Garip olaylar, garip kişilerin, önemli, ilginç kişiliklerin anlatılmasından sıkılanların ilgisini çekeceğini düşünerek bugün ve haftaya sizlere iki bölüm halinde normal bir kişilikten bahsedeceğim.
Biraz eğlenceli olduğunu düşündüğüm bu anılar, aynı zamanda bir dönemin İstanbul’unu ve orta gelir grubuna ait bir ailenin yaşantısını da yansıtacak.
Anlatacağım kişi ortaokul ve lisede sekiz yıl birlikte okuduğum Hüsnü. Boğaziçi Üniversitesi’nde de dört yıl yakın arkadaşım oldu. Pek çoğumuz gibi orta halli bir aileden geliyordu ve çoğumuzun ailesi gibi ana hedefleri çocuklarına iyi bir eğitim vermekti. Mal mülk edinmek hep ikinci plandaydı. Köşe dönmek, politikacılara yağcılık ederek zengin olmak düşünülmezdi bile.
Hüsnü ile ilk tanışmam 1966 yılının Eylül ayında oldu. Alman Lisesi’ni yedek listeden kazanmış ve okulun Hazırlık A sınıfına kabul edilmiştim. Sınıfta 40 kişiydik. 12 kız dışında, sanırım boyca en ufağımız Hüsnü’ydü. Oldukça çalışkan bir öğrenciydi. Belki sınıfın en iyilerinden değildi ama benim gibi sınıfları sürünerek de geçmezdi.
Ortaokul yıllarından Hüsnü ile ilgili aklımda kalan en önemli anı, yaptığı bir muziplik sonucunda sınıfın en iri yapılı kişisi olan Teoman ile arasında çıkan bir anlık gerginlik. Bir beden dersi öncesi soyunma odasında Hüsnü’nün kendisiyle dalga geçmesine sinirlenen Teoman, kendisini hemen yan tarafta olan tuvaletlere kadar kovalamıştı. Büyük ihtimal o sinirle kendisine vurmaya başlayacaktı.
O sırada erkekler tuvaletinde bulunan ve büyük olasılıkla gizlice sigara içen lise son sınıf öğrencileri bu ufak tefek çocuğun iri kıyım biri tarafından köşeye sıkıştırılmasından etkilenmiş olacaklar ki olaya müdahale etmişler. Şimdi adını hatırlayamadığım ama uzun bacakları nedeniyle aramızda “devekuşu” olarak anılan bir ağabeyimiz derhal cebinden bir tüp Capsolin çıkarmış ve Hüsnü’yü korumaya aldıktan sonra Teoman’ın burnuna bol miktarda sürmüş.
Capsolin aslında romatologların, sanırım ağırlıklı olarak lumbago tedavisinde kullandığı bir ilaç. Biz ise spor dersi öncesi, soğuk havaya çıkmadan, az bir miktar bacaklarımıza sürerek kramp girmesini engellemeye çalışırdık. Sürüldükten sonra ovuşturunca uygulama yapılan bölgeyi ciddi şekilde ısıtırdı. Ağır bir nane/mentol kokusu vardı.
Teoman büyüklerin müdahalesi sonucu Hüsnü’yü kovalamaktan vazgeçmiş ve burnuna sürülen kremi temizlemek için ovuşturmaya başlamış. Ovuşturdukça da burnu yanmaya ve kızarmaya başlamış. Beden derslerine, sadist biri olan, belki de eski Nazi dönemi artıklarından, Nolting isimli bir Alman hoca gelirdi. Teoman güç bela derse yetiştiğinde burnu kıpkırmızıydı ve gözlerinden yaşlar geliyordu. Normalde bu halde derse katılmaması gerekirken, Nolting’in hışmına uğramamak için mecburen gelmişti. Bahçede Nolting’in önünde tek sıra dizildiğimizde, o en uzun boylu olarak sıranın en başında dururken, sınıfın en kısası Hüsnü ise sıranın en sonunda muzipçe gülmeye devam ediyordu.
Hüsnüler Kadıköy Mühürdar’da otururdu. O yıllarda köprü olmadığından Hüsnü 07.50’de başlayan okula vapurla gelirdi. Karaköy’de vapurdan indikten sonra da Tünel’le okulun olduğu Beyoğlu’na ulaşırdı. Şiddetli lodos olan günlerde vapur seferleri iptal edildiğinden karşı tarafta oturan tüm arkadaşlarımız gibi sınıfta yerini alamazdı. O günler yapılması planlanan sınavlar da ertelenirdi.
Hüsnü özellikle kimyaya çok meraklıydı. Lise yıllarında önemli sınavlar öncesi birkaç arkadaş ya Hüsnülerde ya da bir başka arkadaşımızın evinde buluşur, anlamadığımız konuları kendisinden bir kez daha dinler, birlikte problem çözerdik. Bir keresinde kimya laboratuvarına çevirdiği evin alaturka tuvaletinde kükürt ile bir deney yaparken küçük bir patlamaya neden olduğu da hatırlardadır.
Türkçe edebiyat dersi söz konusu olduğunda ise mutlaka Hüsnülere gidilirdi. Zira babası İhsan Bey Divan edebiyatı konusunda çok bilgiliydi. Aruz vezninden, anlaşılmaz Osmanlıca kelimelere kadar bizlere pek çok şeyi sabırla ve iyi bir şekilde anlatır, sınavlardan geçmemiz için bizlere büyük yardımı dokunurdu.
Lisenin son sınıfında Hüsnü son sırada Vahan’la birlikte hemen benim yanımda otururdu. Bir gün toplamda altı ders süren zorlu bir matematik sınavı yapılmıştı. Kağıtlar toplandıktan sonra, herkes yorgun argın, çoğumuz düşünceli bir şekilde evin yolunu tutmuştuk. Benim de çok ciddi bir şekilde başıma bela olan Alman hoca, bir sonraki matematik dersinde notlandırmış olduğu sınav kağıtlarını dağıtırken, “Vahan senin kağıdın yoktu, vermemişsin sana o nedenle sıfır veriyorum” dedi. Bu Vahan’ın o yıl matematikten sınıfta kalması demekti ve bizde bütünleme sınavı da yoktu. Vahan “verdim hocam” diye çırpınırken, Hüsnü elini kaldırdı ve “Vahan’ın kağıdı benim sınav kağıdımın arasında” dedi. Ancak, kişi pislik olunca kolay kurtuluş yok tabii. Hoca “Vahan bu kağıdı sen şimdi Hüsnü’nün kağıdının arasına koydun” dedi. Bir anda Vahan’a ek olarak Hüsnü de zan altında kalmıştı. Ancak, Hüsnü hem başarılı bir öğrenci hem de hocaların gözünde cici çocuk olduğundan sonunda hoca kendi hatası olduğuna ikna olmuş ve Hüsnü’ye 10 üzerinden 9.5, Vahan’a ise 5 vererek olayı kapatmıştı.
Liseyi bitirirken, ben Abitur’dan (Alman lise bitirme sınavları) bütün bir yaz sürünerek geçerken Hüsnü tüm sınavları haziranda halletmiş ve mezun olmuştu bile. O patırtı içerisinde fazla da hazırlanmadan girdiğim üniversite sınavlarında birinci tercihim olan Boğaziçi’nin Mühendislik Fakültesi’ni kazandığımı eylül başı öğrendim. Ardından girdiğim İngilizce sınavını da geçince ekimde Boğaziçi’ne başladım. İlk derse girdiğimde lise sınıfımdan tek bir kişi vardı: Hüsnü!
Yeni okulumuzda Hüsnü ile yoğun olarak fizik ve kimya çalışmaya başladık. Şimdiki rektörlük binası o zamanlar etkileyici bir kütüphaneydi ve genellikle orada çalışırdık. Evlerde de çalıştığımız olurdu. Geç vakit Boğaz’ı aşmak pek kolay olmadığından da bazen o bizim evde bazen de ben onların evinde yatıya kalırdım.
Kız kardeşi Şerare, annesi Mebrure ve babası İhsan Bey ve evi paylaştıkları babaannesi beni çok severlerdi. Bizimkiler de Hüsnü’yü çok sever, takdir ederlerdi. Çalışkanlığı, disiplini ve sempatikliğiyle Hüsnü bana örnek gösterilirdi. Hüsnü de kendisine, onların evde benim ona hep örnek gösterildiğimi anlatır, karşılıklı eğlenirdik.
Hüsnü’ye gitmek benim için değişiklikti. Karaköy’e iner, vapura binerek Kadıköy’e geçer, oradan Moda dolmuşuna biner, tam Hüsnülerin sokağın başında inerdim. Çalışmaya ara verdiğimizde, birlikte Moda meydanına yürür, meşhur Ali Usta’dan külahta dondurma alırdık. Bu çalışmaların hafta sonları, günde 8-10 saat kadar sürdüğünü de belirteyim.
Hüsnü’nün babası rahmetli İhsan Bey ilginç bir kişiydi. Tıp fakültesi son sömestirden ayrılmış olduğundan tıp bilgisi oldukça iyiydi. Üniversiteden ayrıldıktan sonra traktör satıcılığından kuru temizleme ve matbaa mürekkebi satmaya kadar pek çok iş yapmış.
Bana gülerek anlattığı bir hikayesi de, kuru temizlemecilik yaptığı zamana aitti. Üzerinde leke olan bir deri ceket gelmiş. Lekeyi bir türlü çıkaramayınca çamaşır makinesine atıp yıkamışlar. Makineden çıktığında ceket çocuk boyuna inmiş durumdaymış. O yüzden ceket sahibine yeni bir ceket alınmış.
Trabzonlu olduklarından olacak, İhsan Bey’de evi demir yumrukla yönetme eğilimi vardı, ama Hüsnü yaş icabı onu hiç takmazdı. Bu arada Hüsnülerde şahit olduğum iki olayı anlatmadan geçemeyeceğim.
Hep birlikte yemek yediğimiz bir gündü. Masanın bir ucunda güler yüzüyle babaanne, öbür ucunda İhsan Bey. İhsan Bey’in sağında ben, solunda eşi Mebrure Hanım, onun yanında Hüsnü. Karşısında, yani benim yanımda kız kardeşi Şerare. Herhalde bir bahar günü olacak, camlar açık ve eve bir miktar karasinek girmiş, yemek yerken rahat bırakmıyorlar. Biz sinekleri savmak için arada sırada elimizi kolumuzu sallıyoruz. Hüsnü ise bizden farklı bir uygulama yapıyor, sinekleri havada yakalayıp eliyle eziyordu. Yemek esnasında Hüsnü’nün tarafına bakamaz olmuştum. Sonunda İhsan Bey bu pisliğe daha fazla dayanamayıp gürledi ve Hüsnü’yü fena halde azarladı.
İkinci olay, bir başka gün yine aynı düzende yemek yenirken gerçekleşti. Yemek bitmiş masaya meyve olarak kiraz gelmişti. Herkes kendi tabağına bir miktar kiraz alıp yiyordu. Çekirdeklerini de ağzından dikkatli bir şekilde çıkarıp tabağının bir kenarına koyuyordu. Bir ara Hüsnü masadan kalktı ve mutfağa gitti. Geldiğinde elinde reçel yapmak amacıyla vişnelerin çekirdeğini çıkarmak için kullanılan alet vardı. Hüsnü tek tek kirazın sapını koparıp aletin üstüne koyuyor, sonra aletin delme ucunu bastırarak çekirdeğini çıkarıyor ve kirazını öyle yiyordu. İhsan Bey bir süre sonra duruma dayanamadı ve yine gürledi. Belki de Hüsnü bu muziplikleri biraz da babasını sinirlendirmek için yapıyordu. Eh ne de olsa ergenlik dönemi…
İhsan Bey’in, bu sert yönetim çabasının yanında, şakacı, espritüel bir yanı da vardı. O nedenle onunla sohbetlerimizden büyük keyif alırdım.
Bu vesileyle Hüsnülerin soyadının Kalkanoğlu olduğunu, meşhur Trabzon Kalkanoğlu pilavının da aileye ait olduğunu belirteyim. Trabzon ve İstanbul’da uzak akrabalarının esnaf lokantası türünden lokantaları var. Ağır bir yemek olmakla beraber tavsiye ederim. Pilavın pek çok varyasyonu olmakla birlikte güzel bir tarifine aşağıdaki linkten erişebilirsiniz.
* https://www.erolkara.net/2016/12/kalkanoglu-pilav-tarifi.html
Muhlis Bey karikatür: Latif Demirci