağa, parke taşlı yokuşa döndü. Arabasının kapısını açtı; oturdu, kasketini çıkardı. Kontağı çalıştırırken dikiz aynasında yaşlı gözlerine, altındaki torbalara, ağzı eksik dişi görünecek biçimde hafifçe açılarak gülümseyen yüzüne uzun uzun baktı. Yıllarca önce gördüğü o rüyayı bir kez daha hatırladı ve tekrar sordu kendine:
Doğru yolu buldum mu acaba ben?
Göz göze geldiği o bir çift masmavi göz zihninde canlandı. Arabanın motor sesine lacivert paltolu adamın mırıldanışı eşlik ediyordu artık:
“Çakırım, minnoşum, güzelim benim. Evet, neler neler, pek çok şey geride kaldı, uzaklaştık, gitti. Pek çok şey, ömürler, hayaller, hevesler, aşklar o kediciğin kuyruğu gibi yarım kaldı. Masaldaki o horozun ayağına diken battıktan sonra hikayesi nasıl devam etti, bilmiyorum, hatırlamıyorum ama senin bu horozun hayatın çöplüklerinde çok gezdi, ayaklarına çok dikenler battı. Kanatsalar, acıtsalar da hepsini söktü, çıkardı, attı ve yine de yoluna dimdik devam etti, ediyor. Bilesin!”
(*) Merhume Emine Tahmisoğlu’nun aziz hatırasına ithaf edilmiştir.